alfred hitchcock

Polisiye Sinemanın “Altın Çağı”: Alfred Hitchcock

/
19 dakikalık okuma

Hitchcock filmleri bana genellikle Altın Çağ polisiyelerini hatırlatır. Aslında film-noir olarak tanımlanan bu filmler; komik, erotik, karmaşık ve karanlık bir atmosfere sahiptir. Üstelik Hitchcock, Holywood ile birlikte Kara Roman’ı andıran birçok casusluk filmi de çekmiştir. Ancak o, ne Hercule Poirot gibi zeki dedektiflere ne de Kara Romanların sert polislerine ihtiyaç duyar. Çoğu zaman da sır perdesini sıradan, masum insanlar başlarını belaya sokarak aydınlatır.

Hitchcock sinemasının bana Altın Çağ’ı hatırlatan özellikleriyse bulmacaya benzeyen ve izleyiciyi kolayca içine çeken yapısı ile pozitivist tutumu ve güçlü adalet duygusudur. Buradaki pozitivist tutumdan kastım, örneğin Kubrick ve Polanski gibi yönetmenlerin gizem filmlerinde görmeye alıştığımız mistik öğelere hiç yer verilmemesi, her şeyin “akıl” ile açıklanabilmesi ve Hitchcock üzerinde büyük bir etkisi olan Freudyen temalardır. Hitchcock, işte bu pozitivist tavrı çeşitli yöntemlerle izleyiciyle buluşturabildiği ve onu film boyunca sürükleyebildiği için polisiye sinemaya kelime anlamıyla “altın çağ” yaşatmış bir yönetmendir. Dilerseniz biz de onun sinemasında bahsettiğim bu özellikler çerçevesinde, “spoiler” dolu kısa bir yolculuğa çıkalım.

k

Polisiyenin “öteki” yüzü Freud

Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, insanın Eros ve Thanatos olarak adlandırılan iki temel içgüdüyle var olduğunu iddia eder. Ona göre Eros; insanın karşılamak zorunda olduğu yeme, içme ve cinsellik gibi temel ihtiyaçlarını sağlayan yaşama içgüdüsüdür. Thanatos ise öldürme, kendine ve çevresine zarar verme gibi davranışlarda somutlanan ölüm içgüdüsüdür. İnsan bu dengeyi kaybederse hayatına sağlıklı bir biçimde devam edemez.

Freud’un bu teorisi, Hitchcock’un en önemli filmlerindeki temel çatışmayı ve temayı oluşturur. Bu filmlerin, ister katil isterse dedektif olsun, tüm başkarakterleri Eros ile Thanatos arasındaki dengeyi kaybetmiştir ve bunun sonuçlarıyla yüzleşmektedir. Örneğin Vertigo filminde bir suçluyu yakalamaya çalışırken yaralanan, bastona ve vertigo rahatsızlığına mahkûm olan John “Scottie” Ferguson’un Madeleine davasını üstlenmesinin ve onu izlemeye başlamasının sebebi işte bu denge sorunudur. Ferguson bu rahatsızlıklarından dolayı artık “tam bir erkek” değildir ve onu Ferguson yapan dengeyi yeniden kurması gerekmektedir. Bu nedenle ona koruyucu ve anaç davranan Midge yerine daha kadınsı olan ve kurtarılmayı bekleyen Madeleine’den etkilenir, ona âşık olur. Zaten Gavin Elster’ın dedektif, daha doğrusu kurban olarak onu seçmesi de tüm bunları hesaplamış olmasından kaynaklanır.

Benzer şekilde, Rear Window filminde yine James Stewart tarafından canlandırılan Jefferies karakteri de maceracı bir fotoğrafçıyken geçirdiği kaza sonucu bacağını kırar ve bir süre tekerlekli sandalyeye mahkûm olur. Tüm “gücünü” kaybeden ve artık “tam bir erkek” olamayan Jefferies, cinsel dürtülerini ve yine anaç, güçlü bir kadın olan sevgilisi Lisa Carol’a karşı duygularını kaybeder. Böylece onu terk etmeye karar verir. Ancak Lisa, kendini tehlikeye atıp maceracı olabileceğini Jefferies’e gösterir ve ondan yardım görür. Bunun üzerine Jefferies, ondan yine etkilenmeye başlar ve hisleri geri gelir.

Bu iki karakter, filmlerin “masumu” ve “dedektifi” olduğu için kaybolan dengelerini başkalarının hayatını gizlice izleyerek tekrar kurmaya çalışır. Başkalarını izleme durumu da bu bağlamda Hitchcock’un sık sık başvurduğu temalardan biridir. Ancak Psycho ve Strangers on a Train filmlerinde durum farklıdır. Buradaki karakterler Thanatos’un güdümüne girer ve birer katile dönüşür. Norman Bates ile Bruno Anthony; annelerinin güdümünde kalmış, onlara adeta âşık, çocuk karakterli insanlardır. Babası olmayan Norman, annesinin bir gün başkasıyla beraber olmasını ihanet kabul ederek ikisini de öldürür. Ancak ara sıra annesinin kılığına girerek annesi yaşıyormuş gibi hayatını sürdürmeye çalışır. Ne zaman bir kadına cinsel çekim hissedecek olsa bunu ihanet olarak görür ve annesinin kılığına girerek o kadını öldürür. Norman, kişilik bölünmesi yaşamaktadır ve cinayetleri gerçekten de annesinin işlediğini zannederek örtbas etmeye çalışır.

3

Strangers on a Train’in Bruno’su da benzer şekilde annesinin güdümünden çıkamamış bir karakterdir ve babasından nefret etmektedir. Bu nedenle bir cinayet planı yapar. Karısından boşanmak için onun rızasını alamayan Guy’ın karısını öldürür ve karşılığında ondan babasını öldürmesini ister. Kısacacı her iki karakter de olgunluk çağında yine Freudyen bir tema olan “Oidipus kompleksi” yaşamakta, bu nedenle de ölüm içgüdüsüyle cinayet işlemektedir.

Bu noktada tabii ki yine Freud’a ait id, ego ve süper ego gibi kavramlar akla gelir. İd, kısaca, ego ve süper ego ile çevrelenmiş, onlarla sürekli çatışma içinde olan ilkel ve kötü dürtüleri temsil eder. Bu karakterlerin hepsinde süper egoda yani toplumsal benlikte bir çeşit kırılma yaşanmıştır. Bu nedenle idleri görünür hale gelir. John ve Jefferies, insanları gizlice izleyerek bu çatışmayı bastırabilirken Norman ve Bruno’da tamamen id’in güdümüne girildiğini görürüz. Özellikle Strangers on a Train filminde Bruno’nun, Guy’ın hain karısını öldürmesi ve onu bir belanın içine sokması bu açıdan önemlidir. Çünkü burada Guy, karısı için, “Onu öldürmek istiyorum,” diyerek aslında bastırdığı arzuları izleyiciye göstermiştir. Bruno ise bunları yerine getirmiş ve onun karanlık benliği yani id’i olmuştur.

Freudyen bir tema olarak eşcinsellik

Hitchcock filmlerinde görebileceğimiz diğer bir Freudyen tema ise eşcinselliktir. “Freudyen” dememin nedeni, Hitchcock’un bu temayı Freud’un teorileri doğrultusunda işlemesi ve “tehlikeli” göstermesidir. Filmlerinde bu temayla sık sık karşılaşabileceğimiz Hitchcock, Holywood kuralları gereği eşcinselliği bu şekilde işlemiş olabilir. Çünkü bu temaları işlediği filmlerinde, örneğin Guy Haines’i canlandıran Farle Granger gibi gerçek hayatta da eşcinsel olan isimlerle çalışmış, eşcinselliğe dair birçok şey öğrenmiştir.

Freud’a dönecek olursak, ona göre aslında her insan doğduğunda eşcinseldir. Kendini ve cinsiyetini keşfettiği fallik dönemde karşı cinse ilgi duymaya başlar. Böylece Oidipus ve Electra komplekslerini yaşar. Bu nedenle Hitchcock da eşcinsel karakterleri; toplumsal benliğini oturtamamış, süper egosunu kuramamış ya da çocukluk döneminde kapana kısılmış karakterlerden seçer. Örneğin Bruno ile Guy aslında eşcinseldir ve Bruno, id’in güdümüne giren, yaptıklarının sorumluluğunu almaktan kaçan çocuksu bir karakterdir. O ve Guy, birbirlerinden nefret etmelerine rağmen birbirlerine zarar vermezler. Aralarında gizli bir sevgi bağı vardır. Bu hassasiyet, filmdeki kavga sahnelerinde açıkça görülebilir. Guy, Bruno’ya yumruk atar ve sonrasında ona karşılık vermeyen, “kalbi kırılan” Bruno’dan özür dileyerek ona gideceği yere kadar eşlik eder.

Benzer şekilde, Rebecca filminde eşcinsel karakter, filmin kötü karakteri Mrs. Denvers’tir. Ünlü bir evin hanımının ölümü üzerine evin beyi Maxim de Winter, genç bir kadınla evlenir. Onun ölen karısı Rebecca’ya gizli bir aşk besleyen hizmetçi Mrs. Danvers, bu yeni hanımı bir türlü kabullenemez. Ona çeşitli işkenceler ve oyunlar hazırlar, hatta onu öldürmeye çalışır.

Hitchcock ve adalet duygusu

Hitchcock filmlerinde, katilin dahi işlediği cinayet konusunda önemli nedenleri vardır. Bu nedenlerse psikolojiyle bağlantılı, bilimsel ya da akılcı nedenlerdir. Bu insanlar psikolojik olarak hastadır ya da cinayeti işlemek için güçlü nedenleri vardır. Ancak yaptıklarının cezasını da mutlaka çekerler. Hitchcock kişisel olarak bu “mutlu sonları” mı tercih eder, bilemeyiz. Belki de dönemindeki politik atmosfer ya da sinema endüstrisi böyle gerektirdiği için bu filmlerde suçlular mutlaka cezasını çekerken masumlar aklanmayı başarır.

Hitchcock sinemasında, üzerine bir cinayet yıkılmış olan ancak kendini aklamaya çalışan masum insanlar sık sık karşımıza çıkar. Scottie, Madeleine cinayetinden; Maksim de Winter ile Guy Haines, karısını öldürmekten yargılanırken North By Northwest’in Rodger Tornhill’i ise Birleşmiş Milletler üyesini öldürmekle suçlanır. Bu karakterler tamamen yalnız başına ve güçsüz konumda olmalarına rağmen filmin sonunda kazanan taraf olur. Onları suçlayan kişilerse Bruno gibi genellikle hayatını kaybeder.

Aklanma çabası yerine doğrudan suçluyu bulmaya odaklanan Psycho ve Rear Window gibi filmlerde de olaylar masumların lehine çözülür. Filmlerdeki gizemin çözülmesiyle yaşanan kişisel sorunlar da ortadan kalkar. Scottie, vertigosunun üstesinden gelir; Guy, boşanmak istediği karısından sonsuza dek kurtulmuş olur; Jefferies nişanlısıyla problemlerini halleder; de Winter çifti de birbirine kavuşur.

2

Polisiye izleyicisinin konumu

Hitchcock sinemasının bir diğer özelliği de tıpkı ilk dönem polisiye romanları gibi muhataplarına “büyülenme” yaşatması ve onları kurmacanın içine çekerek sürüklemesidir. Hitchcock’un bunu yaparken hem sinematografik hem de kendine özgü bazı yöntemleri vardır. Bunlardan en önemlisi seyircinin başkarakterlerle özdeşlik kurabilmesidir. Örneğin Psycho’yu izleyen biri Norman Bates ile dahi özdeşlik kurabilir ve karakterleri tanıdıkça defalarca ters köşe olabilir. Öyle ki bu filmde seyirci önce Marion karakteriyle özdeşlik kurar ve onunla birlikte hırsızlık yaparken diğerinde Guy ile birlikte içten içe karısının ölmesini ister.

Bunun yanında kameranın kullanımı da seyirciyi filmin öznesi haline getiren bir özelliktir. Omuz kamerası denen, olayları karakterlerin gözünden görmemizi sağlayan bu kullanım, izleyicinin karakterlerle özdeşlik kurmasını kolaylaştırır. Rear Window ve Psycho’da karakterlerin gözünden bir dürbünle bakar ve insanların özel hayatlarını izleriz. Norman ile cinayetleri örtbas etmeye çalışır, Vertigo’nun Judy’si ile birlikte Scottie’ye âşık oluruz ve cinayet işleriz. İşte bu özdeşleşme hali, izleyicide yoğun bir suçluluk hissi oluşturur, içinden geçirdiği kötü istekleri ortaya çıkartır ve ona adeta katarsis yaşatır.

Özdeşleşmenin yanı sıra seyircinin filme kapılmasını sağlayan, Hitchcock’un kendine ait bir yöntemi daha vardır: McGuffin. Yönetmenin kendi deyimiyle McGuffin aslında hiçbir şeydir. Yönetmen, McGuffin’i, İskoçya’da aslan yakalamak için kullanılan bir araç olarak tanımlar. İskoçya’da aslan olmadığını söyleyen kişilereyse cevabı basittir: “O zaman o bir McGuffin değildir.”

Kısacası McGuffin’in aslında ne olduğu hiç önemli değildir. O bir yüzük, para, çakmak, cüzdan, bir karakter ve bunlara benzer birçok şey olabilir. Ekranda göründüğünde bir çeşit gizem yaratır ve kendisinin çok önemli olduğu konusunda izleyiciyi kandırarak kurmacanın içine çeker. Ancak filmin sonunda izleyici onu genellikle unutur. Aslında o, hiç önemli değildir. Örneğin Psycho’da Marion’un çaldığı para, Vertigo’da Madeleine’nin iletişim kurduğu zannedilen ölü akrabası Carlotta, Strangers on a Train’de cinayet delili sayılan çakmak, The Birds’te kuşların, The Rope’ta ipin kendisi birer McGuffin’dir. Bu araçlar, başta izleyiciye filmin esas gizemi gibi görünür ancak filmin sonunda olaylara aslında doğrudan etki etmediği ya da olaylardan bağımsız olduğu anlaşılır.

4

Sonuç yerine

Toparlamak gerekirse Alfred Hitchcock, polisiye sinemaya belki de en büyük katkıları yapmış, oldukça üretken bir yönetmendir. Onun filmleri polisiyeyi ve cinayeti yalnızca kriminal bir durum olarak ele almaz. Yaşanan olayların ardında ancak akılcı yöntemlerle anlaşılabilecek, tıpkı insan yapısı gibi karmaşık nedenler ve ilişkiler vardır. Akılla açıklanamayacak hiçbir şeyin yaşanmadığı bu filmlerde katillerin, maktullerin ya da kahramanların olaydan önceki yaşantılarından devraldıkları psikolojik ya da sosyal problemleri vardır. Olayla birlikte işte tüm bu problemler açığa çıkar ve bir çeşit katarsis yaşanarak çözüme ulaştırılır.

Bu nedenle Hitchcock sinemasında hep mutlu sonlar görürüz. Kurbanların ve ölülerin olduğu polisiye kurmacalarda ne denli mutlu son olabileceği tabii ki tartışılır. Ancak Altın Çağ romanlarının ideolojik tutumlarını çağrıştıracak şekilde cinayet mental ve mantıklı nedenler yüzünden işlenir, akılcı yöntemlerle çözülür ve mutlaka toplum huzuru sağlanır. Kısacası hayatta kalanlar, isteklerini karşılarken katiller de cezasını çeker. Bu nedenle Alfred Hitchcock, 1920’lerden 70’lere uzanan kalabalık filmografisiyle klasik polisiyeleri sevenler için sinemada bu türün en önemli temsilcilerinden biridir.

221B’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

Çağla Üren

1994, Bakırköy doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Üniversite yıllarında çeşitli kültür sanat sitelerinde yazarlık yaptıktan ve kitap çalışmalarında yer aldıktan sonra medya sektörüne girdi. 2019'dan bu yana dış haber editörü olarak çalışıyor.

ayşe erbulak önerileri
Önceki Hikaye

Ayşe Erbulak Öneriyor: 5 Kitap, 5 Film, 5 Dizi

ekin açıkgöz önerileri
Sonraki Hikaye

Ekin Açıkgöz Öneriyor: 5 Kitap, 5 Film, 5 Dizi

En Son Yazılar