Hikâye mi Cinayetten Çıkar, Cinayet mi Hikâye’den?

//
20 dakikalık okuma

Sözkonusu Özgür Doğa ise cinayet, hikâyeden çıkıyor çünkü arka planda olması gereken toplumsal ve sosyolojik göndermeler, Doğa’nın ortaya koymaya niyetlendiği tavırlar aracılığıyla polisiyeden ciddi anlamda rol çalıyor. 

Alper Kaya

Tarihsel gelişimi boyunca polisiye hikâyeler pek çok farklı altyapıya bürünmüş; farklı nitelikler kazanarak siyasİ polisiye, mahkeme polisiyesi, malİ polisiye gibi “işbirliği” yaptığı diğer temaları ön ad olarak belirleyerek yola devam etmiştir. Ancak önce yazarın, sonra yayıncının ve en nihayetinde okurun sorması gereken soru temelde hep aynı kalmıştır: Hikâye mi cinayetten çıkar, cinayet mi hikâyeden?

Yani polisiye vakanın soruşturulma süreci arka planında başlı başına ayrı bir hikâye barındırmakta mıdır yoksa sadece “katil kim?” tarzı, 1900’lerin başında yüzlerce örneği yazılan, sadece katilin yakalanıp hikâyenin sona erdiği veya katilin izini kaybetmeyi başardığı polisiyelerden midir elimizde tuttuğumuz kitap? Bu konuda, “Okur bunu istiyor!” gibi bir reyting klişesine başvurmaya gerek yok. Zira yazar arka planda ayrı bir hikâyeyi istemediği sürece yazmıyor ve hatta bir adım ileri gitmemiz gerekirse yazamıyor.

Arka planında toplumsal ve sosyolojik olgulara dönük çıkarımların yapılabileceği ayrı hikâyelerin olduğu polisiyeler pek tabii risktir. Kitabın okunarak, savunulan görüş çerçevesinde yazara zulmedilmesi gibi bir riskten bahsetmiyorum; Türkiye şartlarında bir polisiye yazarı sözkonusu olduğunda bu ihtimal pek mümkün değil.

Ancak herkesin kabul ettiği üzere polisiyenin bazı temel dinamikleri var. Bu dinamikler 10 kural, 20 kural şeklinde farklı ölçeklendirmelerle günümüze kadar ulaşan bazı kalıplaşmış tavırları barındırsa da aslında tek bir kural var: Okuru aldatmamak.

Okura polisiye vakayı araştıran polis, dedektif, gazeteci, avukat, asker, biliminsanı, (bazı durumlarda) kadın pazarlayan şahıslar ile eşit şans tanımak bir polisiyenin başarı oranını artıran ve halihazırda olması gereken yegâne tavırdır.

Bunu yapmamak yahut yapamamak her ne kadar bir tercih gibi gösterilse de esasında bir başarısızlıktır. Tıpkı eski dönem polisiyelerinde vakaların nasıl bağlanabileceğine dair teknik yetersizlikten ötürü suçluya suçunu itiraf ettirme gibi bir metot kullanılmış olsa da… (Aramızda kalsın ama 21. yüzyılda hâlâ bu metodu kullanan polisiye yazarları var.)

Adıyaman’da Cinayet Ne Yöne Düşer?

Gelelim Özgür Doğa’nın hepsi 2016 yılında Lis Yayınevi etiketiyle okurla buluşan üç polisiye romanına. Hukuk Cinayetleri, Nefret Suçu Cinayetleri ve Kırkikindi Cinayetleri; yazarın geniş çeşitliliğe sahip eserleri arasında yer alan roman türündeki tek yapıtlarıdır. Zira Özgür Doğa şiirden denemeye, öyküden tiyatroya pek çok farklı türde eser kaleme alan çok yönlü bir yazar.

Romanlarının ikisi (Hukuk Cinayetleri ve Nefret Suçu Cinayetleri) Adıyaman’da geçmektedir. Bu tercihten hareketle her ne kadar Kırkikindi Cinayetleri isimli eserinde başkarakter Kırkikindi Orhan’ın saklanmak için gittiği yer isim verilmeden “bir Güneydoğu ilçesi” olarak geçse de bu ilçenin Adıyaman’ın ilçelerinden olduğu pek tabii söylenebilir.

Postmodern sayılabilecek Kırkikindi Cinayetleri’ni şimdilik sona saklayarak Adıyaman Cinayet Büro Başkomiseri ve romanlarda sıkça “cinayetin efsanesi” olarak lanse edilen Ali Dem ve ekibinin maceralarının anlatıldığı Hukuk Cinayetleri ile Nefret Suçu Cinayetleri’ni ele alalım.

Şahsına münhasır bir başkomiser…

Evvela Ali Dem, şahsına münhasır bir başkomiser. O çok karşılaştığımız başarısız evliliğinin ve ölü bir akrabasının hayaletlerinin gölgesinde “kaybedeni” oynayan başkomiser rollerinden uzak; iyi bir evliliği ve üzerine titrediği bir kızı olan bir polis.

Özgür Doğa’nın bu tercihi, hem karakterini farklı bir yere konumlandırıyor hem de romanda sıkça geçtiği üzere aile yaşamının polislik mesleğiyle  uyumsuzluğunu vurgulamasına vesile oluyor. Polislerin fazla mesaileri, yoğun tempoları, ailelerini düşünüp endişelendikleri iş saatleri bu iki yapıtta pek çok farklı yerde doğrudan yahut dolaylı biçimde ele alınıyor. 

Farklılıkları sadece bununla bitmiyor. Başkahraman, koyu bir Beşiktaş taraftarı olan Ali Dem; perşembe günleri dedesiyle muhabbete giden bir Alevi. Bu yönüyle de devlet kademesinde yüksek mevkilerde görev alıp alamadıkları yıllardır tartışılan bir cenahın kendince prestijli bir konumdaki temsilciliğini üstlendiğini söylemek mümkün. Dolayısıyla sunulan bu gerçeklik, karakterin isminin tesadüfi olmadığının da göstergesi. 

En nihayetinde ne demiş şair:

Ah demdir bu, gelir geçer dünya gamı
Dem çekin, gam çekmeyin
Dem Ali’nindir, Ali Dem’dir*

Ali Dem, bu dolaylı vurgulamaların haricinde pek çok kez iç sesiyle okura seslenebilen, okurun samimi bir sohbet havasında onu tanıyabileceği bir karakter. Zira birinci tekil şahıs ağzından yazılan iki romanda da okuru kendisine çabuk ısındırabilen bir yapısı var fakat bu noktada Özgür Doğa’nın birkaç tuzağa aynı anda düştüğünü, üzülerek de olsa söylemek icap ediyor.

Hikâye mi cinayetten çıkar, cinayet mi hikâyeden?

Samimiyet çoğu zaman zehirli bir ok gibidir; bazen samimi olanı, bazense samimi davranılanı vurur. Özgür Doğa’nın romanlarında okur ciddi bir şey kaybetmiyor ancak yazar olarak daha kalifiye yapıtlar ortaya koyma şansını tepen Özgür Doğa, Ali Dem karakterinin özgünlüğüne ve arka planında yürütmeyi tasarladığı hikâyelere o kadar odaklanmış ki polisiye dinamikleri es geçilebilir  detay olarak kabul etmiş bir hale konumlandırıyor kendisini.

Bu husus ise başlıktaki soruyu bize sorduruyor: Hikâye mi cinayetten çıkar, cinayet mi hikâyeden? Sözkonusu Özgür Doğa ise cinayet, hikâyeden çıkıyor çünkü arka planda olması gereken toplumsal ve sosyolojik göndermeler, Doğa’nın ortaya koymaya niyetlendiği tavırlar aracılığıyla polisiyeden ciddi anlamda rol çalıyor. 

Hukuk Cinayetleri, yazıldığı dönemde Türkiye çapında fırtınalar estiren bir soruşturmayı temeline alıyor. Bir avukatın vahşice öldürülmesinden hareketle olayları araştırmaya başlayan Ali Dem, olay mahallinde yer alan Fakir Baykurt romanının da peşinden gittiği sırada cinayet büroyu sarsan bir karar çıkıyor ve Ali Dem’in ekibindeki iki polisin “cemaatçi” oldukları gerekçesiyle tasfiyeleri isteniyor.

“Taş konak cinayetleri”

Cinayet büro başkomiseri, görev başında herhangi bir irticai faaliyeti olmayan iki personelini saklıyor ve müfettişe teslim etmiyor. Romanın ismiyle müsemma bu iki koldan ilerleyen hikâyelerinde okur, tepeden inen kararlarla aynı teşkilatta yıllardır birlikte çalışan polislerin birbirlerini sorgusuz sualsiz nasıl derdest ettiğini, insanların pek çok temel kavramı sorgulamaktan korktuğunu ve zulüm denilen sopayı bir kez eline geçirenin ucunda ne olursa olsun o sopayı kullanma konusunda nasıl da istekli olduğunu görebiliyor.

Bir diğer Ali Dem romanı olan Nefret Suçu Cinayetleri’nde ise Adıyaman’da daha önce işlenmiş “taş konak cinayetleri” ile benzer bir yapıya sahip, kafasız bir bedenin çuvala konularak bir elektrik direğinin altına bırakılması vakasıyla mücadele eden cinayet büro ekibini görüyoruz. Kitap bazı açılardan oldukça başarılı ancak bazı açılardan sınıfta kalıyor. Polislerin hayatına daha yakından bakma imkânı sunması ve bir cinayet zanlısının nasıl takip edileceğine dönük cinayet büro personeli arasındaki görev dağılımı ile işleyişi somut bir şekilde ele alması açılarından çok başarılı.

Fakat cinayet büro polislerinden Kıymet’in isminin çoğu zaman Kısmet olarak yazılması, cinayetin soruşturma faslının ağır ağır ve oldukça başarılı bir şekilde ilerlemesine rağmen katillerin çözüm ve çözülme evrelerinin oldu bittiye getirilmesi ve pek çok kez yüzeysel olarak bahsedilen Taş Konak cinayetlerine layıkıyla değinmemesi gibi aksaklıklara sahip. Etnik gruplara ayrımcılığı işleyen bir cinayet kurgusuna göre daha vurgulu işlenmesi gereken Adıyaman konjonktürü ise kitapta adeta es geçilmiş durumda. 

Esasında işlenme metotları ve geçmişteki versiyonuna “Taş Konak cinayetleri” ismi takılan cinayetler vesilesiyle M. Âkil’in Karanlık Konakta Ne Var?** isimli yapıtına bir göndermenin bulunduğunu ve aynı zamanda romanın içinde geçen ufak bir monolog vesilesiyle Çağatay Yaşmut’un karakteri Başkomiser Galip’e de selam çakıldığını belirtmekte fayda var. Benzer şekilde Hukuk Cinayetleri kitabında da bilhassa karakterlerin isimleri aracılığıyla teolojik göndermelerin yapıldığı da dikkatli okurların gözünden kaçmayacaktır.

Hikâyeleriyle toplumsal olgulara değinen bu iki kitapta polisiye vakalar bazında detayların eksik sunulması ve yazarın matematikselleştirdiği tarzı gereği her ne kadar “cinayetin efsanesi” şeklinde lanse edilse de Cinayet Büro Başkomiseri Ali Dem’in katil adaylarının işleyecekleri hiçbir cinayete engel olamamasıyla okurun kafasında, “Bu nasıl bir efsane?” gibi soruların belirmesi sözkonusu. Fakat burada, zorlarsak, Özgür Doğa’nın son cinayetlerin işlenmesine olanak tanıyan kurgusunun bir tercih olduğunu ileri sürebiliriz. Biraz karamsar bir tercih olsa da kötülüğün hiçbir şeye rağmen engellenemeyeceğine gönderme yaptığını ve bu göndermenin müsebbibinin Se7en filmi olduğunu kabul edebiliriz.

Peki, etmeli miyiz?

Bu da okurun takdiridir.

Orhan Pamuk’a Postmodern Bir Hürmet: Kırkikindi Cinayetleri

Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabını okumayan edebiyatsever yok denecek kadar azdır. Bu kitabı sevmeyen ise elbette vardır ama tahminim odur ki azınlıktadır. Kırkikindi Cinayetleri isimli kitabından anlaşıldığı üzere Özgür Doğa mikro ölçekte bir Yeni Hayat hayranıdır. Makro ölçekte ise bir Orhan Pamuk fanatiği olduğu su götürmez bir gerçektir.

Zira yazarın edebi kariyerindeki üçüncü ve son romanı olan Kırkikindi Cinayetleri görünürde Yeni Hayat isimli esere, temelde ise Orhan Pamuk’a bir saygı duruşu minvalinde. Hikâye oldukça başarılı bir şekilde, postmodern dinamikler uygulanarak ve Hukuk Cinayetleri ile Nefret Suçu Cinayetleri romanlarının aksine polisiye dinamikler de oldukça başarılı bir şekilde kurgulanarak kaleme alınmış. Kırkikindi Orhan isimli karakterin sanat ve kültür ekseninde tartıştığı herkesin birer birer öldürülmesi ve görgü tanıklarının hep Kırkikindi Orhan’ı işaret etmesiyle cinayetler çözümlenene kadar Orhan’ın kaçmasını anlatan hikâyede Orhan Pamuk’un ayak izlerini fazlasıyla görebiliyoruz.

Evvela karakterin soyadının Orhan, babasının Orhan Pamuk’un babası olan Gürbüz Bey’le ve babasının sağ kolunun ise Pamuk’un kardeşi Şevket Bey’le adaş olmaları en belirgin göndermeler olarak dikkati ilk çekenler. Kitabın sonlarına doğru ise sanıyorum ki anlaşılamamaktan korkan Özgür Doğa, Kırkikindi Orhan ve samimi arkadaşı İdil’in her gittikleri şehirde mezarlıkları dolaşarak Orhan Pamuk yazılı bir mezar taşını aramaları detayını araya sıkıştırıyor.

“Gayesi hikâye anlatmak olan polisiye yazarları iyi ki aramızda dolaşıyor.”

Daha derinlemesine ele alındığında elbette Orhan Pamuk’un romanlarındaki karakterlerin kadınlarla  sıkıntılı ilişkilerinin Kırkikindi Orhan vesilesiyle Özgür Doğa’nın romanında da baş gösterdiği fark edilecektir. Kırkikindi Orhan, esasında kadınlarla iyi anlaşamayan ve hatta hikâyedeki evli kadınların hep başka erkeklere ilgi gösterdiğini görerek kadınlardan soğuyan ama en nihayetinde ilk aşkıyla yolları kesişen bir figür. Tabii Yeni Hayat kitabındaki gibi bu eserde de hikâyenin büyük çoğunluğunun farklı şehirlerde ve adı konulamayan bir arayışla yollarda geçmesi kaçınılmaz bir durum.

Yan karakterler açısından Can ve Nazım gibi edebiyatseverleri başka ufuklara götürecek isimlerle dolu olan kitap boyunca şahit olduğumuz baba-oğul ilişkisinin de Orhan Pamuk’un meşhur Nobel töreni konuşmasında vurguladığı bazı detayları barındırdığını söylemekte fayda var. Sıkıntılı bir baba-oğul ilişkisinde dominant ve çok zengin bir baba ile ne iş yapacağına net bir karar veremeyen ama en sonunda paravan olarak bir kitapçı işletmekten büyük keyif alan bir oğul arasında pinpon topu gibi gidip gelen okur, kitabın alt metinleri kadar görkemli bir final bekliyor.

Velhasılı kelam Adıyaman’da da cinayetler işleniyor, ona laf etmenin büyük prestij kabul edildiği bir ülkede Orhan Pamuk’u sevdiğini itiraf edebilen yazarlar hâlâ karşımıza çıkabiliyor, gayesi hikâye anlatmak olan polisiye yazarları iyi ki aramızda dolaşıyor.

Halimiz tıpkı bir Özgür Doğa romanı gibi; çıkmadık candan ümit kesilmiyor.

* Şairi konusunda farklı iddialar bulunsa da “Dem Ali Ye” isimli türküden olduğu su götürmez bir gerçeklik olan dizelerdir. Bu anonimleşmiş türküden hareketle Gurbet Bayar “Ey Yolcu” isimli türküyü kaleme almıştır ve “Ey Yolcu” türküsünün içinde “Dem Ali’nindir” dizesi geçmektedir.

** Karanlık Konakta Ne Var? 2013 yılında Labirent Yayınları’nın Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkçede Polisiye dizisi kapsamında okurla buluşmuş M. Âkil yapıtıdır. Ancak 1928 yılında ilk kez okurla buluşan bu yapıt ile aynı yıl yayımlanan Sâmi Aziz’in Hortlayan Cellat isimli eseri arasında nüanslar haricinde bir fark bulunmadığı ve nitekim aynı eser olarak kabul edilmeleri gerektiği görüşü hâkimdir.

221B’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. İstanbul Üniversitesi Radyo, TV ve Sinema Bölümü’nü bitirdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de salı günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü. On romanı yayımlandı, on üç kolektif kitapta yer aldı.
Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

Önceki Hikaye

Dennis Lehane İmzalı bir Polisiye - Gerilim: In With The Devil

Sonraki Hikaye

BBC'den Yeni Bir Kuzey İrlanda Polisiyesi: Bloodlands

En Son Yazılar