Kardeş dergimiz Episode, 22. sayısında Henning Mankell’in dedektifi Kurt Wallander’ın genç bir polis olduğu 20’li yaşlarını anlatan “Young Wallander” dizisini kapağına taşımış ve dizinin oyuncuları, senaristi ve yapımcısıyla özel röportajlar gerçekleştirmişti.
Young Wallander’ın yapımcısı Berna Levin ile Henning Mankell’in mirası, Kurt Wallander karakteri ve dizi üzerine gerçekleştirilen keyifli sohbet şimdi 221bdergi.com’da!
Sizi tanıyabilir miyiz? Türk kökenli misiniz? Muhteşem kariyerinizi nasıl inşa ettiğinizi de dinlemek isteriz.
Evet, %100 Türk kökenliyim. Ankara’da doğdum ve büyüdüm. Etimesgut’taki hava üssünün yakınlarında dünyaya geldim. 11 yaşındayken ailemle İsveç’e taşındık. Sene 1983’tü, ufak bir matematik hesabıyla doğduğum yılı bulabilirsiniz (gülüyor). Gençliğimi İsveç’te geçirdim, 24-25 yaşlarındayken sinema eğitimi almak için Los Angeles’a taşındım. O zamanlar erkek arkadaşımla tanıştım, ikimiz de Los Angeles’ta yaşıyorduk; okuyor ve çalışıyorduk. Evlendik, çocuklarımız oldu ve İsveç’e döndük ki bu çok iyi bir karar oldu diye düşünüyorum, ABD’deki durumu göz önünde bulundurursak…
Tabii çocukluğumdan beri hikâye anlatmak istediğimi, film yapmak istediğimi biliyordum. Kariyerimin başlarında da çoğunlukla sinema sektörüne odaklandım ama şimdi televizyon sektörüne baktığımızda, evet, kesinlikle içinde olmak istediğim bir sektör. Muhteşem işler yapılıyor. Kariyer maceram kısaca böyle gelişti. Los Angeles’ta USC film okulunda okudum, uzun yıllar boyunca Hollywood’da çalıştım, İsveç’e döndüm. Yellow Bird isimli yapım şirketiyle birlikte çalışmaya devam ettim. Birkaç sene önce de İngiltere’de Yellow Bird ofisi açmaya karar verdik, burayı da benim yönetmem istendi. Böylece günümüze kadar geldik.
Yapımcı olarak Young Wallander dizisine nasıl karar verdiniz, proje kimin fikriydi ve nasıl, ne zaman başladı?
Her şey, romanların yazarı Henning Mankell’le başladı aslında. Mankell, zamanında Danimarkalı bir yapımcıyla ortak oldu ve birlikte Yellow Bird yapım şirketini kurdular. Aslında bu şirket, Mankell’in yazdığı orijinal romanların televizyona uyarlanabilmesi için kurulmuştu. Henning, Wallander dizisinin de epey içindeydi dolayısıyla ve bu dizi aslında Yellow Bird’ü sağlamlaştıran yapım oldu. Şirket başarılı bir şekilde büyüyordu tabii, farklı polisiye romanların film ve televizyon haklarını da alıyordu. Stieg Larsson’ın Milenyum Üçlemesi bu eserlerin en önemlilerindendi. Yapım şirketi bu adımlarla büyümeye devam etti.
Sonrasında Henning şirketten ayrıldı çünkü politik olarak aktif biriydi ve buna odaklanmak istiyordu. Tabii aynı zamanda romanlarına da vakit ayırabilmek istiyordu ama Henning her zaman projelerin içindeydi. Romanlardan uyarlanmayan Wallander filmleri için bile taslak bir olay örgüsüyle gelirdi ve biz de bu doğrultuda ilerlerdik. Young Wallander fikri de sanırım hep birlikte konuşurken oraya çıktı. Bu fikri tam olarak kim ortaya attı hatırlamıyorum, ekip işiydi diyebiliriz; Yellow Bird ve Henning’in işiydi. Henning şu konuda çok açıktı; son romanı yazdığında bunun son roman olduğuna dair kesin kararını vermişti, bize de öyle söylüyordu. Başka Wallander romanı yazmayacaktı. Zaten son romanı okuduysanız biliyorsunuzdur, Wallander hayatını kaybeder. Ama Henning, Wallander romanlarının öncesini anlatmaya oldukça hevesliydi, bunu biliyorum.
Wallander romanları, biliyorsunuz oldukça politiktir, sosyal konulara değinen romanlardır. Henning’in söyleyecek bir sözü vardı; dünyanın durumuyla, İsveç’in durumuyla ilgili anlatmak istediği şeyler vardı. Bu konularla ilgili karşılıklı bir konuşma havası yaratmak istiyordu izleyicilerde, insanları da bu tartışmalara dahil etmek istiyordu. Henning inanılmaz derecede zeki bir adamdı. Zamanında birisi bana şöyle söylemişti: “Dünyayı değiştirmek istiyorsan film yap.” Bu çok doğru aslında. Henning de böyle düşünen bir yazardı, tüm bu meselelerin içindeydi. İsveç’te, Avrupa’da olan bitenlerden, sağcı hareketin yaygınlaşmasından derin bir rahatsızlık duyuyordu. Bizim de şu an başımızda en basit anlamıyla ırkçılığı destekleyen ve hatta kökleri Nazilere dayanan bir parti var ve ülkenin bir kısmını yönetiyorlar şu anda. Tüm bu siyasi huzursuzluk ve çalkantı içerisinde yine okurlara ve izleyicilere ulaşmak istedi Henning, onlarla iletişime geçmeye, onları da bu mücadeleye dahil etmek istedi. Bunu yapmak için televizyondan daha iyi bir seçenek yoktu. Wallander’ın gençliğiyle ilgili de pek bir şey yazmamıştı aslında ve bu da büyük bir fırsattı.
Hepimiz bu genç Wallander fikrine çok heyecanlandık. Henning’le proje üzerine tartıştık, projeyi geliştirdik. Fakat sonrasında kansere yakalandı Henning ve biz de her şeyi bir kenara bıraktık. Henning’e saygımızdan dolayı projeyi rafa kaldırdık. Çok sonraları Yellow Bird İngiltere’nin gelişim aşamasında olmam istendiğinde projeyi tekrar düşünmeye başladık. Wallander bizim amiral gemimizdi. Yellow Bird aslında tamamen bu dizi sayesinde bugünlere gelmişti, tabii artık kocaman bir şirket. Şöyle düşündük; Yellow Bird İngiltere olarak ilk işimizin Wallander olması muhteşem olmaz mıydı? Böylece halka tamamlanacaktı aslında. Bu hem bir soru hem de bir umut olarak masamıza geldi ilk önce. Sonrasında hepimiz bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşündük. Henning de bunu yapmak istiyordu. O yüzden onun desteğini de arkamızda hissettik. Henning’in mirasına sahip çıkan bir iş çıkarmak için çok çalıştık, umarım başarılı olabilmişizdir.
Çekimler ne zaman başladı? Ne kadar sürdü bu süreç?
Daha önce hiç Netflix’le çalışmamıştık fakat uluslararası orijinal yapımların başındaki kişilerle uzun yıllara dayanan bir tanışıklığım vardı. Onlarla birlikte çalışabileceğimiz bir proje arıyorduk uzun zamandır. Onlar da Wallander’ı takip ediyorlardı. Şartlar henüz olgunlaşmadığı için Wallander özelinde konuşmamıştık. Fakat bir Wallander projesi üzerinde çalıştığımızdan bahsettiğimde inanılmaz bir geri dönüşle karşılaştık, çok etkiledi bizi. Yanlış hatırlamıyorsam bir cuma günüydü onlara bu projeden bahsettiğim gün. Londra’daydım, İsveç’e dönecektim, havaalanındaydım. Çok heyecanlandılar, bunu kesinlikle istiyoruz dediler.
Güvendiğiniz insanlarla kurduğunuz ilişkiler böyle ortaklıkları daha da mümkün ve hızlı kılıyor. O halde pazartesi günü görüşelim, dedim. Ve pazartesi günü proje teklifi maillerimize gelmişti bile. İnanılmaz bir destekle karşılaştık. Çekimlere geçtiğimiz sene ağustos ayında başladık, sadece bir yıl önce yani. Daha önce baştan sona bu kadar hızlı ilerleyen bir yapımın içinde olmamıştım. Aralık ayında çekimleri bitirdik. Karantina dönemini de post prodüksiyon süreciyle geçirdik. Ve işte buradayız. Hâlâ inanamıyorum (gülüyor). Tabii Türkiye’dekiler için oldukça yavaş bir süreç olsa gerek bu (gülüyor). İnanılmaz bir prodüksiyon süreci var çünkü Türkiye’de.
Projenin İsveççe değil de İngilizce olmasının nedeni nedir?
Bunun da kökleri bu projenin çıkış noktasına dayanıyor aslında. Yaratıcı bir ekip olarak, yıllar boyunca Wallander karakterini çalışmış bir ekip olarak bakıyoruz işe. Elimizde muhteşem bir karakter var, hikâyenin mekânı, İsveç şahane. Ele aldığımız konular yine öyle. Ama tüm bunlar arasında kendimizi sürekli tekrar etmek istemedik. Dünyayı genişletmek istedik, karakterin büyümesini istedik. Sürekli aynı şeyleri izlemek istemeyiz, insanların yeni şeyler öğrenmelerini isteriz. Yapımcılar olarak da işlerimizin geniş kitlelere ulaşmasını isteriz. Yeni bir çağdayız ve bu da yeni bir Wallander. Bunu vurgulamak istedik. Dünyanın yarısının konuştuğu bir dilde bir iş üretmek bunun en etkili yöntemi. Kendimize de biraz meydan okumak istedik açıkçası. Sadece yereli, İsveç’i düşünmek istemedik. Yerel ama global düşünmeyi amaçladık. Yaratıcı bir seçimdi kısacası. Mevcut izleyicileri saygı çerçevesinde korurken yeni izleyicilere, Wallander’ı hiç bilmeyenlere de ulaşmak istedik.
Mankell, Per Wahlöö & Maj Sjöwall, Stieg Larsson gibi polisiye edebiyatını belirlemiş, Nordik Noir’ın tüm dünyada bir akım olarak güçlenmesini sağlamış, katil kim polisiyelerinden ziyade suçun işlenme nedenlerine, adalet kavramına, ülke ve dünyanın siyasi tarihine odaklanmış ve hikâyelerini buradan kuran, dünyaya baktığı yeri romanlarında da aktarmayı tercih eden, kuvvetli bir yazardı. İlk sezona Mankell’in bu tercihlerinin ne kadar korunduğunu merak ederek başladım ve sezon finali dahil Mankell’in romanlarındaki o eşsiz tadı aldığım için çok mutlu oldum. Bunu yapmak aslında bir açıdan da zor ama bunun altından başarıyla kalkmış bence dizi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Çok teşekkür ederim, çok duygulandım, gözlerim yaşardı diyebilirim. Soruda özetlediğiniz şey aslında tam olarak amacımızın özünü oluşturuyor. Yazarlarla ve yapımcılarla masaya ilk oturduğumuzda söylediğimiz şeyler tam olarak bunlardı, yapmak istediğimiz, amacımız tam olarak buydu. Bunu başardığımızı duymak inanılmaz bir duygu. Diziyi izlediniz ve belli ki polisiye türüne de türün önemli yazarlarına da epey hâkimsiniz. Wahlöö ve Sjöwall türün öncülerindendir. Kendilerinden sonra gelen herkese muhteşem bir model teşkil etmişlerdir. Bu bizim karşımızdaki en büyük zorluklardan biriydi. Wallander’a baktığımızda, hayatının nasıl şekillendiğini, çalışma yöntemlerini biliyoruz. Asıl zorluk şuydu: Peki, bu karakteri genç bir polis memuru olarak izleyicilere nasıl sunacağız? İzleyicilere şunu söyleyeceğiz, biz bir fidan ekiyoruz ve bu fidan büyüyecek ve bir ağaç olacak, bildiğimiz Wallander olacak. Karmaşık bir karakter olmalı, hayatın gerçekleriyle, adaletle ilgilenen bir genç dedektif olmalı. Wallander’ı da diğer “kim yaptı” dedektiflerinden ayıran özellikler zaten bunlar. İşlenen suçun teknik detaylarıyla, DNA örnekleriyle vs. ilgilenmiyoruz. Wallander için kurbanın kim olduğu önemli değil. Nasıl bir çevrede yetiştiği, cinsel kimliği önemli değil. Kurban, bir insan. Wallander bununla ilgileniyor, bilmesi gerek tek şey de bu. Sonrasında da gerçeği ortaya çıkarmak için çabalıyor. Bunu başarana kadar da pes etmiyor. Ortaya çıkan gerçek ise Wallander’ı duygusal olarak kırılma noktasına getiriyor ve onu yavaş yavaş olduğu kişiye doğru şekillendiriyor. Gerçekler acıdır ve aslında gerçek her zaman karmaşık bir şey değildir. İşin içinde para ya da güç vardır. Suçun tüm detayları ortaya çıktığında bizim için önemli olan, Wallander’ın yaptığı gibi, meselenin ucunu elit kesime, zengin ve güçlü kesime taşımaktı. Aslında adi bir suç gibi görünen bir olayı, ırk meselesine dayanıyormuş gibi görünen bir olayı daha geniş bir bağlama taşımayı amaçladık. Wallander bu çünkü. Bunu yapabilmek, hem de bize yol gösteren, bize taslaklar sunan Henning olmadan yapabilmek gerçekten zor bir işti. Tabii birtakım yöntemler kullandık. Yapılması ve yapılmaması gerekenler listemiz vardı. Duvardaki koca tahtamıza yazıyorduk; Wallander bunu yapar ya da Wallander asla bunu yapmaz. Bunların hepsini de Wallander karakteriyle ilgili bugüne kadar yazılan her bir romanı, her bir hikâyeyi inceleyerek çıkardık. Sonunda da otomatik olarak çıkıyordu zaten; Wallander asla bunu söylemez, Wallander böyle yapmaz diyecek noktaya geliyorduk. Bizim için fazlasıyla gerçek bir karakter halini almıştı. İzleyicilere bir eğlence aracı sunmak işimizin bir parçası elbette ama bu proje özelinde asıl amacımız Henning’in mirasına sahip çıkabilmek, Henning’i gururlandırabilmekti.
Mankell’in ilk Wallander romanında Kurt Wallander 42 yaşında, karısı tarafından terk edilmiş, deneyimli bir polis. Young Wallander’ı izledikten sonra keşke bu proje Wallander’ı 42 yaşına kadar getirse ve Young Wallander ile Mankell’in romanları bir yerde kesişse ve dizi öyle bitse diye düşündüm. Siz projeyi kaç sezon planladınız, hayalinizde neler var bu projeyle ilgili?
Bugün bunu ikinci defa duyuyorum. Belki de böyle yapmak lazım (gülüyor). Aslında projenin nereye gideceğini tam olarak bilmiyoruz diyebilirim. Netflix’in güzel taraflarından biri de bu. Hepimiz aynı bakış açısına sahibiz, ortak bir amacımız var. Biz izleyiciler için çalışıyoruz, bizim gerçekliğimiz de bu. Wallander’ı kabul eden ve daha fazlasını isteyen izleyicilerimiz oldukça biz de bu projeye devam edeceğiz. Şaka bir yana, hayalim bu aslında, genç Wallander’ı buradan alıp Henning’in ilk romanına kadar götürmek. Bunun için çalışıyoruz, bizim hayalimiz bu tabii ama gidişata bakacağız.
Polisiye roman uyarlamaları konusunda çok önemli işler yaptığınız için bir uzman olarak görüşünüzü almak isteriz: Dijital platformlar sayesinde artık dil bariyeri de kalkmış durumda ve tüm dünyadan izleyiciler, dünyanın her yerinden hikâyelere ilgi duyabiliyor. Sizce polisiye roman uyarlamalarında da bu güncel durum yeni bir kapı açabilir mi? Dünyanın farklı ülkelerindeki iyi polisiye romanların global pazardaki şansını nasıl görüyorsunuz?
Bana sorarsanız bu eserlerin önü çok açık, hiçbir sınır kalmadı artık. Yellow Bird İngiltere’de de sadece bulunduğumuz ülkeyle sınırlamıyoruz kendimizi. İyi işleyen polisiye romanlar, iyi bilimkurgu eserler gibi aslında. Tabii ki büyük bir olay örgüsüne dayanıyorlar ama bu olay örgüsü sadece suç anlatısıyla sınırlı olmamalı. Kökleri, daha büyük anlatılara dayanmalı. Politik ya da sosyal meselelere dayanmalı. İkinci önemli şey ise karakter. Karakterin nereli olduğu hiç önemli değil. İhtiyacınız olan şey, kendimiz gibi bir karakter yaratmak. Üç boyutlu, kompleks karakterler. Bariz amaçları olmalı ve aynı şekilde önlerine çıkan bariz engeller olmalı. Olayın farklı yerlerde geçmesi de işi daha özgün ve egzotik kılıyor aslında. İnsanlar karakterle bağ kurmaya meyilli oluyor. Polisiye türü de muhteşem bir tür çünkü kuralları belli ve herkes bu kuralları biliyor. Globale en iyi yayılan türlerden biri polisiye. Umarım ileride Türk polisiyesi çekme imkânımız da olur. Umarım Türkiye’deki izleyiciler de Young Wallander’ı severler. Tekrar görüşmek üzere…
Episode’un 22. sayısında yayımlanmıştır.
Young Wallander’ın senaristi Ben Harris ile gerçekleştirilen röportaj burada.
Young Wallander dizisinde ünlü dedektifi canlandıran Adam Pålsson ile gerçekleştirilen röportaj burada.
Dizide ünlü dedektifin meslektaşı dedektif Rask’ı canlandıran Leanne Best ve Wallander’ın büyük aşkı Mona’yı canlandıran Ellise Chappell ile gerçekleştirilen röportaj burada.
Dizide ünlü dedektifin meslektaşı ve en yakın arkadaşı Reza’yı canlandıran Yasen Atour ve Wallander’la zaman içinde yakınlık kuran bir “çete lideri”ni, Bashir’i canlandıran Charles Mnene ile gerçekleştirilen röportaj burada.