Roman Polanski’nin ilk uzun metrajlı filmi Knife in the Water çıktığında sinema sektöründe Alfred Hitchcock rüzgârı esmekteydi. Freudyen temaları filmlerinde zekice kullanan Hitchcock’un etkisi, Polanski filmlerinde de görülür. Birçok ayrıntının yanı sıra toplum baskısı, ötekileştirme ve bunların sonucunda bireylerin yaşadığı psikolojik travmalar ve mizansenler Hitchcock’un Polanski sinemasına bıraktığı bir çeşit miras olarak da düşünülebilir.
Polanski, ilk uzun metrajlı filminden sonra çıkan Apartman Üçlemesi ile sinema sektöründeki yerini sağlamlaştırırken bu psikolojik mizansenleri ve Freudyen temaları en az Hitchcock kadar iyi ve özgün biçimde kullanabileceğini de göstermiş olur.
Apartman Üçlemesi
Apartman Üçlemesi; Bulantı (1965), Rosemary’nin Bebeği (1968) ve Kiracı (1976) filmlerini kapsar. Filmler, psikolojik arka planı ve büyük ölçüde mekân seçimiyle oluşan klostrofobik atmosferiyle Polanski’nin korku ve gerilim sinemasının önemli örneklerini oluşturur.
Üçlemenin her filminde başkarakterler, toplum tarafından çeşitli nedenlerle kabul görmeyen ve çevresiyle yaşadığı kötü deneyimlerin etkisiyle kendi benliğini -Freudyen bir deyişle süper egosunu- geliştirememiş kişilerdir.
Kiracı’da Trelkovski başka bir milliyetten olduğu için daima dışlanırken Bulantı’da Carol, babası tarafından taciz edildiği için cinselliği çağrıştıran her şeyden tiksinir. Rosemary ise birkaç ay sonra dünyaya getireceği bebeğini toplumun şeytani etkisinden korumaya çalışır.
Bizler de izleyici olarak, film boyunca karakterlerin gerçekle bağını koparışını ve sonunda kontrolü kaybederek içgüdülerine teslim oluşunu izleriz. Trelkovski kendini, Carol başkalarını öldürmeyi tercih ederken Rosemary de paranoyalarıyla baş etmek zorunda kalır.
Apartman Üçlemesi, Polanski’nin özgün gerilim sinemasının birçok karakteristik özelliğini yansıtır. Bunlardan biri, karakterler ve mekân arasındaki ilişkidir. Diğeriyse filmlerin sahip olduğu alt metinlerin zenginliği, daha doğrusu birçok farklı okumaya elverişli olması ve tek bir gerçeğin olamayacağını göstermesidir.
Polanski, bunları yaparken filmlerin izleyiciyle kuracağı ilişkiyi de ayrıntılı biçimde kurgular. İzleyiciyi yarattığı klostrofobik atmosferin içine sokarken bazı Freudyen yöntemlerden de yararlanır. Ben de yazının geri kalanında, bahsettiğim bu özellikleri açmaya, Apartman Üçlemesi’ni bu açıdan olabildiğince aydınlatmaya çalışacağım.
Apartmanlar ve Kimlik Meselesi
Üçlemede bahsetmemiz gereken belki de ilk şey, mekânların yani apartmanların işlevi ve filmin bütününe etkisidir. Çünkü üç filmde de apartmanlar toplumu sembolize ederken karakterlerin yaşadığı daireler de onların kişiliklerini temsil eder. Daireler aynı zamanda karakterlerin birçok nedenden dolayı kaçıp saklandıkları kale işlevini görür. Bu nedenle apartman daireleriyle başkarakterlerin yapısı arasında paralellik vardır.
Üçlemenin ilk filmi Bulantı’da mekânın başkarakter Carol’ın iç dünyasını yansıttığı söylenebilir. Duvarlarda sürekli ortaya çıkan çatlaklar, onun ruhundaki ve vajinasındaki çatlakları temsil eder. Carol küçük yaşta babasının tacizine maruz kalmıştır. Bu nedenle babasının onun odasına geldiği 23.00 saatinde nevrozlar yaşar ve sevişme sesleri duyar. Bu gerilimli anlarda artan saat sesi de ona babasının geliş vaktini hatırlatır.
Ablasıyla yaşayan Carol, ablası tatile gittikten sonra gerçekle ve zamanla bağını kaybeder. Önce pencereleri örter, dairedeki her şeyi tıpkı zihnindekiler gibi pis ve dağınık bırakır. Zamanın geçtiği ise ancak çürüyen tavşandan ve çimlenen patateslerden anlaşılabilir. Bu durum da karakterin ruhsal yapısının tıpkı tavşan ve patatesler gibi çürüdüğünü gösterir.
Polanski, karakterlerin gerçekle bağını yitirdiği ve kendi benliklerini temsil eden apartman dairelerine yabancılaştığı noktada dairedeki nesnelerin boyutlarıyla oynar. Carol’ın dairesi gittikçe genişlerken Kiracı filminin başkarakteri Trelkovski neredeyse evdeki bardaklarla aynı boya gelir.
Bu sahnelerde karakterlerin genellikle bir çeşit kriz geçirdiğini görürüz. Bunların yanı sıra Trelkovski’nin çöpleri atarken yere çöplerin düştüğünü sanması kendisini çöp gibi hissettiğini gösterirken, Carol’ın çaydanlıkta kendisini canavar gibi gördüğü sahne de bu yabancılaşmanın bir göstergesidir.
Rosemary’nin Bebeği filmindeyse dairenin eksiklikleri göze çarpar. Bu eksiklikler, Rosemary’nin kişiliğindeki ve hayatındaki eksikleri temsil eder. Rosemary henüz benliğini oluşturamamıştır. Bununla birlikte seksaplitesi ya da kendi cinselliğini keşfetmesini sağlayacak romantik bir ilişkisi de yoktur. Eşi daima işleriyle ve yan dairedeki yaşlı komşularıyla ilgilenmekte, Rosemary’i yalnız ve duygusal açıdan eksik bırakmaktadır.
Bunun yanı sıra dairede yanlış ve tekinsiz şeyler de vardır. Gizli bölmeler, yanlış yerde duran dolaplar, feci şekilde can veren eski ev sahipleri ve komşular, eksik parke mobilyalar… Ancak bunlara rağmen daire oldukça ferah ve aydınlık bir görünüme sahiptir. Bu zıtlık da Rosemary’nin karakterini iyi yansıtır. Çünkü Rosemary de aslında tüm eksiklerine rağmen oldukça güzel ve akıllı biridir. Eşiyle yaşadığı sorunlara rağmen dışarıdan oldukça mutlu ve hayatlarının henüz başındaki bir aile görünümü çizmeleri de benzer bir zıtlık yaratır.
Trelkovski, Carol ve Rosemary’nin ortak özelliği, benliğini oluşturamamış ve dışarıdan gelecek etkilere oldukça açık karakterler olmasıdır. Şeffaf ve değişken bir benliği olan karakterler, toplum tarafından kabul görmek için devamlı çevresindekilere uyum sağlamaya çalışır. Apartman sakinleri, onların kişiliğine ve özel hayatına daima müdahale eder. Karakterler hayatları boyunca kendi iradeleriyle değil, çevresindekilerin yönlendirmeleriyle yaşayan kişilerdir.
Bu durum, Kiracı filminde Trelkovski’nin evine hırsız girmesi ve etrafı dağıtmasıyla sembolize edilir. Rosemary’nin kendi iradesiyle yaptığı tek şey de saçlarını kestirmektir. Ancak yeni saç modelini kimse beğenmez ve karakterin, eşi tarafından bir çocuk gibi azarlandığını görürüz. Carol’ın ısrarcı flörtü ile ev sahibi de benzer şekilde onun dairesine izinsiz girer ve bunun için öldürülür.
“Öteki” Okuma
Apartman Üçlemesi’nde görebileceğimiz diğer önemli özellikse filmlerin “öteki” okumaya sahip olmasıdır. Özellikle Kiracı ve Rosemary’nin Bebeği filmlerinde, hikâyenin görünen yüzünün yanı sıra başka okumaların da işlediği görülebilir.
Kiracı filmi ile başlarsak ilk okumada, toplumun Trelkovski’yi Simon Choule’a dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Simon Choule’un intiharından sonra onun yaşadığı daireye yerleşen Trelkovski’den devamlı Simon gibi davranması beklenir. Simon’un içtiği kahveden ve onun içtiği sigaradan içmeye zorlanır. Simon’un camdan atladığında neden olduğu tentedeki kırık onarılırken Trelkovski, “Benim için hazırlıyorlar, ölmemi istiyorlar,” diye düşünür. Gerçekten de kabul görmek için çabaladığı toplum tarafından devamlı ötekileştirilir ve Simon Choule gibi onun da kendini “imha etmesi” beklenir. Kısacası karakter, çevresindekiler tarafından Simon gibi intihara sürüklenir.
Diğer bir okumayla Trelkovski’nin aslında en başından beri Simon Choule olduğunu görürüz. Yani karakter Simon olmaya zorlanmanın da ötesinde zaten Simon’u içinde taşır. Ona devamlı Simon’un hatırlatılması aslında Trelkovski’nin de “öteki” olduğunun işaretleridir. Simon lezbiyen olduğu için bu çevrede kabul görmemiş ve intihar etmiştir. Trelkovski’nin homoseksüel olduğuna dair de ipuçları vardır. Ahbapları bir “erkek” gibi komşularıyla kavga edip onlardan korkmazken, Trelkovski kimseyle tartışmaya girmeyen, naif bir karakterdir ve arkadaşlarına daima özenir. Ayrıca filmin başından beri flört ettiği Stella ile bir türlü cinsel ilişkiye girememesi de bir ipucu olarak okunabilir.
Bunların yanı sıra filmin henüz jeneriğinde Trelkovski’yi ve bölünmüş kişiliğini görürüz. Pencerenin çerçeveleri Trelkovski’nin yüzünü ortadan ikiye bölmüştür. Filmin devamında Trelkovski, kendi dairesinin hemen karşısında kalan apartmanın ortak tuvaletinin camında devamlı birtakım insanlar görür. İntiharı yaklaştıkça bir pencerede kendisini, diğerindeyse Simon Schule’u görmeye başlar.
Rosemary’nin Bebeği filminde de ikili okuma yapmak mümkündür. Bunlardan ilki, toplum tarafından devamlı özel hayatına müdahale edilen ve ne kadar korumaya çalışsa da bebeğini ona kaptıran bir kadınının hikâyesidir. Komşuları, çiftin ne zaman sevişeceğinden ne yiyeceklerine kadar her şeye karışan “şeytani” insanlardır. Her ne kadar mücadele etmiş olsa da filmin sonunda Rosemary, bir şeytan olarak doğan bebeğini bırakmak istemez. Durumu kabullenerek bu günahkâr insanların arasına girer ve ona biçtikleri annelik rolünü üstlenerek bu şeytani düzenin bekasını sağlar.
İkinci bir okumayla Rosemary’nin hamileliğin etkisiyle psikolojik sorunlar ve paranoya yaşadığı söylenebilir. Rosemary, benliğini oturtamadığı için bir bebeğin varlığını kaldıramamış ve bebeğini kötülüklerden koruma isteği onun nevrozlar yaşamasına neden olmuştur. Hamileliğin yükünü tek başına kaldırması ve kocası tarafından yalnız bırakıldığı için yaşadığı duygusal eksiklikler de bu paranoyaların yaşanmasında etkilidir. Ayrıca karakter, bir travma da yaşamaktadır. Çünkü hamileliği, kendisi baygınken kocasının tecavüz etmesiyle olmuştur.
Rosemary’nin benliğinin gelişememesinde kilisede yetişmiş olması ve dindarlığı da etkilidir. Çünkü komşuları ve eşi kadar kilise çevresinden tanıdığı bir ahbabı da onu yönlendirmektedir. Bir türlü kendi yaşamının kontrolünü eline alamaz. Sonunda kocasının dahi şeytan olduğunu ve gizli bir tarikata hizmet ettiğini düşünmeye başlar. Ancak bu tip düşüncelerden uzaklaştığı ve bu ahbabını görmediği süre boyunca durumu iyiye gider. Kısacası Rosemary’nin Bebeği filminde dindarlık teması bir okumada övülürken diğer okumada şizofreni nedeni olarak gösterilir. Bu açıdan filmin “çok sesli” olduğu da söylenebilir.
“Uncanny”
“Uncanny” Freud’un teorisi olan, psikanalizle ilgili bir kavram. “Canny” alışıldık ve benzer olan anlamına gelir. “Uncanny” ise alışkanlığı kıran, güvensiz ve tekinsiz hissettiren şeylerdir. Bir şeyin ait olmadığı bir yerde bulunması, zamansal bağlamından koparılması, gerçek olamayacak kadar iyi olması ya da aynı anda iki şey olması ve aitlik hissini kaybettiğimiz durumlar “uncanny” olarak tanımlanabilir.
Bu kavram, Polanski sinemasında da çeşitli şekillerde karşımıza çıkar. Hatta seyirciyi filmin içine çekmek ve Polanski filmlerine özgü rahatsız edici atmosferi sağlamak için kullanılan önemli bir araçtır. Özellikle Apartman Üçlemesi’nde gerilimin ana iskeletini “uncanny” durumlar oluşturur.
Trelkovski bir başkarakter olarak Kiracı filmindeki en önemli “uncanny”dir. Çünkü ait olmadığı ve istenmediği bir yerdedir. Aynı zamanda filmin bir okumasıyla da aslında Simon’dur ve iki karakteri bir arada barındırır.
Bulantı filminde ise başkarakter Carol, hem çok güzel, hem çok çocuksu hem de çok seksidir. Karakterin bu şekilde, gerçek olamayacak kadar güzel olması onu da bir çeşit “uncanny” haline getirir. Çünkü seyirci Carol’ın hayatını takip ederken daima tereddüt içindedir. Ayrıca filmde bir türlü yenmeyen ve çürüyen tavşan da “uncanny”dir. Ancak tavşan sembolü burada Carol’ın kaybettiği cinselliğini ve doğurganlığını da temsil eder.
Rosemary’nin Bebeği’nde “uncanny”i henüz filmin jeneriğinde görürüz. Film bir gerilim filmi olmasına rağmen ekrandaki yazıların pembe olması “uncanny”dir çünkü filmin temasına zıttır ve tekinsiz bir hava yaratır. Rosemary’nin Bebeği’ni bir gerilim ve gizem filmi olarak izlemeye başlayan izleyiciler bu tekinsiz havanın etkisine kolayca gireceklerdir.
Ayrıca doğacak bebeğin bir bebek mi yoksa şeytan mı olduğu sorusu da “uncanny”i gündeme getirir. Çünkü masumiyet timsali olan bir bebeğin bu iki zıt karakteri birlikte barındıran yapısı izleyici için oldukça tedirgin edici ve sarsıcı bir durumdur.
Polanski’nin korku sinemasının birçok karakteristik özelliğini barındıran Apartman Üçlemesi, psikolojik mizansenler ve Freudyen temaları oldukça başarılı şekilde bir araya getirir. Karakterlerin yaşadığı psikolojik veya fiziksel sorunlar filmdeki mekân seçimiyle de oldukça uyumludur. Öyle ki Apartman Üçlemesi’ndeki mekânlar, karakterlerin bir parçası haline gelmiştir.
Bunların yanında izleyici, filmin atmosferine kapılırken yaratılan tekinsiz hava sayesinde de oldukça dikkatli davranır. Filmlerin birçok farklı okumayı bir arada barındırabilmesi de bu açıdan oldukça anlamlıdır. Çünkü filmleri izlerken gerilsek de birçok sembolü ve mesajı yakalamamıza bu şekilde imkân verilir.
221B’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.