Operada Cinayet │ Donna Leon

6 dakikalık okuma

Ayrıksı Kitap, önce Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nün yarattığı 10 kitaplık Martin Beck serisini, akabinde Henning Mankell’in yine 10 kitaptan oluşan Kurt Wallander romanlarını kronolojik olarak yayımladıktan sonra şimdi de Donna Leon’un Brunetti’sini bizimle buluşturarak kalbimde taht kurdu.

1942, Amerika doğumlu Donna Leon’un bu kitabı aslında arkadaşıyla şakalaştıktan sonra ortaya çıkmış. 1992’de arkadaşıyla operaya gitmiş. Arkadaşı, operada solistmiş. Performans bittikten sonra soyunma odasında arkadaşıyla hiç hoşlanmadığı orkestra şefinin dedikodusunu yapmaya başlamışlar. Muhtemelen o esnada adamı nasıl öldüreceklerini, nasıl ortadan kaldıracaklarını konuşup gülüşmüşler. Bu “hoş” sohbetten dört ay sonra Operada Cinayet kitabını yazmış. Dört ay, inanılır gibi değil! Ah bu kadınlar… Biz de dedikodu yapıyoruz ama sonrasında bir Brunetti çıkmıyor. Üstelik bu kitapla en iyi polisiye dalında Japon Suntory ödülünü de kapmış.

Çok enteresan bir şey daha söyleyeyim; Donna Leon, her ne kadar hikayeleri İtalya’da geçse de eserlerinin İtalyancaya çevrilmesini istememiş. Sanırım Akdenizlilerin alınganlıkla tepki vereceğinden endişelendi, bilemiyorum tabii. Ayrıca Venedik’i çok sevmesine rağmen kitaplarında Venedik’i itici, pis ve korkutucu tasvir eder. Gideceğiniz varsa da işkillenirsiniz. Ne demişler; kasap sevdiği deriyi yerden yere vururmuş.

Donna Leon bize kanlı, vahşi ya da gerilim dolu bir koşuşturma sunmaz, aksine oldukça durağan ilerler yazımı. Ama herkesin yaşamındaki gerçeği ve ayrıntıları gösterip onları yeniden yorumlayarak ortaya koyar. Böylece roman alışık olduğumuz polisiyelerin aksiyonundan farklı bir yola evrilir.

Komiser Brunetti, Venedik Emniyet Müdürlüğü’nde görevli gerçek bir Venedikli. Hukuk okumuş, tarihe meraklı, ellili yaşlardaki bu zeki ve hoş adamın kariyer hırsı yok. Onu bu yüzden seviyorum çünkü İtalyan bürokrasisinde yükselmek için üstlerine yaltaklanan, cahil ve kifayetsiz birisi olmak gerekiyor. Oysa Brunetti bu tipin tam tersi. Karısı Paola’nın Venedik’in en asil ailelerinden birinin tek kızı olması da durumu değiştirmiyor. Amerikan edebiyatı profesörü olan Paola, asi ve feminist bir kadın. Hatta bir defasında Uzakdoğu’ya çocuk fuhuş turları düzenleyen bir turizm şirketinin camlarını kıran karısını tutuklamak zorunda kalıyor Komiser Brunetti. Gerçi uyarlama filminde oynayan aktörün aklımdaki Brunetti ile uzaktan yakından alakası yok.

Bu kadar dedikodu yeter, biraz kitabı anlatayım size.

Teatro La Fenice’nin fuayesinde çalan zil, gösterinin başlayacağını haber verirken Helmut Wellauer için yaşamının bittiğinin habercisi. Yüzyılın en büyük müzisyenlerinden kabul edilen Alman asıllı orkestra şefinin, odasında ölü bulunmasıyla başlıyoruz maceraya. Elinden düşen kahve fincanına ve kokuya bakılınca zehirlendiği ortada. “Aa, zehir! Kesin bir kadının işi!” dediğinizi duyuyorum. Genelde zehir kullanan katiller kadın oluyor, öyle ya! Sanıyorum cinayeti işledikten sonra ortalığın kanla kirleneceğini düşünerek daha temiz cinayet yöntemleri tercih ediyor kadınlar. Bence de mantıklı; nasıl temizlenir o kadar kan!

Napoli’de beş yıl görev yaptıktan sonra tekrar Venedik’e tayin olan, kibar, yakışıklı, giyimine özen gösteren Komiser Brunetti olay yerinde incelemelerine başlıyor. Brunetti bu ölümü araştırırken insanın karanlık gerçeklikleriyle, önyargılarla, değerlerin gizlediği kötülüklerle ve sistemin ikiyüzlülüğüyle savaşmak zorunda kalıyor. Bu olayın çözülmeye çalışılması boyunca yalnız “nasıl” sorusu değil, “neden” sorusu da devrede ve sonunda, bütün iyi polisiye edebiyattaki o tatmin duygusu bize oldukça güçlü hissettiriliyor.

Cinayetleri bilek gücüyle, teknolojiyle ya da bilime dayalı kanıtlarla değil, zekası, sezgisi, insanlarla kurduğu empati sayesinde çözüyor Brunetti. İnsanoğlunun ne kadar kötü bir yaratık olduğuna her gün tanık olan Brunetti akşamları güzel, kızıl saçlı karısı -ki burada belirtmeden edemeyeceğim, kızıl kadınlar iyidir, güzeldir, sevilesidir, hiç sekmez-, çok sevdiği küçük kızı, ergenlik çağındaki asi ama zeki oğluyla birlikte yaşadığı evine geldiğinde hayatın her şeye rağmen yaşamaya değer olduğunu anlıyor. Üstelik karısı o kadar lezzetli İtalyan yemekleri yapıyor ki… Aile mutluluğuna diyecek yok, bir de Venedik Emniyeti’nde çalışan becerikli, genç ve güzel sekreter Signorina Elettra’ya duyduğu ama kendisine bile itiraf etmediği zaafı olmasa…

Ne demişler; doğru, her zaman gerçek değildir. Gerçek de her zaman adil olmayabilir. Yaşamda hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Operada Cinayet bunun en güzel örneklerinden biri.

Selin Bak

1981 yılında Trabzon’da doğdu. Atatürk Üniversitesi’ nde Hemşirelik okudu. Polisiye merakı gençlik yıllarında (hala çok genç, ortaokul yılları diyelim) Agatha Christie ile başladı. Galiba yapmak isteyip de yapamadıklarını okumak (cinayeti çözmek değil işlemek kısmından bahsediliyor) kendisine garip bir tatmin duygusu vermiş olacak polisiye dışında başka bir tür okuyamaz oldu. En
sevdiği yazarların Türk yazarlar olduğunu her zaman gururla söyler. Çok polisiye okur, çok polisiye dizi ve film izler, fazlaca cinayet kurguları yapar. Aslında çok da yazar ama çaktırmaz. Bu biyografiyi yazarken hayatında enteresan bir şey olmadığını fark eden Selin, hemşirelik yapmaya ve Trabzon’da yaşamaya devam ediyor, şimdilik...

Önceki Hikaye

RÖPORTAJ │ Tuna Kiremitçi

Sonraki Hikaye

Peaky Blinders yıldızı Sophie Rundle, yeni dizi The Diplomat’ın başrolü olarak duyuruldu

En Son Yazılar