murat yetkin

Gazeteci-Yazar Murat Yetkin ile Casusiye Üzerine

32 dakikalık okuma

Murat Yetkin 1981’de gazetecilik hayatına başladığından beri BBC World Service, Deutsche Welle, AFP, Kanal D, NTV gibi birçok yayın organında muhabirlik ve haber yöneticiliği yaptı. Radikal gazetesinde uzun yıllar Ankara temsilcisi olarak çalışan Murat Yetkin, kısa aralıklarla çıkardığı son iki kitabında pek çoğumuzun ilgi ve merak duyduğu konulara değindi. Yetkin, 2017’de yayımlanan Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı ile yakın tarihe damgasını vuran komploların iç yüzünü yazarken, 2018’in son aylarında okurlarıyla buluşan Meraklısı İçin Casuslar Kitabı’ndaysa bizi istihbarat dünyasının derinliklerine götürüyor.

Bu kitapları yazmasında bir gazeteci olarak 30 seneyi aşkın bir süredir yakından takip ettiği siyasete duyduğu profesyonel ve kişisel merakın etkili olduğunu söyleyen Yetkin ile “siyasetin görünmeyen yüzü” olarak tarif ettiği casusluk ve espiyonaj üzerine güzel ve zihin açıcı bir söyleşi yaptık.

Daha önce Entrikalar kitabını yazdınız, şimdi de Casuslar kitabınız yayımlandı. Gazetecilere benzer bir şekilde polisiye okurları da ipuçlarını takip etmeyi, sorgulamayı ve muammayı çözmeyi severler. Sizi bu konular üzerine yazmaya mesleğinizde yaptığınız araştırmalar mı itti yoksa zaten geçmişten beri polisiyeye meraklı mıydınız?

Bu meselelerle uğraşmak lazım. Bana soruyorlar, ne kadar zamanda yazdınız kitabı? Diyorum ki 30 yıl artı 6 ay. Kendimi bildim bileli bu konuları okuyorum. Sadece espiyonaj ve askeri tabir üzerine ciddi bir kütüphanem var. Benim bu işlere merakım siyasete merakım yüzünden. Kitabımın arkasına da yazdım, bana göre espiyonaj siyasetin başka araçlarla devamıdır. Clausewitz diyor ya, savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır; ben de diyorum ki, casusluk, espiyonaj da savaşın başka araçlarla devamıdır. 

murat yetkin kitapları

Casusluğu siyaset içinde nasıl konumlarsınız?

Casusluk siyasetin görünmeyen yüzüdür. Çünkü siyasetin bana kalırsa iki yüzü var. Biri görünen, açık yüzü; burada siyasi partiler, dernekler, sendikalar, meclisler, uluslararası anlaşmalar, anayasalar, yasalar, alışkanlıklar, eğilimler, kültür, gelenekler, uluslararası kuruluşlar, BM, uluslarüstü kuruluşlar, AB, INTERPOL var. Bu açık siyasettir, seçim oluyor, oylarımızı kullanıyoruz ya da kullanmıyoruz, o akşam belli oluyor, ertesi sabah mecliste kaç sandalye var, biliyoruz.

BM’de bir tartışma yapılıyor, sonucunda bir kınama çıkıyor mu çıkmıyor mu, biliyoruz. Bu alandaki değişkenler yasalar, anlaşmalar, alışkanlıklar, gelenekler, ahlak, kültür. Bazen ülkeler, şahıslar, örgütler, şirketler bu yasal sınırlar içinde hedeflerine ulaşamayacaklarını saptıyorlar. 

Siyasetin görünen ve görünmeyen alanlarını devlet ya da şirket yapısı içinde bütünleştiren de diplomasi. Genelkurmay, içişleri bakanlığı gibi kurumların kendi amaçlarına yönelik çalışan istihbarat birimleri var. Askeri istihbarat, asayiş gibi. Ama dışişleri bakanlığı dışında istihbarat daire başkanlığı olan başka bir bakanlık yoktur. Dışişleri bakanlığının casusları yoktur. Ama ona göre örgütlenmiş bir geleneği vardır. Açık kaynaklar dolayısıyla o çerçevede sürekli olarak dışişleri bakanlığı, genelkurmay ve milli istihbarat, Türkiye özelinde söylüyorum, gerekli noktalarda koordineli çalışırlar. 

Mesela her ülkenin ya da kendini ciddiye alan ülkelerin bir akredite yani yasal temsilcisi vardır. CIA, Ankara’daki temsilcisi olarak John Smith’i gösteriyor ve diyor ki bir şey söyleyeceğin zaman ona söyle. Ama CIA’in Türkiye’deki faaliyetlerini John Smith yürütmüyor. Aynı şekilde Türkiye’nin de Washington Büyükelçiliğinde MİT’in ABD nezdindeki temsilcisi Ahmet Mehmetoğlu’dur.

Bu demek değildir ki MİT’in bütün faaliyetleri Ahmet Mehmetoğlu tarafından yürütülür ama bir şey olduğu zaman sorumlu odur. Bazen elçilikte çalışanların görevleri göründüğünden bambaşka olabilir. Geçtiğimiz yıllarda tesadüfen CIA’in istasyon şefinin resmi titrinin İngilizce eğitim ataşesi olduğunu öğrenmiştim. Orada taşıdığı unvanın çok önemi yok ama oradaki yasadışı faaliyetin önemi var. Zaten yakalandığı zaman sınır dışı ediliyor ya da içeri alınıyor. 

Çok temel bir soru olacak ama casusluğu tam olarak nasıl tarif edersiniz? Casusluk bir meslek midir, memuriyet midir, ek iş midir, hobi midir?

Bir iştir. Bir meslek değildir ama bir iştir. İstihbaratçılık bir meslektir. Ama her istihbaratçı bir casus sayılmayacağı gibi her casus da istihbaratçı olmaz. Örneğin Çiçero dört dörtlük bir casus ama bir istihbaratçı değil. Sahtekârın biri, bunu bulup kullanıyorlar. Casusluk yapmayan istihbaratçılara örnek olarak da analistleri verebiliriz. KGB’nin CIA içindeki köstebeği Aldrich Ames’i yakalayan altı kişilik bir ekip var.

Bunların tamamı analist, masabaşı çalışanlar. Sahada birileri bilgi topluyor, casuslar, ajanlar, muhbirler bilgi yağdırıyor, onlar toplanıyor, yoksa tek bir kaynaktan gelen bilgiye bağlı kalırsınız. Bu analistler bilgileri alıyor, inceliyor. Bazen diyorlar ki bu yanıltmak için verilmiş bilgi, at çöpe. Bazen de diyor ki çok önemli, bunu takip edelim. Bu şekilde köstebeği yakalıyorlar. 

çiçero film

İstihbarat aktivitesi çoğunlukla dev bir satranç oyunu olarak tasvir edilir ama…

Casusluk işini en az simüle eden şey satranç. Tavla daha uygun; çünkü şans faktörü çok önemli. Yasal sınırların dışına çıktığınız anda artık bir yerde Allaha emanetsiniz. Şans faktörü kapınızı arka kapıdan çalabilir. Sırtınızdan vurulursunuz. Tavlada siz bir oyun kurarsınız ama her bir elde o oyun yeniden kurulur aslında gelen zarla, zar tutmuyorsanız eğer, yakalanmadan zar tutmuyorsanız her el yeniden kurulur çünkü gelen zarla bir anda kombinasyon değişiverir. Ona adapte olmanız lazım. Bence espiyonajı satranç asla simüle etmez, tavla eder.

Peki, tavla ve şans faktörünü düşününce insanlar bu “Allaha emanet” işe niye giriyorlar?

Benim görebildiğim kadarıyla birincisi, inanmışlık var. Milli dava, ideolojik dava diye giriyorlar. Bu ideolojik dava kısmını 1930-40’larda daha çok komünist casusluk örgütlerinde görüyoruz. Mesela Türk, Yunan, İsrail, İran gibi coğrafyalarda da milli duyguların yüksek olması nedeniyle insanlar giriyor. İkincisi, meslek olarak tesadüfen ya da hoşuna gittiği için girenler var.

Üçüncüsü, anne baba mesleği olarak girenler var. Mehmet Eymür. Babası Mazhar Eymür, o zamanki adıyla MAH, oranın teknik şubesini kuran kişi. Mehmet Eymür o ortamda büyümüş zaten, baba mesleği. Bunun dışında şantajla giren var. Açığı yakalanınca şantaja boyun eğiyor. Ve tamamen para karşılığı girenler var. Bunlar giderek çoğunlukta oluyor. Çeşitli nedenler var, bir prototip çıkaramıyoruz.

İstihbarat dünyasında rolü ve etkisi giderek genişleyen yeni teknolojilerin casusluk işine nasıl etki ettiğini ya da edeceğini düşünüyorsunuz?

Şimdi dijital teknoloji var, Wikileaks çağı gibi şeyler deniyor. Telgraf ilk çıktığında da aynı şeyler söylenmişti. Bu işin teknolojiyle bağı sadece yöntemler açısındandır, strateji değişmez. Rakibiniz ister şirket, ister başka örgüt, ister başka devlet olsun, stratejiniz rakibinizin sizden sakladığı bir şeyi öğrenmektir.

Bu Wikileaks olayı nasıl çıktı peki? Bir onbaşı, bir gün kızdı, gitti gizli bilgilerin olduğu flashdiskleri bir torbaya koydu, Wikileaks’e verdi. İnsan faktörü bitmez. Bitmeyecektir. Şimdi dronelarla vuruyoruz, droneu kim yönetiyor? İnsan faktörü illaki olacak. Dolayısıyla insanın faktörünün olduğu yerde de hata, ihanet, sadakat olur. 

John Le Carré’nin Köstebek romanında KGB’nin casus şefi Karla, George Smiley’nin İngiliz istihbaratındaki köstebeği tespit etmesini engellemek ve onun dengesini bozmak için Smiley’nin karısıyla olan ilişkisini bozduğunu görüyoruz. Karla’nın bu yaptığı bir nevi sınırtanımazlık. Casusluk işinde sınırları belirleyen ve bu sınırların devamlılığını sağlayan bir durum veya anlaşma var mı? Yoksa amaca giden her yol mubah mı?

Yasal alanın dışına çıkınca her şey serbest. Amacınıza ulaşmak için çalmak, yalan söylemek, ihanet etmek… Casusluk işindeki tek kural, yakalanmayacaksınız. Her casusluk örgütünün kendi vatandaşına karşı casusluk yapması yasaktır. Hepsi yapar. Yakalanmamak şartıyla. 

Casuslar, karşı taraflarda da olsalar, arkadaş olurlar mı?

Evet. Daha çok emekliliklerinde olurlar. Emekli olduktan sonra bir araya gelip yiyip içip resim çektiren KGB, CIA ajanları oluyor. Aynı meslekte olmanın getirdiği bir yakınlık var. Birbirlerini biliyorlar çünkü yıllarca birbirlerini takip etmişler. Yakalanmamak şartıyla kendi içinde eğlencesi olan bir dünya herhalde. 

Soğuk Savaş’ta iki tarafta da casusların yakalanması durumunda takas mekanizması devredeydi. Halbuki pek çok casusluk filmi ve romanında casusluğun ölümüne oynanan bir oyun olduğu algısı hâkim. Sizce casusluk bu iki resimden hangisine daha yakın?

Birbirlerini olabildiğince öldürmüyorlar. Zaten soğuk savaş döneminin en büyük ayırt edici özelliğiydi bu. Şu anda öldürme dönemi başladı, halbuki normalde bu işte mecbur kalmadıkça öldürmüyorlar birbirlerini. Savaşan ülkeler dahi istihbarat servisleri arasındaki bağlantıyı açık tutuyorlar. Hiç ummadık yerden ummadık istihbarat geliyor. 

Ben bunun birazını 2004’te yayımlanan Kürt Kapanı kitabımda Abdullah Öcalan’ın yakalanma öyküsüyle bağlantılı olarak yazdım ama şimdi elime çok daha yeni bilgiler geçti. Bu yeni bilgileri önümüzdeki aylarda Kürt Kapanı’nın genişletilmiş baskısında paylaşacağız. O kadar ilginç şeyler çıktı ki; mesela Yunanistan’da birtakım CIA raporları açıklandı. Dolayısıyla onlarla daha net bir resim verebileceğiz.

Ama en ilginç şeylerden biri, ABD’nin Öcalan’ın yakalanma sürecine müdahale etmesi. Bir başka faktör de o sırada Libya’da operasyon yapan MİT’in eline geçen çok önemli bir bilgiyi, ABD’lilerin elde edemediği bir bilgiyi ABD’lilere vermesi. Uydun yok ama sahadasın ve insan faktörü bu noktada devreye giriyor. İnsan olmadan bu iş olmaz. Gelecek kitabımda o bilginin nereden geldiğini yani o bilginin hikâyesini okuyacaksınız. 

Mesela Londra’daki zehirlenme olayındaki Sergei Skripal, zamanında takas edilmiş bir batı casusu. Sovyetler Birliği, zamanında elindeki dört batı casusunu vermiş, on casusunu almış. Bu dört casustan biri de Skripal. Kim bilir ne zaman açığa çıkacaktı. Ama birisi ihanet ediyor ve ortaya çıkıyor. Fakat takastan yıllar sonra adamı ortadan kaldırmaya çalıştılar. Neden bilemiyoruz. Kullanım değeri var mı yoksa sadece intikam için mi? Ya da diğerlerine gözdağı vermek için mi, yani ihanetin karşılıksız kalmayacağını göstermek için mi? 

murat yetkin

Bugün Avrupa ve ABD’de Putin ve Rusya korkusu ya da karşıtlığının yükseldiğini gözlemliyoruz. Putin Rusya’sı, ABD ve Avrupa’nın liberal siyasetinin dengesini bozan bir aktör olarak görülüyor.

Her zaman “barbara” ihtiyacımız var. Kavafis’in Barbarları Beklerken isimli şiirindeki gibi, barbar filan gelmiyor. Her ülkenin yöneticileri iç yönetimde sıkıştıkları zaman dış düşmanlara ihtiyaç duyar. Böyle anlarda sizi bölmek, parçalamak isteyen dış düşman çıkar ortaya. 1950’lerin McCarthy dönemi budur. Çünkü atom sırlarını çaldırmışlardı ve ne yapacaklarını şaşırmış vaziyetteydiler. Bütün ülkelerde bu geçerlidir. Putin için de geçerlidir, Merkel için de. Ülkelere bağlı bir şey değil, bu tamamen düşman ihtiyacı. 

İstihbarat örgütleri bazı durumlarda yükselttikleri paranoyaya kendileri inanır mı?

1979-81 arası çok kritik bir dönem; Türkiye’de 12 Eylül darbesi olmuş, Afganistan operasyonu başlamış, mücahitler silahlandırılmış. O dönemin CIA Başkanı Stansfield Turner ile konuştum. Dedim ki, siz bu mücahitleri silahlandırırken düşünmediniz mi? Hata yaptık, dedi, hesap hatası.

Biz, Sovyetler Birliği ekonomisinin bu kadar güçsüz olduğunu bilmiyorduk, tahmin ettiğimizden on yıl önce çöktüler, dedi. Hesapları şu: İslamcı aşiretleri silahlandıracaklar, Sovyetlere saldıracaklar, Sovyetler, İslamcıları püskürtecek, sonra da bunlar onları söndürecek. Siyasi tarih nedir, biliyor musunuz? Evdeki hesapların çarşıya uymamasının tarihidir. Dünyanın en büyük siyasi projesi ne diye sorsanız Sovyetler Birliği derim. 70 yıl sürdü. En önemli etkisi dinin toplumdaki etkisinin yok edilmesiydi.

70 yıl sonra kilise hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya başladı. Sosyal mühendislik denilen şey büyük bir palavradır, büyük bir hatadır aynı zamanda, insan hayatına mal olan, insanların acı çekmesine neden olan. Bunu hangi rejim yaparsa yapsın acıdan başka bir şey getirmez. Bunu her ülke yapıyor, her ülkenin sosyal mühendislik hesabı var ve bence çok hatalı bir şey.

Kitabınızda bahsettiğiniz üzere Sovyetler ve Doğu Almanya istihbaratları Soğuk Savaş boyunca batı istihbaratına karşı pek çok başarı kazanıyor. En azından bu ülkeler istihbarat mücadelesini kaybettikleri için çökmüyor denilebilir mi?

Evet, Marcus Wolf ve Doğu Alman istihbaratının başarıları var ama Doğu Almanya sonunda yıkılıyor. Doğu toplumlarında, ki Türkiye’de de böyle, bütün sosyal, siyasal gelişmeler perde arkasında bu işi yöneten birtakım karanlık üst akıllara bağlı olarak görülüyor: Yeşil düğmeye basınca Afganistan patlıyor gibi. Böyle bir dünya yok. Onu yapmak isteyen insanlar var ama yapamıyorlar. Bunun için insan aklı da toplumların yapısı da çok karmaşık. 

Kitabınızda Türkiye vatandaşları ya da Türkiye sık sık ortaya çıkıyor. Dönemler arasında farklılık da olsa Türkiye’nin dünden bugüne istihbarat dünyasındaki yerini nasıl tarif edersiniz?

Coğrafyasıyla. İbn-i Haldun’un dediği gibi coğrafya kaderdir. Bu Boğaz’ı elinde tutan bu bölgenin hâkimi oluyor. Bizans’ta da böyle, Osmanlı’da da böyle, şimdi de böyle. Türkiye’nin elindeki en büyük stratejik değer, Boğaz. Boğaz burada olduğu müddetçe tabii ki burası pek çok entrikanın, pek çok casusluk faaliyetinin sahnesi olacak. Bulabildiğim kadarıyla örneğin CIA’in geniş Avrupa coğrafyasında operasyonlar merkezi Münih’tir.

Yine bildiğim kadarıyla CIA’in en geniş Avrupa operasyonlar merkezi İstanbul’dur. Beyni burası değil ama en geniş çalışma alanı burasıdır. Buradan bütün Güneydoğu Avrupa, Doğu Akdeniz, Ege, Karadeniz, Orta Asya yani çok geniş bir alanda operasyon yapmak mümkün. Ruzi Nazar, ki çok önemli bir CIA ajanı, 11 küsur yıl burada kalıyor ama görev alanı sadece Türkiye değil, bütün Orta Asya, Kafkaslar. 

Bu durumda Türkiye büyük oyunda hem aktör hem de sahne mi?

Türkiye her zaman bu casusluk oyunlarının ya sahnesi ya hedefi ya aktörü olmuştur. İkisi bir olur, üçü bir olur, bir tanesi olur; oyundan oyuna değişir. Bu bölgede Türkiye’siz bir faaliyet, diğer katılımcılar açısından da ister Bulgar servisi olsun, ister İran servisi olsun mümkün değildir. Bir ucu mutlaka Türkiye’ye değer. 

murat yetkin

Sizce komplo teorileri neden Türkiye’de çok rağbet görüyor?

Komplo teorisiyle komplo iki ayrı şey; ya da entrikayla entrika senaryoları iki ayrı şey. Siz komployu kanıtlayana kadar o, komplo teorisidir. Kanıtladıktan sonra komplonun gerçek olduğu da ortaya çıkar. Dolayısıyla illa komplodan her bahsediliş, küçümsenecek, hafife alınacak bir şey değildir, sizin onu araştırıp bulmanız lazım. 

Sovyetler Birliği istihbaratta başarılı olmuş ama biz biliyor muyuz mesela CIA, Sovyetler Birliği’nin çözülmesini sağlayan kadrolarında bugüne kadar açığa çıkmamış isimleri devşirmiştir. Rusya’ya gittiğiniz zaman orada en yaygın komplo teorisi Gorbaçov’un aslında CIA ajanı olduğudur. Belki de öyle olduğu ortaya çıkacak ileride, bilmiyoruz. Bu kitapta aktardım, batı sistemi Gorbaçov’un yükselmekte olduğunu ABD’ye iltica eden bir ajandan öğreniyor.

Gorbaçov diye birinin yükselmesi o zamana kadar akıllarına bile gelmemiş. Size şahsi spekülasyonumu söyleyeyim; Haydar Aliyev, ki o dönem KGB’nin başı ve zekâ, kalite bakımdan Gorbaçov’dan katbekat üstün. Ama işte sadece istihbarattan oluşmuyor dünya. Gorbaçov, Haydar Aliyev’in önünü kesmeseydi, Haydar Aliyev yükselip genel sekreter olsaydı Sovyetler Birliği’nin yıkılış ya da dönüşüm hikâyesi de çok farklı olurdu. Daha iyi mi, daha kötü mü olurdu bilmem ama bugün biz farklı bir dünyada yaşıyorduk. 

Komplo teorilerinin yoğun bir şekilde dolaşımda olduğu ve hevesle tüketildiği bir ülkeyiz ama bu teorilerin edebiyatta karşılığı olan casusluk romanları konusunda çok zengin olduğumuz söylenemez. Sizce bunun nedeni nedir?

Türkiye’de niye yok sorusundan önce, burada sormamız gereken başka bir soru var: Rusya’da niye yok? Türkiye, dünya siyasetinin büyük bir aktörü değil, bölgesel siyasetin bir aktörü. Dünya siyaseti aktörlerinden ABD’de casusiye (polisiyeden farklı olarak) diye devasa bir külliyat var. İlk örnekleri zaten İngiltere’den çıkıyor. Casusiye modern çağın bir ürünü ve ülkelerin istihbarat servislerinin kurumlaşmasıyla yakından alakalı.

Rusya’da KGB var, daha önce Çeka var, daha önce çarlık polis teşkilatı var. Bunun edebiyatı niye yok? Bakıyoruz, Rusya’da ilk casusiye örnekleri Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra başlıyor, Bori Akunin’in Fandorin serisi var mesela. Murder on the Levianthan sekiz kitaplık güzel bir seridir. Bu dediklerimin çoğunun İngilizce çevirisi var ama Türkiye’de ulaşması zor oluyor.

Komünizm döneminde bunun baltalandığı doğru ama ortadan kalktığı doğru değil. Örneğin, tamamen savaş romanları çerçevesinde ama İlya Ehrenburg’un Paris Düşerken, Fırtına, Dipten Gelen Dalga üçlemesi; Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don üçlemesi, bunlar devasa eserler. Dolayısıyla ortadan kalktı diyemeyiz. Evet, Pasternak’ın başına gelenler felakettir. Ama yine de varlığını sürdürmüş çünkü geride müthiş bir külliyat var. Çaykovski’nin 1812’si, tamamen Napolyon’un Moskova seferi üzerine adam konçerto yazmış. Savaş ve Barış, bunlar klasik eserler aslında. 

Casusiye denen şey polisiyeden farklı olarak fikir özgürlüğü gerektirir. Yakınlarda bir yerlerde okudum; Türkiye’de Yeşilçam filmlerinde son sahnede ne olursa olsun bir Türk polisi görünecek. Bu yazılı olmayan bir kural, öyle başıboş bir iş değil. Bununla bağlantılı, casusiyenin eksikliği. Yoksa yazdığım bu iki kitapta sadece Türkiye kısmından ne literatür çıkar. Bizim edebiyatçılar pek oraya bakmıyorlar. Kolayına bakıyorlar. Bunun istisnaları yok mu, var. 

Sizin casusluk romanı yazmak gibi bir niyetiniz var mı?

Bana artık romana gir diyorlar, ben önce yazacaklarımı yazayım diyorum. Ondan sonra kurguya geçeriz. 

Konu ne olacak diye sorsam?

Söylemem ama Türkiye odaklı olacak. Aklımda birkaç güzel konu var, ömrüm ve enerjim vefa ederse yazacağım hepsini. Hiç yazılmamış, hiç dokunulmamış şeyleri yazacağım. Kaynak var, uranyum madeni gibi duruyor orada.

Politik polisiyede son yıllarda dünya çapında bir yükseliş olduğunu gözlemliyoruz. Kuzey Avrupa polisiyelerinin çoğunda politikacıların kirlenmesi, bürokratlar, entrikalar uluslararası ilişkiler… Bu romanlar dizilere uyarlanıyor, dünyanın başka yerlerinde çevriliyor, çokça izleniyor. Sizce insanların politik polisiyeyi eskisine göre daha çok izlemesi, takip etmesi ya da bu dizilerin popülaritesinin nedeni nedir?

Bilinmezlik. İnsanlar gördüklerine inanmıyorlar, apaçık gözlerinin önünde olan şeye inanmıyorlar. Bana kalırsa olup bitenin %90-95’i gözümüzün önünde oluyor ama biz hep bunun arkasında bir şey arıyoruz. Birileri de çıkıp bak arkasında bu var aslında dediği zaman doğru olsun olmasın ilgimizi çekiyor. Bilinmezin bir çekiciliği var.

Görünen dünyanın sıradanlığından kaçış gibi mi?

O da olabilir. Eğlence için de olabilir, merak da olabilir. Meraklısı için diyoruz bu seriye zaten. Hep, “Yok, başka bir şey var, bir üst akıl, yoksa olur mu canım!” algısı var, bir bilinmezlik katma güdüsü de var. 

casusluk romanları

Sizin okurlara önereceğiniz casusluk romanları nelerdir?

Giderek daha az okuyorum kurguyu. John Le Carré’nin yeri ayrı. Daha öncesinde Graham Greene var tabii, çok önemli bir casusiye yazarı bana kalırsa. Amerikalı yazarlar daha sabun köpüğü yazıyorlar ama daha rahat okunuyor. Glenn Meade bana daha yakın. Tom Clancy mesela istihbarat örgütleriyle de iç içe çalışan biri. Kitaplarında çok bilgi var, çok güzel. Ama tam Amerikan tüketicisine uygun, sabun köpüğü gibi. Stieg Larsson acayip bir yazar. Boris Akunin’in ayrı bir yeri var bende. Titiz, araştırmacı bir yazar. Üslubunu da seviyorum. 

Türkiye’de polisiyenin, polisiye yazının durumu, geleceği nedir sizce?

Ahmet Ümit en iyi polisiye yazarımız bana kalırsa. Onunla birlikte çıta da yükseldi. 50’lerde Mike Hammer serisini Kemal Tahir yazmış parasızlıktan, alırmış New York telefon rehberini, haritasını önüne, oradan yazarmış. Peyami Safa’nın Cingöz Recai serisi var. 

Casusiye yazan Suphi Varım var. Denk geldim, hoşuma gitti. Fantastik polisiye yazıyor, çok da siyasi aslında kitapları. Onun dışında İhsan Oktay Anar, iyi edebiyatçı bence. Selçuk Altun da birinci sınıf bir yazar. Ama yine de iyi casusiye Türkiye’de çok nadir. Bence asıl sorun o.

221B’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.

Doruk Tatar

2010’da Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde lisansını tamamladıktan sonra Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Bölümü'nde yüksek lisans ve Buffalo Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde doktora yaptı. Aralık 2018'de bitirdiği “On Guard Against Contamination: Espionage, Conspiracism, and Imperial Nostalgia in British and Turkish Literatures” başlıklı doktora tezi, Türk ve İngiliz edebiyatlarının imparatorluğun çöküşüne verdikleri reaksiyonlar üzerinden istihbarat, paranoya ve komploculuk temalarını ele alır. İki bölümden oluşan doktora tezi, ilk ayağında İngiliz casusluk edebiyatındaki farklı ekolleri incelerken Rudyard Kipling, John Buchan, Ian Fleming, Joseph Conrad, Graham Greene ve John le Carré gibi yazarlara odaklanır. Casusluk edebiyat türünü oluşturan bu yazarları analiz ederken paranoya temasını odağa alarak politik teori ve psikanalizden de yoğun bir şekilde istifade eder.
Mayıs 2017’den beri 221B, Birikim, Episode ve BÜMED dergilerinde çeşitli yazıları yayımlandı. 2019 Güz döneminde Sabancı Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı’nda Komplo ve Paranoya üzerine ders verdi.

roman polanski
Önceki Hikaye

Polisiye Sinemanın "Öteki" Yüzü: Roman Polanski

peyami safa
Sonraki Hikaye

Server Bedi ve Kahramanı Cingöz Recai

En Son Yazılar