Doç. Dr. Önder Özkalıpçı: “Vicdan Denen Şeyden Daha Güçlü Bir Adalet Mekanizması Yok“

45 dakikalık okuma

Polisiye olaylarda ya da kurgusal eserlerde belki de en az konuştuğumuz, üzerine en az düşündüğümüz başlıklardan biri insan hakları alanındaki adli bilim çalışmaları. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın açtığı tedavi merkezinin ilk hekimi olan Doç. Dr. Önder Özkalıpçı, sayısız ülkede çalıştı. Bosna Hersek’teki toplu mezarlarda kimliklendirme çalışmaları da yaptı, Gazze’de insan hakları ihlallerini de raporladı. İşkencede öldürülen yurttaşların davalarında da çalıştı, işkenceden sağ kurtulan yurttaşların adalet hakları için İstanbul Protokolü’nü oluşturmak için de yoğun emek verdi. Dünyanın önde gelen adli bilimcileriyle birlikte kurdukları Uluslararası Adli Tıp Uzmanları Grubu, onlarca ülkeye bağımsız adli tıp raporları yazdı. Önder Hoca ile insan hakları alanındaki adli bilim çalışmalarını ve bağımsız adli tıp kurumlarının, uluslararası protokollerin ne anlama geldiğini tüm detaylarıyla konuştuk.

Adli bilimler alanındaki çalışmalarınız nasıl başladı?

Sene 1986. Tıp fakültesinden mezun olan tüm doktorlara uygulanan mecburi hizmet vardı. Şimdi de var sanırım. Herkes Anadolu’nun ücra bir yerine giderdi. Bir arkadaşım, “Eğer adli tıpta ihtisas yaparsan direkt İstanbul’da görev alacaksın. İstersen gel, ben adli tıbba başlıyorum,” dedi. O zaman ilgimi çekmedi, istemedim adli tıbbı. Fakat o yıllarda insan hakları alanıyla ilgilenmeye başladım. İstanbul Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda işkence mağdurlarının tedavisi alanında çalışan hocalarımız vardı, onlarla ortak toplantılar yapıp eğitimler almaya başladım. Ve insan hakları alanına ilgim arttı. 1990’da mecburi hizmetten sonra biraz özel sektörde çalıştım, sonra bir tedavi merkezi açtı Türkiye İnsan Hakları Vakfı, İstanbul’da. Oranın ilk hekimiyim ben. Orada çalışırken şunu fark ettim: İnsan hakları alanında çalışan birçok psikiyatrist, ortopedist , dahiliyeci vardı fakat hiç adli tıpçı yoktu o dönem. 3-4 sene içinde fikrim değişti ve insan hakları alanında daha çok bilimsel çalışma için adli tıp ihtisası yapmaya karar verdim.

Peki, işkence ya da insan hakları alanında adli tıp çalışması ne demek?

Eğer biri, bir insan hakları ihlaline, işkenceye maruz kalmışsa onun öncelikle tespiti, daha sonra da mahkemeler kanalıyla böyle bir suçun işlendiğinin tespiti ve suçluların cezalandırmasına giden bir yol. Yani adli tıpta, böyle bir işkence yapılmış mı, bir kişi işkenceyle mi öldürülmüş, bir kişiye aşağılayıcı muamele mi uygulanmış, bunların tespiti için değişik fiziksel ve psikolojik inceleme metotları uygulayarak belgeliyoruz.

Bir dönem Adli Tıp Kurumu’nda da çalışmışsınız sanırım.

İnsan Hakları Vakfı’nda çalışırken Adli Tıp Kurumu’na girdim ihtisas için. Kurum, benim vakıfta çalıştığımı biliyordu. Fakat tabii insan hakları kelimesi, o zamanlar da çok netameli bir kelimeydi. Ben asistanken de vakıfta çalıştığım bilindiğinden herkes/idare benimle ilgili çok dikkatliydi. Bir hükümet değişikliği oldu ve tezimizi zamanında vermediğimiz gerekçesiyle yaklaşık on dört kişi apar topar kurumdan atıldık. Ben de bir ay sonra Bosna’ya çalışmaya gittim.

Savaş bölgesinde ne gibi çalışmalar yaptınız?

1990’dan itibaren profesyonel olarak çalışmaya başladım insan hakları alanında. 1993-96 arasında ihtisasımı tamamladım. ABD’de çok güçlü bir örgüt olan “Physicians for Human Rights”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin emriyle Bosna’daki mezar açma projesini üstlenmişti. Onlara orada çalışmak istediğimi söyledim. Kabul ettiler ve biz Dr. Bülent Şam’la beraber ilk giden iki adli tıpçı olduk Türkiye’den. İlk uluslararası tecrübem, hiçbir şey bilmiyorduk, öyle ki Bosna’daki savaşın detaylarını bile çok bilmiyorduk. Ama gözümüzü kapatıp gittik.

20.08.2014 tarihinde Gazze Şifa Hastanesi bahçesi. O tarihte tek güvenli yer Şifa Hastanesi bahçesiydi. Tam da o günlerde insanların güvenli diye sığındığı en az iki hastane daha roketlerle bombalanmıştı. Onlarca insan öldürülmüştü.
20.08.2014 tarihinde Gazze Şifa Hastanesi bahçesi. O tarihte tek güvenli yer Şifa Hastanesi bahçesiydi. Tam da o günlerde insanların güvenli diye sığındığı en az iki hastane daha roketlerle bombalanmıştı. Onlarca insan öldürülmüştü.

Bosna’da çok kanlı bir savaş olmuştu. Savaşın bir sürü tarafı var, eski Yugoslavya topraklarının tamamında savaş yaşandı ama en büyük katliamlar Bosna Hersek topraklarında oldu. Bu tür savaş bölgelerindeki en önemli şeylerden biri, kimliklendirme. Binlerce insan toplu mezarlara gömülmüş, ancak kimin kim olduğu bilinmiyor. İlk olarak uluslararası standartlara göre mezarların açılması gerekiyor. İkincisi de savaş suçlarının tespiti. Mesela savaşta biri esir alındıysa, bir asker bile olsa silahını bıraktığı anda sivildir ve onun öldürülmemesi gerekir. Fakat o toplu mezarlarda insanların neredeyse tamamına yakınının baş bölgesinde bir tane göz bağı vardı. Hepsinin el bölgesinde bir tane kelepçe ya da tel, ip vardı. Bu bir davranış kalıbı olduğunu gösterdi bize. Çünkü binlerce insanın tamamında el bağı ve göz bağı tespit edince bilinçli yapılmış yargısız infazı görüyorsunuz ve bu da çok net bir savaş suçu. Sonra savaş suçlarına ilişkin de deliller topluyorsunuz, kabaca. Bu tabii ki toplu mezarlarla ilgili olan kısmı.

Doç. Dr. Önder Özkalıpçı: “Savaş bölgelerindeki en önemli şeylerden biri, kimliklendirme.
Binlerce insan toplu mezarlara gömülmüş, ancak kimin kim olduğu bilinmiyor. İlk olarak uluslararası standartlara göre mezarların açılması gerekiyor. İkincisi de savaş suçlarını tespiti.”

Toplu mezarlardaki cesetlerin kimlikleri nasıl tespit edildi?

Erkek mi, kadın mı, yaş grubu, genç mi, değil mi? Önce bunlara bakılıyor. Sonra saç rengi, herhangi bir ameliyat geçirmiş mi? Kemiklerde, vücutta özel bir iz var mı? Bunlar saptanıyor. Diğer yandan antemortem dediğimiz, kişinin ölmeden evvelki bilgileri araştırmacılar tarafından toplanıyor. Ölenlerin aileleriyle görüşülüyor, kayıp kişi kaç yaşında, nerede kayboldu, üstünde ne tür kıyafet vardı? Mesela özellikle Bosna Hersek Cumhuriyeti’nde çok uzun süre kuşatma altında kaldıkları için insanların çok fazla giysisi yok. Bir kişinin bir tane giysisi var. Şöyle öyküler vardı antemortem datalarda, “Siyah paltosu vardı ama siyah paltonun bir tarafı yırtılmıştı, onun içine yeşil bir astar koydum, hatta yeşil astarı dikmek için de kırmızı iplik kullandım çünkü başka bir iplik yoktu evde…” Böyle çok detaylı, çok özel tarifler vardı. Bu cenazelerin üzerinden çıkan giysilerden kimliklendirmeye yarayacak çok güçlü bulgular çıkmıştı ve bunlar çok değerliydi. Yani DNA uyumluluğu kadar değerliydi bu bilgiler.

Bosna Hersek’in güneyindeki Kalinovik kentine bağlı Dobro Polje’de, ülkede 1992-1995’te yaşanan savaşta öldürülen sivillere ait olduğu tahmin edilen kemik kalıntılarının bulunduğu yeni bir toplu mezar daha 2021’de tespit edildi.
Bosna Hersek’in güneyindeki Kalinovik kentine bağlı Dobro Polje’de, ülkede 1992-1995’te yaşanan savaşta öldürülen sivillere ait olduğu tahmin edilen kemik kalıntılarının bulunduğu yeni bir toplu mezar daha 2021’de tespit edildi.

Bir de özellikle Bosna Hersek’te savaşın yoğun yaşandığı yerler hep kırsal bölgeler. Bizim Anadolu’nun kırsal bölgeleri gibi bir ailede üç dörtten fazla çocuk var. Düşünün, bir köyde üç kız kardeş, üçünde de beşer çocuk var. O dönemler kriterlerden biri, anne tarafından geçen genetik özellikleri araştırmaktı. Dolayısıyla bir toplu mezarda bakıyorsunuz ki o kriterlere uygun bir kişi bulunmuş ama bu aynı sülaledeki üç kız kardeşin kaybolan toplam on beş çocuğundan hangisi? Bunu bulmak bazen çok zaman alıyordu. Tüm bu çalışmalar o zamanın teknik imkânlarıyla yapıldığı için aradan neredeyse 30 sene geçti ve kimliklendirilemeyen binlerce cenaze kaldı.

Bir yerde toplu mezar olduğu nasıl tespit ediliyordu?

Bir kısmını o mezarlığı gören Sırp, Boşnak ya da Hırvat bazı insanlar ihbar ediyordu. Bosna’ya iki kere gittim, ikincisinde gittiğim yer, Bihaç’tı. Bihaç’ta çalıştığımız toplu mezar, bulunması neredeyse imkânsıza yakın bir yerdi. Çünkü bölgede doğal yeraltı kuyuları vardı ve 160 metre derinliğindeki yeraltı kuyusuna atılmıştı yüzlerce ceset. Bunu ihbar eden bir Sırp’tı mesela. Çünkü vicdan denen şeyden daha güçlü bir adalet mekanizması yok. Etrafınızda vicdanlı insanlar varsa o zaman bilin ki iyi bir toplumda yaşıyorsunuz. Bu çok önemli.

En sık kullanılan yöntem, “scanner” dediğimiz, metal dedektörlerin biraz daha gelişmişi araçlarla yapılıyor. Toprak katmanları taranıyor. Bir başka yöntem, uydu fotoğraflarının incelenip değişiklik yaşanıp yaşanmadığının kontrol edilmesi. Uydu fotoğraflarıyla çatışmaların olduğu alanlarda taramalar yapılıyor. Mesela en son Libya’da bir katliam olmuştu. Orada da uydu yöntemi kullanılıyordu fakat tabii bu yöntemi suçlular da öğreniyor. Uydudan kaçabilmek için toplu mezarların üzerini hızla tarım makineleriyle kazıp sonra oraya bitki dikiyorlar, fark olmasın diye. Ağaçlandırıyorlar mesela toplu mezar olan yeri, fark edilmesin diye.

1999’da İstanbul Protokolü’nü ortaya çıkarttınız. Nedir bu protokol, nasıl ortaya çıktı, neleri değiştirdi?

Adli Muayene o kadar netameli bir konu ki… Düşünün; ufak bir kasabada trafik polisisiniz, kaymakamın ya da ilinvalisinin ailesinden biri trafik kazası yaptı, siz de bunu belgeleyeceksiniz trafik polisi olarak. Neyi, nasıl yazacaksınız? Baskı görmemeniz mümkün mü? Aynı şey adli tabip için de geçerli. Hekimliğe ilk başladığımda adli tıpla fazla alakamız yoktu. Tecrübeli abilerden hatırlarım, “Önder, aman adli muayenede çok dikkatli ol, sakın muayeneyi tek başına yapma, sağlık ocağında ne kadar insan varsa işin içine kat, fotoğraf makinen varsa kullan ama fotoğrafı başkası çeksin. Vücutta herhangi bir ekinoz morluk varsa onun boyutlarını, ölçümünü hemşireye yaptır, mümkün olduğunca kişi sayısını artır; yoksa baskıdan kurtulamazsın,” diye uyarırlardı. Adli muayeneler gerçekten çok netameli. Bunun için de bir sürü standart var. Bunlar pratikte koruyucu oluyor. Aslında hayatın her alanında böyle, standartları geliştirirsen hem dışarıdan baskıyı azaltırsın hem de işe kalite getirirsin. Özellikle devlet görevlilerinin zanlı olduğu işkence, yargısız infaz gibi durumlarda daha da önemlidir bu standartların olması.

İstanbul Protokolü katılımcıları 7 Mart
1999’da İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Bahçesi’nde bir arada.
İstanbul Protokolü katılımcıları 7 Mart 1999’da İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Bahçesi’nde bir arada.

İnsan Hakları Vakfı’nda çalışırken Aydın’da biri öldürülmüştü, Baki Erdoğan isminde. Baki Erdoğan’ın ailesi alternatif rapor almak için İzmir İnsan Hakları Vakfı’na başvurdu. İnsan Hakları Vakfı’ndan bir grup insan olarak, konuyla ilgili belgeler topladık. Bir tane otopsi raporu var bir-bir buçuk sayfa. Çok acemice. Ama yine de bir otopsi raporu var. Sadece organlar tartılmış, birkaç fotoğraf çekilmiş. Aile, cenaze camide yıkanırken işkence izleri görmüş, onları fotoğraflamış. Bize başvurmuş. Otopsi, bir veteriner tarafından yapılmış.

Nasıl yani, neden?

Türkiye’de 1930’lardan kalma bir yasa var; “hekimin bulunamadığı durumlarda otopsiyi veteriner yapar” diye. Olay, Aydın’da oluyor ama Aydın’dan arabayla 45-50 dakika mesafede Ege Üniversitesi Adli Tıp Kürsüsü var. İzmir’deki üniverstelerde toplamda ilki 1958’lerden itibaren kurulu iki adli tıp kürsüsü, en az on adli patolog var. Ama hayır, otopsiyi Aydın’da bir veterinere yaptırmışlar. Bu temel sorunlardan biri. Bu yüzden Baki Erdoğan’la ilgili alternatif rapor yazdık fakat sene 1993, insan haklarında çalışan kişileri zaten dikkate almıyorlar. Mahkemeye bu raporu sunacağız, elimizi nasıl daha güçlü yapabiliriz diye düşündük. Otopsi raporunun alternatif raporunu yazıyoruz ama uluslararası standartlarla ilgili bir belge var mı diye yurtdışındaki meslektaşlarımıza sorduk. Bize Minnesota Protokolü’nü anlattılar ve raporu ona göre tekrar yazdık. Resmi otopsi raporu bir buçuk sayfayken sanırım 13-14 sayfalık bir rapor oldu bizim yazdığımız. Raporda Birleşik Milletler standartlarından bahsediyorduk, çok fazla bilgi ve eleştiri olduğundan mahkeme raporu görmezden gelemedi. Altı yedi sene süren davadan çıkan kararla Türkiye’de ispatlanan ilk işkence dosyası, gözaltında işkence ölümü Baki Erdoğan dosyası oldu.

1999’da Adana’da Adli Tıp Kürsüsü’nde Minnesota Protokolü’nü tartışıyorduk. Orada ABD’den gelen Minnesota Protokolü yazarlarından da olan meslektaşlarımız da vardı. O ekipten bir hekim, “Siz Türkiye’de işkence konusunda çok tecrübelisiniz, ABD’deki göçmenlere yönelik bir el kitabı hazırlamak istiyoruz, bunun için bize yardımcı olur musunuz?” diye sordu. Biz de, “Böyle bir kitap yaparız ama ABD için değil, olsa olsa Birleşmiş Milletler için yaparız,” dedik. Ve sağ olsun, Vincent Iacopino diplomatik yetenekleri çok gelişmiş bir arkadaştır, ABD’deki Physicians for Human Rights medikal direktörüydü o zaman. Bu fikri çok beğendiler. İşkence görüp ölen insanlar için bir Minnesota Protokolü vardı ama işkence görüp sağ kalanlar için muayene protokolü yoktu. Bunu yapalım dedik, kabul edildi. Toplantılardan birini İstanbul’da yapmayı ve ismini de İstanbul Protokolü koymayı teklif ettik. Bu da kabul edildi. En önemli toplantı İstanbul’da, Şebnem Korur Fincancı’nın çalıştığı Çapa Tıp Fakültesi’ndeki Adli Tıp Kürsüsü’nde yapıldı, üç gün sürdü. O dönemde toplantının engellenmesinden korkmuştuk, bu yüzden basın mensuplarını bile almadık, çağırmadık toplantıya.

İstanbul Protokolü, Türkiye’de ne kadar etkili kullanılıyor? Protokolü uygularken zorluk çeken, baskı gören hekimler oldu mu?

İstanbul Protokolü’nün uygulanmasıyla ilgili çok emek verildi. Adalet Bakanlığı’nın muayene formları vardı, çok kısa bilgi içeren yetersiz formlardı. O zaman yine Çapa’dan Şebnem’le de görüştü Adalet Bakanlığı. Muayene formları değişti ve İstanbul Protokolü’ne uyumlu hale getirildi. Yani detaylı öykü yazılacak, psikolojik semptom ve şikâyetler yazılacak, fiziksel semptom ve şikâyetler yazılacak. Fiziksel bulgular yazılacak ve fiziksel bulgular çok detaylı olacak. Tepeden tırnağa, kulak, göz, burun nasıl, hepsi yazılacak. Bütün vücudun detaylı muayenesi yapılacak ve en son sayfada da hekimin yorumu olacak. İstanbul Protokolü muayenesinden önce standart tek sayfalık bir muayene raporu ve bir tane de kaşe vardı. Haricen darp ve cebir izine rastlanılmamıştır, bas kaşeyi, bu kadar! Başka hiçbir bilgi yoktu.

Bunu değiştirmek için dünyada en fazla eğitim yapılan ülke Türkiye’dir. Adı İstanbul Protokolü olduğu için eğitimlere Avrupa Birliği’nden bir sürü fon geldi. Ben o zaman Danimarka’daydım, Türkiye’de yaklaşık 3000’e yakın hekim, savcı ve hâkim pek çok eğitimden geçti. Bu eğitimleri verecek kişilere de muhtemelen otuz-kırk eğiticiler eğitimi yapıldı. Pek çok kentten hukukçu, adli tıp uzmanı, psikolog, psikiyatrist geldi. Gönüllü olan insanlar eğitildi ve eğitimleri ülke çapında vermeleri sağlandı. Davranış biraz değişti. Devlet de biraz İstanbul Protokolü’nden haberdar oldu.

Böylece uluslararası standartlar da geldi, değil mi?

Evet. İstanbul Protokolü’yle birlikte yazılan raporun aslı, raporu talep eden ilgili merciye mühürlü bir zarf ile ya da postayla iletilir. Raporun bir kopyası hekimde kalır. Muayene olan şahıs ya da avukatı raporun örneğini alma hakkına sahiptir. Asla aracı polisin eline açık olarak verilmez. Böyle bir sürü yeni standart getirdi İstanbul Protokolü. Mesela diğer standart, adli muayenelerin fotoğraflanması. Herhangi bir iddiayla gelen insan, bu işkence de olur başka şey de olur, bir hekim kendisini korumak istiyorsa, baskıdan da korkuyorsa İstanbul Protokolü’ne uygun muayene yapmak zorunda. Şahsın onayıyla fotoğrafını çekmek zorunda. Bu, hekimi korur. Kendini korumak istiyorsan fotoğrafla, hatta fotoğrafı ekibinden bir başkası çeksin. Dolayısıyla o anlamda bir standart getirdiği için çok değerli olduğunu düşünüyorum. Amaç, gerçeğin ortaya çıkartılarak mağdurun korunmasıydı. Bence büyük bir kazanım. Türkiye’nin rapor kalitelerinde müthiş bir iyileşme oldu. Bu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme çabalarıyla ilgiliydi. Ne zaman ki bu çabadan uzaklaşıldı, tekrar eski haline döndü, şu anda yine çokça “haricen darp ve cebir izi yoktur” yazılı iki satırlık raporları görür olduk. Yine de işini iyi yapmak isteyen hekimler İstanbul Protokolü’ne uygun raporlar hazırlıyor.

Gazze’de roketle çoluk çocuk yok edilen büyük bir ailede yaşlı bir adamın bedeninden otopside çıkarılan roket parçası. Roketin hedefini tam isabetle vurabilmesi için Motorola CGG transistörleri kullanılmış.

Hocam, peki, bağımsız adli tıp kurumlarının veya bağımsız adli tıp çalışmalarının olması, bağımsız uzmanların raporlar yazması neden önemli?

Çok önemli. Çünkü devlet denen bir mekanizma var dünyanın her tarafında, şöyle ya da böyle işliyor. Bu devlet denen mekanizmanın bir de adalet sistemi var. Dünyanın her ülkesinde bazı olaylarla ilgili bazı mahkeme kararlarının adaletsiz olduğunu söyleyebilirsiniz. Özellikle gücü elinde bulunduranlar ve onların yanındakilerle ilgili adil kararlar alınmıyor olabilir. Ancak tek başına yaşayan çok yaşlı bir kadını, kimsesiz bir çocuğu yani toplumun en altındakileri de ancak adalet sistemiyle ya da inancıyla koruyabilirsiniz. Alternatif raporlar da bu adaletin gerçekleşmesi için çok önemli. Devlet sistemleri, özellikle devlet içinden kişilerin işlediği suçları belgelemek isterseniz baskı uygular. İlla işkence olması şart değil. Kaçakçılık, uyuşturucu gibi yasadışı herhangi bir olayda devletin içinden birilerinin dahli varsa onların üstüne gitmek hakikaten bazen çok kolay olmayabilir.

Ben Danimarka’da çalışırken bu alternatif raporların önemini Baki Erdoğan’dan ötürü bildiğimiz için Uluslararası Adli Tıp Uzmanları Grubu’nu oluşturduk. Önce ismimiz İşkenceye Karşı Adli Tıp Uzmanları’ydı fakat sonra daha nötr bir isim almamız gerektiğini düşündük o yüzden Uluslararası Adli Tıp Uzmanları Grubu’na çevirdik. 2012’den sonra da resmi kurum olduk. Grupta insan hakları ihlalleri alanında çok deneyimli 40’tan fazla hekim ve psikolog var. Kendi içimizde eğitimler yaptık, protokoller geliştirdik ve bir sürü ülkeye alternatif adli tıp raporları yazdık. Meksika’ya da rapor verdik, Venezuela’ya, Kore’ye, Kamboçya’ya da…. Dünyanın bir sürü ülkesine, özellikle Afrika’dan birçok ülkeye insan hakları ihlalleriyle ilgili alternatif adli tıp raporları verdik. Bu raporlar sayesinde birçok ülkede mahkeme kararları değişti ve bu anlamda ciddi katkılarımız oldu. Mesela grubun hekimlerinden olan Şebnem’in (Korur Fincancı) Filistin’de bir tecrübesi var. Arafat Shain Jaradat isminde bir genç, sanırım 2013’te gözaltına alınıyor, gözaltının beşinci günü, İsrail’de hapisteyken fenalaşıyor, baygınlık geçiriyor. Hemen cezaevinin sağlıkçıları koşturuyor. Solunum duruyor, solunum yaptırmaya çalışıyorlar ama kurtaramıyorlar, ölüyor. Bir adli tıp kurumundan çok detaylı, uluslararası standartlara uygun bir otopsi raporu yazılmış. Her tarafa bakılmış, her tarafın fotoğrafları çekilmiş. Vücudunun değişik bölgelerinde kanamalı alanlar var, ekimozlar var. Tabii resistasyon yapıldığı için resistasyon aletinin izi de var vücudunda. Vücuttan doku örneği alınmış, genetik profili çıkarılmış ve bu genetik profildeki insanların kalp hastalıklarına otuz-kırk defa daha yatkın olduğu bilgisi yazılmış. Kalp krizinin izleri görülmese bile kalp krizinden öldü diye özetleyeceğimiz bir yorum rapor yazılmış. Filistinli bir adli patolog da inceleme yapmış, onun sonuçları daha farklı ama Filistinli adli patolog demek “terörist adli patolog” demek. Ne olacak? İşte bu noktada Uluslararası Adli Tıp Uzmanları grubu üzerinden Şebnem’le bağlantıya geçtiler ve Şebnem alternatif bir rapor yazdı.

Şimdi, bir, çocuğun sırtındaki kanamalı alanlar linear, çizgisel. İki üç tane ekimoz fotoğrafı var ve onlar da tren rayı şeklinde yani dövmeyle o kadar uyumlu ki. Kanamalı alanlar, ekimozlar var. Akciğerlerden bir tanesi 950, diğeri 600 küsur gram. Dolayısıyla akciğerlerden birinde problem olduğu da kesin. Şebnem ve Filistinli adli tıp uzmanının tespiti, akut akciğer kontizyonu var çünkü bir tanesi çok büyük. Bu bulgu da travmayla ilintili. İsrail mahkemesi şahsın işkenceden öldüğünü kabul etti. Tabii ki Şebnem çok detaylı bir raporla bu konuda destek sağlamış oldu. Ve ilk otopsi değerlendirme raporunu yazan kürsü başkanı pozisyonunu kaybetti bu olaydan sonra. O anlamda alternatif raporlar çok önemli diye düşünüyorum.

Burada çok önemli bir noktaya daha değinmek istiyorum. Her türlü suçta adli tıp incelemelerinin sonuçları en hızlı biçimde ölen yakınlarıyla ve onların yasal temsilcileriyle paylaşılmalı. “Soruşturma gizlidir, bu bilgiyi veremeyiz,” denmemeli. Ailelerin sevdikleri kişiye ne olduğunu en hızlı biçimde öğrenmeleri lazım. Bu hem adaletin yerine gelmesi, gerçeğin ortaya çıkması için çok önemli hem de toplumdaki yanlış tepkilerin önüne geçmek için. Bu konuyla ilgili çok çarpıcı bir örnek var. Gazi olayları. Gazi olaylarında güvenlik güçlerinin içine sızmış yasadışı grubun provakosyonları sonunda çok şiddetli protestolar oldu. Birçok insan öldürüldü. Fakat o olayların başlamasından on gün kadar evvel, yine Gazi Mahallesi’nde, yanlış hatırlamıyorsam bir simitçi, otobüste sarkıntılık iddiasıyla gözaltına alınıyor ve üç dört saat sonra da ölüyor Gazi Karakolu’nda. Adli tıp kurumunda otopsi yapıldı. Çok ciddi bir bulgu var: Kalbi sanırım 750 gramdı. Bugün bile hatırlıyorum. Normalin iki katından daha büyük. Ciddi kalp damar problemleri vardı. Yani aslında “dokunsan ölecek” gibi denilebilir. Muhtemelen gözaltı stresi ve bir iki vurmanın getirdiği stresle kalp krizi geçirmiş ve ölmüş. Eğer kişinin ailesi ve avukatlarının 10 gün içinde otopsinin ilk sonuçlarından haberleri olsaydı, o zaman belki Gazi’deki provokasyonlara tepki on yerine bir olacaktı. Belki bu kadar çok insan ölmeyecekti. Bu şahsın cenazesi sırasında Gazi Karakolu etrafında ufak çaplı protestolar yapılmıştı. O bilgi aileye çok hızlı bir biçimde verilseydi insanlar bu bilgileri paylaşırlardı yakınlarıyla ve bir infial oluşmazdı. Bu tür soruşturma bilgilerinin ailelerle en hızlı, en saydam biçimde paylaşılmasının faydası çok büyük. Toplumda adalet sistemine inanç, güven olmak zorunda. Aksi takdirde ortalık ormana dönerse hiç kimsenin nefes alma şansı kalmaz. Adalet sistemi bütün toplumlarda vazgeçilmezdir.

Uluslararası Adli Tıp Uzmanları Grubu olarak Türkiye’ye de rapor yazdınız mı?

Türkiye’de yapmadık çünkü Türkiye’de Adli Tıp Uzmanları Derneği ve gönüllü birçok adli tıp uzmanı, gerçeğin ortaya çıkması için fedakârca bir sürü iş yapıyor. Ama bazı durumlar oluyor ki, sadece Türkiye değil başka ülkelerde de adli tabipler üzerinde çok büyük baskı oluyor. Oradaki hekimin herhangi bir bilgi ya da desteğe ihtiyacı yok ama uluslararası bir ekibin oradaki bulguları konfirme etmesi de çok önemli oluyor. Bu tür raporlama yaptığımız ülkeler de oldu. Mesela Mısır’da “Arap Baharı” döneminin başlangıcına neden olan gözaltı ölümlerinden birinde çalıştık. Aslında orada çok eğitimli ve tecrübeli adli patologlar var fakat rejim onlara hayat imkânı vermezdi. Onun için otopsi bulgularını uluslararası bir ekip değerlendirdi. İşkenceyi ispatladı. Dolayısıyla olayların seyri değişti tabii. Gözaltında ölüm, uluslararası uzmanlar tarafından kanıtlanınca rejimin aleyhine oldu.

Kariyeriniz boyunca zorlandığınız ya da çok ilginç bulduğunuz bir vakayı paylaşır mısınız?

İlginç bir vakadan bahsedeyim. Biz adli tabipler bazen dosya incelemesi yaparız. Dosya incelemesinde olayla ilgili bir iddia vardır, soruşturma dosyasında ne varsa tıbbi belgeler, fotoğraflar, tetkik raporlar toplanır. Dosya üzerinden uzaktan bir değerlendirme yapılır. İsmini vermeyeyim, şeriatla yönetilen bir ülkede çok popüler ve muhalif bir gazeteci var. Bir gün bir arkadaşıyla beraber bir kafeteryada kahve içiyorlar, kahve içtikten sonra kahvehanede yaklaşık yarım saat daha oturuyorlar. Bir saat sonra evine dönüyor. Evine döndükten bir saat sonra fenalaşıyor. Hemen hastaneye kaldırıyorlar. Hastanede müdahale ediliyor ama ölüyor. Ölmeden evvel, “Zehirlendim galiba,” diyor adam. Beraber kahve içtiği kişi de bazı tıbbi bulgularla başka bir hastaneye kaldırılıyor ama o kişi ölmüyor. O kurtuluyor fakat gazeteci ölüyor. Şimdi zehirlendi ama nerede zehirlendi? Beraber kahve içtiler. O zaman kahveci zehirledi. Kahveci de tesadüfen iktidara yakın biri. Laboratuvar incelemeleri devam ederken kahveci, gazeteciyi zehirledi diye bilgi yayılıyor. Kahvehane tamamıyla yakılıp yıkılıyor.

Afrika ülkelerinin çoğunda imkânlar çok kısıtlı ama sonuçta uçaklar kalkıyor, dünyayla arasında bir bağlantı var. Afrika’dan mangoyu, pamuğu, değerli madenleri alıyorsun, uçaklar gelip gidiyor, bir sürü şey taşıyor. Bu arada adli tıp incelemesi için örnekler de farklı uluslararası laboratuvarlara gidebiliyor artık, soğuk zinciri sağlamak çok kolay. Genellikle bütün Afrika ülkelerinin başkentlerinde mutlaka birkaç tecrübeli adli tıp uzmanı var. Birçoğu Kübalıdır bu uzmanların, çünkü Küba’da eğitim düzeyi çok yüksek ve Afrika’ya destek için gidiyorlar. Otopsi yapılıyor, örnekler alınıyor, değişik komşu ülkelerde tahliller yapılıyor. İlk sonuç, kanda çok yüksek karbonmonoksit çıktı. Çok yüksek. Otopsi fotoğrafları var, karbonmonoksit zehirlenmesi çok tipiktir, bir defa gören adli hekim kimyasal tetkik yapmadan bile büyük ihtimalle karbonmonoksit zehirlenmesi der. Çok özel bir akciğer ve kan rengi vardır. Ama görüntü karbonmonoksit zehirlenmesiyle uyumlu değildi.

Çıkan oran, normalde beş defa öldürecek düzeyde bir karbonmonoksit. Türkiye’deki bir adli tıpçı arkadaşım, “Önder, Anadolu’da eğer morg kalorifer dairesinin olduğu yerlerde ise havadaki yüksek orandaki egzoz gazından ötürü böyle yüksek karbonmonoksit düzeyi çıkabiliyor, birkaç kez adli tıp kurumuna çok yüksek karbonmonoksit geldiğini biliyorum,” dedi. Fakat Afrika’daki o ülkede kazan dairesi yok. En soğuk olduğu zaman 20-25 derece. Bu ne olabilir? Sonunda dank etti. Afrika’nın birkaç ülkesi haricinde birçok yerinde kişiler ya da kurumların mazotlu jeneratörleri olur. Devletin elektrik dağıtımı yoktur. Tüm elektrik ihtiyacı bu jeneratörlerden sağlanır. Orada da morglar ve jeneratörler hastane binalarının bodrum katlarında bulunuyor. Dolayısıyla karbonmonoksit kaynağı muhtemelen otopsinin yapıldığı yerdeki jeneratörün egzoz gazıydı. Ve daha sonra şahsın iç organlarında phendimetrazin saptandı. Ben ilk defa o zaman duydum. 1960’lı yıllarda çok popüler olan ve Beatles’ın falan kullandığı uyarıcı bir madde. Bir yandan uyku ve yorgunluk hissini azaltırken bir yandan euphoria yapıyor. Beatles sayesinde çok meşhur olmuş, sonra 80’li yıllarda yan etkilerinden dolayı Avrupa ve ABD’de yasaklanmış ama Afrika ülkelerinde yasak değil. Bir de şeriat ülkesi olduğu ve insanlar alkole rahatlıkla ulaşamadıkları için kahve içtikleri yerlerde bile bu tip maddeleri kullanıyorlar. Ülke içinde bu maddenin kullanımı çok yaygınmış. Bana sorduklarında, phendimetrazin ölümde etkili olmuş dedim. Çünkü ölmeden önceki tüm semptomları bu ilacın yan etkileriyle çok uyumluydu. Zaten başka zehir saptanmadı. Bu arada doğru sonuca ulaşırken meslektaşlar arasında vakayı tartışmanın da çok önemi var.

Bundan sonra hangi alanlara eğileceksiniz hocam?

Fiziksel vahşetle çok fazla ilgilendiğim için biraz alan değiştirmek istiyorum. Türkiye’de çok ciddi çevre ihlaleri oluyor. Birtakım şirketlerin çevreye etkileri belgeleniyor. Mesela Kocaeli ilindeki kanser vakaları şu kadar artmış, şu nedenle artmış şeklinde, şu sanayi kuruluşları sıkı denetlenmeli diye bilgiler veren çok değerli halk sağlığı çalışmaları var. Bir ülkede çok iyi işleyen bir hukuk sistemi varsa bunların engellenmesi kolaylaşır. Avrupa’da sağlanıyor bu. Şirketler de çevreye zarar vermemek için çaba gösteriyor, yasalar nedeniyle. Ama küreselleşmeyle Avrupalı şirketler bazı işleri başka ülkelere gönderiyor. Avrupada kurallara uyarken başka yerde uymuyorlar.

Mesela Güney Sudan’da petrolün yol açtığı çok büyük bir çevre kirliliği var. Petrol kuyularının yakınlarındaki insanlar petrole bulanmış su içmek zorunda, hayvanlar petrol bulaşığı bitkileri yemek zorunda. Petrol bulaşığı olan topraklarda yetiştirilen birçok bitkide doğal olarak yüksek oranda ağır metaller birikiyor. O topraktan çıkan sebzeleri ve onu yiyen hayvanları tekrar insanlar yiyor. Almanya’da çok değerli bir adli tıp profesörü var ve sadece bu alanda çalışıyor. Güney Sudan’da bir bölgede olan malformasyonlu bir doğumun tamamen o bölgedeki petrol kirliliği sonucu olduğunu ispatlayabildi. Türkiye’de de bu tür bireysel vakalara yoğunlaşmak gerektiğini düşünüyorum. Bu, benim emeklilik hayalim. Artık toplu mezarlardan yorulduğum için belki de kendimi geliştirmek adına çevreyle ilgili bireysel vakalara yoğunlaşmak istiyorum. Mesela Denizli Sarayköy’deki Gediz Nehri’nin kolunda su kirliliği çok yüksekmiş, orada bir vaka bulup kirliliğin sağlığa ve ölüme etkilerini detaylıca incelemek istiyorum. İşkence meselesinde de aslında yöntem aynı. Tamamen yok etmen imkânsız ama üç tane işkenceciyi hapsedebilirsen zaten işkence pratiğinin yüzde seksen azalacağı kesin. Bir hukuk devleti varsa kimse kendisini riske atmaz. Eğer çevre kirliliğinden zarar görmüş, ölmüş ya da kanser olmuş insanın direkt A fabrikasındaki boya atıklarının suya dökülmesi ya da işte başka bir gerekçeyle ilişkisini kurar, raporlar hazırlarsak bunların çoğunu engellemeye başlayabiliriz. Türkiye’de çok ciddi, çok ağır çevre problemleri var. Maalesef hiçbir önlem alınmıyor, üç kuruş para kazanılacaksa her şey serbest oluyor. Kendi adli tıp geleceğim böyle olacak diye düşünüyorum. Bu konularla ilgilenen avukatlara çağrım olsun. Ben varım. Tabii insan hakları ihlalleri alanındaki çalışmalarıma devam edeceğim ama buraya yoğunlaşmak istiyorum. Aslında bu da bir insan hakları ihlali.

Bu söyleşi, 221B’nin 38. sayısında yayımlanmıştır.

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Önceki Hikaye

Amazon'dan Yeni Bir Polisiye Uyarlaması: Criminal

Sonraki Hikaye

Harlan Coben Romanlarından Uyarlanan Polisiye Diziler

En Son Yazılar