Bu yazı 221B Dergi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.
Röportaj: Özlem Özdemir
“Polisiyenin yaşadığım çağı gerçekten kavradığını ve ifade ettiğini gördüm”
Tuna Kiremitçi, Mezun Cinayetleri romanıyla, artık bir polisiye yazarı. 50’lerinde, işini sakince yapan, emniyet teşkilatı içindeki hırslara kapılmayan başkomiser Perihan Uygur ve onun kurduğu “bacılar bölüğü” ile tanışıyoruz bu ilk polisiye romanda. Maktüller, peş peşe vahşi bir biçimde öldürülen köklü bir lisenin mezunları. Onların ve bu köklü lisenin tarihini öğrendikçe, 1980 darbesiyle atılan adımlara, gençlerin nasıl lümpenleştirildiğine de tanık oluyoruz. Perihan, Ayla ve Rengin’den oluşan bacılar bölüğü, sadece katille değil, kadınlarla ilgili önyargılarla da mücadele ediyorlar.
Mezun Cinayetleri, iyi bir polisiye. Kiremitçi, yarattığı tüm karakterleri, olabildiğince derinleştirerek özgün bir dünya yaratmış; üstelik romanın ikinci yarısıyla birlikte katilin zihnini okura açarak, okurun bir adım öne geçmesine de müsaade ediyor. Perihan Uygur’u, Ayla’yı, Rengin’i çok sevdim, yeni maceralarını merakla bekliyorum ve henüz okumamış olanlara serinin ikinci romanı çıkmadan Mezun Cinayetleri’ni okumalarını öneriyorum.
221B okurları için Tuna Kiremitçi ile Mezun Cinayetleri’ni ve polisiye sevgisini konuştuk…
“Polisiye yazmak, emeklilik projemdi” demişsiniz bir röportajınızda, iyi bir polisiye okuru olduğunuzu biliyorum, nasıl başladı polisiye sevdası?
Gençken biraz dağınık bir okurdum. Bilge Karasu, Italo Calvino, Nabokov gibi şiirsel romancıları severdim örneğin. Orhan Kemal, Saroyan ya da Salinger gibi gerçekçi yazarları da severdim. Niye sevdiğimi hatırlamadığım, farklı türlerden pek çok başka yazar da okudum. Zamanla polisiye edebiyata odaklanmaya başladım. Sanırım bir şekilde polisiyenin sadece polisiye olmadığını anladım. Bu türün yaşadığım çağı gerçekten kavradığını ve ifade ettiğini gördüm. Derken bir de baktım sadece suç edebiyatı okur ve izler olmuşum.
Emeklilik projenizi iyi ki öne almışsınız, peki bunu sağlayan pandemi süreci mi oldu?
Polisiye yazmak istediğimi yıllar önce fark etmiştim. Ne var ki kendimi hazır hissetmiyordum. Bu yüzden yazarlığa ara verip müziğe yoğunlaştım. Polisiye yazarlığını bir çeşit emeklilik projesi gibi hayal ettim. Pandemi başlayınca da dünyadaki tüm müzisyenler gibi işsiz kaldım. Kendimi boşlukta hissettim. O zaman böyle bir gizli planım olduğunu bilen bazı yazar arkadaşlarım “Hadi artık, otur şunu yaz!” dediler. Artık yazmamak için bahanem kalmamıştı.
Yerli polisiyemizde maalesef dedektif/araştırmacı/polis anlamında kadın karakterler çok az yazılıyor. Sizse Perihan, Ayla ve Rengin’in hem katillerle hem de teşkilat içinde kadınlara dair kalıplaşmış önyargılarla nasıl başa çıkmaya çalıştığını yazdınız. Bacılar Bölüğü’yle tanıştırıyorsunuz bizi.
Her şey sadece kadınlardan oluşan bir cinayet büro ekibinin Türk Emniyet Teşkilatı’nın içinde neler yapacağını merak etmemle başladı. Bir de polisiye yazacaksam yeni bir şey söylemem gerektiğini düşündüm. Perihan Başkomiser ve ekibi hem işlerini yapmaya çalışacaklar hem de her meslekte rastladığımız erkek egemen anlayışla mücadele edeceklerdi. Devlet memuru olacaklardı sonuçta. Bunun cinayet soruşturmasına farklı bir katman getireceğini hissettim. Kadınların daha iyi dedektiflik yapabileceklerini düşünüyorum. Dikkatlerinden, ayrıntılara karşı hassasiyetlerinden ve sezgilerinden ötürü.
Perihan Uygur, 50’sini geçmiş, emekliliğe yakın, mesleğini iyi yapmak dışında hırslara kapılmayan bir başkomiser. 14 yaşında otizmli bir kızı ve iflas ettiği için depresyon geçirmiş ve iyileşmeye çalışan bir eşi var. Teşkilatta özellikle kadınlara kol kanat geren, işini sakince yapan bir kadın. Bu açıdan “yitik/kaybeden” başkomiser klişesine de sıkışmıyor. Son yıllarda polisiye romanlarda çok etkilendiğim ikinci kadın karakter oldu Perihan. İlki İtalyan yazar Ilaria Tuti’nin başkahramanı Teresa idi, o da Perihan’la benzer yaşlarda, şeker hastalığı olan, alzhemir hastalığının başlangıcında, başarılı, sakin ve derinlikli bir kadın komiserdi. Beni Perihan ve Teresa’nın sadece kadın olması değil, derinlikli karakterler olması, özgün yanlarının olması da çok heyecanlandırıyor.
Teşekkür ederim. Başkomiser Perihan’ın sahiden de kaybeden olmak ya da depresyona girmek gibi lüksleri yok. Çünkü dediğiniz gibi, evde ve işte çok fazla sorumluluk var sırtında. Ailesiyle Fatih’te yaşıyor. Taze fasulyeden, Yeni Türkü şarkılarından, ara sıra da poligona gidip beylik tabancasıyla talim yapmaktan hoşlanıyor. İnatçı, cesur ve sabırlı. Beni yıllar önce bir gazete haberi sayesinde buldu.
Haberde İzmir’de ekibiyle beraber 50’den fazla cinayet vakasını çözen bir kadın Asayiş Şube Müdürü’nden bahsediliyordu. Fotoğraftaki kadınınsa o alıştığımız dedektif tipiyle ilgisi yoktu. Orta yaşlı, hafif kilolu, tatlı-sert bir öğretmene benziyordu. Aklımda kaldı ve zamanla Başkomiser Perihan Uygur’a dönüştü. Perihan hemcinslerine güveniyor ve ekibini kadınlardan kuruyor. Özellikle kadın oldukları için teşkilatta dışlanmış genç memurlardan… Bu onun meslek felsefesi olmuş.
Mezun Cinayetleri, köklü bir lisenin mezunlarının peş peşe öldürüldüğü ve bunun soruşturulduğu bir polisiye. Okudukça anlıyoruz ki bu lisede 80 darbesiyle birlikte denenen birtakım şeyler olmuş, bu açıdan siyasi bir tarafı da var romanın; bir yandan da bize bu liselerdeki devre mantığını, üst sınıflar-alt sınıflar ilişkisini, akran zorbalığını da detaylarıyla anlatıyor. Galatasaray Lisesi’ndeki geçmişinizin de bu ilk polisiye romanın arka planını kurarken yardımcı olduğunu düşünüyorum, ne dersiniz?
Bunu liseden arkadaşlar da sordular ama romanda bahsedilen aslında birden fazla okulun karışımı. 80’lerde köklü okulların çoğu benzer bir bunalımın içindeydi. Darbeden sonra ülkeyi saran şiddet ve kötülük dolu atmosfer bu liselere de sirayet etmişti. İyi öğretmenlerin çoğu fikirlerinden ötürü uzaklaştırılmıştı. Çocuklara dışarıdan lümpenlik ve faşizm enjekte ediliyordu. Bir kültür, şeytani bir şekilde yok edilmeye çalışılıyordu sanki. Bir kısmına tanık oldum, bir kısmını başka liselerden mezun insanlardan dinledim. Benzerlikler şaşırtıcıydı. Bu bağlamda zorbalığa maruz kalan da zorbalığı yapan da kurbandı aslında. Genel olarak benim kuşağımın dramı yani. Polisiye roman için uygun bir arka plan olacağını düşündüm.
Polisiye kurguda, kitabın ilk yarısında Bacılar Bölüğü’nü takip ediyoruz, ikinci yarısında, soruşturma sürecini takip ederken henüz kim olduğunu bilmediğimiz katilin düşüncelerini de okumaya başlıyoruz. Ve bu, okurlar olarak bizim tahmin yapma ve bacılar bölüğü ile “yarışma”mıza da alan tanıyor. Polisiye türünde ilk romanlarda genelde çok tercih edilmez bu yöntem, burada başarıyla gerçekleştirmişsiniz.
Katilin zihnine girmek hem onu daha iyi tanımamı hem de üslubu çeşitlendirmemi sağladı. Bu sayede onun gibi düşünme imkânı buldum. Katillerin karakterlerinin derinleştiği romanları seviyorum. O zaman suç ve ceza kavramlarına dair değişik şeyler düşünebiliyorsunuz. Bugün kriminoloji araştırmaları sayesinde biliyoruz ki insanı cinayet işlemeye çok farklı nedenler götürebiliyor. Katilin zihnini yanan bir orman gibi hayal ettim. Hem de araya girerek romanın akışının ritmini değiştirmesini istedim. Tabii bahsettiğiniz riskleri taşıdığı için de o bölümleri tekrar tekrar yazmam gerekti.
Mezun Cinayetleri’ni yazma süreci nasıl başladı, nasıl ilerledi ve nasıl tamamlandı? Fikrin oluşması, polisiye matematiğin ve kurgunun geliştirilmesi, karakterlerin inşası, ilerleyiş ve tamamlama süreçlerinde nasıl çalıştınız?
Yazmaya başladığımda aklımda sadece giriş ve sonuç bölümleri vardı. Bir de ana karakterler. Ayrıntıların çoğu yazma sürecinde şekillendi. İlk taslak bittikten sonra da editörüm Hülya Balcı ile dramatik yapı üzerinde çalıştık. Bu sefer de romanı adeta sondan başa doğru yazmış oldum. Polisiyenin bu yaşa kadar yazarlık adına öğrendiğim her şeyin birleşip akabilecekleri bir yatak olduğunu gördüm. Kafelerde yazmayı da seviyorum ama karantinadan dolayı genellikle evde çalıştım. Bir de pandemi gecelerim olay yeri inceleme, balistik, adli tıp, kriminoloji gibi konuları araştırarak geçti. Yerli emniyet teşkilatının işleyişi konusunda da birkaç polis tanıdığa sorular sordum.
Romanla ilgili nasıl yorumlar aldınız? Özellikle polisiye okurları ve eleştirmenlerinden gelen eleştiriler ve öneriler oldu mu?
Neyse ki okurlar romanı sevgiyle karşıladılar. Eleştiri yazıları da olumlu oldu. Benden daha deneyimli polisiye yazarları, sağ olsunlar, iyi şeyler söylediler. Emekli bir polis mail yazıp romanı beğendiğini ama birkaç teknik detayı düzeltmemi istedi. İkinci baskıda dediklerini yaptık. Polisiye okurları titiz ve edebiyat içinde özel bir kesim gerçekten. Zekâya saygı duyan insanlar. Hem yazarın zekâsına hem de kendi zekâlarına.
Bence mutlaka dijital platformların birinde yayınlanabilecek çok iyi bir polisiye dizi haline gelebilir Perihan Uygur maceraları. Buna dair teklifler var mı? Senaryolaştırma çalışmalarına başladınız mı?
Yapımcı ve senaristler Başkomiser Perihan Uygur’u hangi oyuncunun canlandırmasını isterim diye soruyorlar sık sık. Bunu bir planları olduğu için mi soruyorlar henüz bilmiyorum. Dramatik yapıları iyi kurulmuş polisiyeler ekranda ve sinemada iyi sonuç veriyor. Dediğiniz gibi bir dizi uyarlaması olursa senaryoyu yazmak da isterim aslında.
Serinin ikinci romanının hazırlıklarına başladı sanırım. Nasıl bir program var önünüzde?
Bir kenara not ettiğim sinopsislerden birini seçtim ve geçtiğimiz ay yazmaya başladım. Umarım önümüzdeki yıl yayımlanır. Seriyi sürdürmek istiyorum çünkü Başkomiser Perihan Uygur’u çok sevdim. Zaten pek emekli olacak birine benzemiyor, kendisi zaman zaman tersini söylese de.
Biraz da polisiyeye ilginizden konuşalım. Oksijen’de her hafta polisiye romanları incelediğiniz yazılar yazıyorsunuz. 221B’nin de sadık okurlarından olduğunuzu biliyorum, ne mutlu bize… Favori polisiye romanlarınız, yazarlarınız, dedektifleriniz hangileri? Ve sizi bir polisiyede en çok heyecanlandıran, okuduğunuz diğer polisiyelerin önüne geçmesini sağlayanlar neler?
221B’nin ilk sayısının çıkmasıyla benim polisiye yazmaya niyetlenmem aşağı yukarı eşzamanlı oldu. Her sayıdan yararlandım. İncelemelerden, özel dosyalardan, referanslardan… Polisiyenin günümüzde toplumsal romanın işlevini üstlendiğini 221B sayesinde daha iyi kavradım mesela. Bu da yazma isteğimi arttırdı. Oksijen için yazmayı seviyorum, polisiye okurlarıyla bu şekilde buluşmak da güzel.
Şahsen kara roman geleneğini çok severim. Agatha Christie’den çok Raymond Chandler severim yani. İskandinav polisiyesindeki Martin Beck-Kurt Wallander-Harry Hole soyağacı güzeldir. Josephine Tey, Trevanian, Dashiel Hammett, Stieg Larsson, Andrea Camilleri ilk aklıma gelen yazarlar… Çağatay Yaşmut, Armağan Tunaboylu, Algan Sezgintüredi, Elçin Poyrazlar, Ayşe Erbulak, Alper Canıgüz okumayı seviyorum. Psikolojik ve sosyal katmanları olan polisiyeler daha çok hoşuma gidiyor. Bir de hepimiz Celil Oker ve Ahmet Ümit’in paltosundan çıktık tabii. Yıllarca çalışarak yerli polisiyeye saygınlık ve alan kazandırdılar.
Polisiyeseverlerin asla kaçırmaması gerekir dediğiniz, son yıllarda izlediğiniz polisiye dizi ve filmler var mı?
“Mezun Cinayetleri”ni yazmaya karar verdikten sonra başkarakterin kadın olduğu dizileri daha dikkatli izlemeye başladım. Örneğin Bron/Broen’deki Saga Noren’i hâlâ unutamam… Top of the Lake’deki Robbin Griffin, Babylon Berlin’deki Charlotte Ritter, Şahsiyet’teki Nevra Elmas ve Line of Duty’deki Kate Fleming de sevdiğim dedektifler… Mare of Easttown’un Mare Sheehan’ına da herkes gibi bayıldım. Hepsi de tavsiye edilecek diziler… Breaking Bad’i ise çok geç izledim. Hâlâ izlemeyen kalmış mıdır bilmem ama benzersiz gerçekten.
Keşke dizi/filme uyarlansa dediğiniz romanlar/karakterler var mı Türk ve dünya polisiyesinden?
Tüm Trevanian okurları gibi ben de yıllardır “Şibumi” filmini bekliyorum. En son Nicholai Hel’i Leonardo DiCaprio’nun oynayacağı söylenmişti. Sonra ne oldu bilmiyorum, takip edemedim. Yenilerden İspanyol Carmen Mola’nın “Çingene Gelin” romanı harika film olur gibi geldi bana. Aslı Perker’in tek suç romanı “Cellat Mezarlığı” da çok iyi ve sinematografiktir, onu izlemek isterdim.