Will Trotter: Peder Brown Suçluların Günahlarından Arınmalarını, Af Dilemelerini İstiyor

//
21 dakikalık okuma

Chesterton’ın Peder Brown hikâyelerinden esinlenilerek yaratılan Father Brown, BBC’nin en başarılı ve en sevilen işlerinden biri. 2012 yılından bu yana ekranlarda olan ve Türkiye’de BBC First kanalında izleyicilerle buluşan başarılı dizinin yapımcısı Will Trotter ile dizi ve Peder Brown karakteri üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Bu proje nasıl başladı? Peder Brown karakterini ekrana taşımaya nasıl karar verdiniz?

BBC One kanalının gündüz kuşağı için bir proje arıyorduk. “Soft crime”, “cozy crime” dediğimiz tarzda, Agatha Christie tarzında bir iş arıyorduk. Sonrasında Peder Brown’ı konu alan kısa hikâyeleri keşfettik. Telife de tabi değildi bu hikâyeler dolayısıyla alıp istediğimiz gibi uyarlayabilirdik. Bu bizim için bir avantajdı. Öte yandan Peder Brown, Sherlock Holmes’ün her anlamda zıddıydı. Elimizde çok ilginç bir dedektif oldu böylece. Tüm dünyadan izleyicilerin güzel bir ilişki kurabilecekleri bir dedektifti. Bunun yanında Cotswolds denilen bölgede bir projemiz olmasını istiyordum. Çok güzel bir yer, dünyaca bilinen bir bölge.

Eski İngiliz stilinde, muhteşem bir yer. Hikâyelerin çoğu 1930’larda geçiyor ama zaman dilimini ileriye, 1950’lere taşımak istedim. Bizim jenerasyonumuzun çoğu bu dönemde doğdu çünkü. Savaş sonrası, çok renkli bir dönem. Her şey çok keskin bir şekilde değişime uğruyor. Ama tabii insanlar hâlâ büyük İngiliz köy evlerinde oturuyorlar o dönemde. Hizmetçileri, yardımcıları, bahçıvanları var. Dolayısıyla o büyük kilitli oda gizemlerini Cotswolds bölgesinde verebilmemiz mümkündü. Sarı tuğlalarla örülmüş, otantik evler var burada. Eski patika yollar… Aslında hiç değişmemiş bir bölge, eskiden olduğu gibi duruyor. 400 yıllık geçmişi olan bir yer burası.

Hitchcock’un söylediği bir şey var, “Cozy crime tercih ederim,” diyor. Kuşlar, Sapık filmleri, pek aksiyonun olmadığı ufak kasabalarda geçer. Küçük, güzel, şirin yerlerdir ama derinlerde korkunç bir kötülük gizlidir. İzleyicileri heyecanlandıran ya da korkutan da bu zaten. İzlediğiniz bu şeyler hemen köşeyi döndüğünüzde sizi bekliyor olabilir. Costwolds bölgesi de bunları temsil ediyor bizim için. 

Dizinin setini ziyaret eden birçok turist var anladığım kadarıyla.

Evet, çok (gülüyor). Avustralya’dan Çin’e kadar onlarca turist geliyor her sene. Amerikalılar özellikle bayılıyor buraya. 

Peder Brown’ın Sherlock Holmes’ün tam zıddı olduğunu söylediniz biraz önce. Bunu biraz  açabilir misiniz?

G.K. Chesterton, Peder Brown’ı yaratırken gerçek bir papazdan esinlenmiş. Katolikliğe ilgisi varmış çünkü. Sherlock Holmes ile bilimsel düzlemde ayrışıyor Peder Brown. Holmes bir biliminsanı, deneysel metotlar kullanıyor vakaları çözerken. Peder Brown’ın da ilk psikolojik profilleme uzmanı olduğunu söylesek çok yanlış olmaz sanırım. Peder Brown, insanların günah çıkarma sırasında söylediklerini, itiraf ettiklerini dinliyor. Tam olarak bu sayede insan ruhunu çok iyi anlıyor.

Bunun yanında kendini bir suçlunun yerine koyabiliyor, o süreci yaşıyor resmen. Dolayısıyla vakaları çoğunlukla içgüdüleriyle, suçlunun doğasını anlama yeteneğiyle aydınlatıyor Peder Brown. Bunun yanında Peder Brown’ın tek amacı, suçluyu ve suçlunun motivasyonunu ortaya çıkarmak değil. Suçluların günahlarından arınmalarını istiyor, af dilemelerini istiyor. Yanlış yaptıklarını görmelerini istiyor. 

Peder Brown

Sevilen bir romanı, hikâyeyi ya da karakteri ekrana uyarlamak incelikli bir iş diye düşünüyorum. Peder Brown’ı ekrana uyarlarken nasıl bir strateji belirlediniz? Hikâyelere sadık kalıyor musunuz mesela?

Bütün hikâyelere değil, belki dört ya da beş hikâyeye genel hatlarıyla sadık kalmışızdır. Tabii Peder Brown’ı konu alan 53 hikâye var. Kendi hikayelerimizi, kendi dünyamızı, kendi karakterlerimizi yaratmanın televizyon için daha uygun olacağını düşündük. Hikâyelerdeki Peder Brown, çok konuşmuyor aslında, sessiz biri, daha çok dinlemeyi tercih ediyor. Bir televizyon dizisi için ilgi çekici bir şey değil bu.

Biraz da o yüzden Mark Williams gibi büyük bir karaktere sahip bir oyuncuyu seçtik ve hikâyelerde yer almayan yeni karakterler ekledik, Flambeau dışında tabii. Yüksek statüye sahip bir İngiliz hanımefendisi olan Lady Felicia’yı ekledik, Bunty karakteri de öyle. Bu karakterler özellikle maddi anlamda yüksek statüye sahip. Bunların zıddı karakterler de var, Sid Carter örneğin, Lady Felicia’nın şöförü. Peder Brown’ın yardımcısı da var, kilisenin sekreteri aynı zamanda, Bayan McCarthy.

İzleyiciler geri dönüp Peder Brown’ın her bölümünü izliyorlar çünkü sadece bir dedektif hikâyesi yok bu dizide. Mizah öğeleri güçlü, çok sevilen ve gerçek karakterler var. Aslına bakarsanız Chesterton’ın hikâyelerinden aldığımız şeyler; Peder Brown, resmi polis teşkilatına mensup bir dedektif ve Flambeau karakteri. Flambeau, Peder Brown’ın Moriarty’si çünkü. 

Hikâyeleri bu kadar taze ve ilgi çekici tutmayı nasıl başarıyorsunuz?

Birçok yazarla çalışıyorum. Bir sezon boyunca beş ya da altı yazarla birlikte kaleme alıyoruz senaryoları. Father Brown, “serial” olarak tanımladığımız, devam eden büyük bir hikâyenin işlendiği bir dizi değil. Her bölümde farklı bir hikâyeyi ele alıyoruz. Her bölüm için ele alacağımız suç unsurunu düşünüyoruz ve ilerledikçe de yeni hikâyeler buluyoruz. Bana iki sayfalık bir hikaye taslağı getiriyorlar, ben de okuyup değerlendiriyorum, ona göre ilerliyoruz.

Genel olarak karakterlerimiz sabit zaten, onların devam eden hikâyeleri var. Dizinin geçtiği dünya da sabit ama bazen yazarlar bu dünyayı da değiştirmek istiyorlar. Bir bölümü rahibelerin yaşadığı bir manastırda çekmiştik örneğin. Şahsen en sevdiğim suç yazarlarından birinin, P.D. James’in bir röportajını okumuştum. Gazeteci, James’e hikâyelere nereden başladığını soruyordu. James’in cevabı ise şuydu; “Romanlarım her zaman bir mekân fikriyle başlar.” Çoğu yazar da böyle yapıyor aslında, biz de öyle. Bu bölüm bir kanalda geçsin diyoruz mesela. İngiltere’de çok fazla kanal var ve hepsi çok güzel. Kanaldaki tekneler, oradaki insanlar, hayatlar, bunları düşünürken de hikâyeniz oluşmaya başlıyor.

Her bölümde farklı bir hikâye anlatmaya çalışıyoruz. Orijinal kadrodaki yazarlarımızdan biri, Tahsin Guner örneğin, o da yarı Türk. Onunla birlikte yazdığımız en iyi bölümlerden birini hatırlıyorum. Bir vaka vardı ve bu vakayı çözmeye çalışan üç dedektifi anlattık. Tabii vakayı Peder Brown’la birlikte çözmeye çalışıyorlardı. Bizim için de çok değişik ve keyifli bir bölümdü. İşimizi eğlenerek yapıyoruz ve bunun izleyiciye de geçtiğinden eminim.

Father Brown çok özgün bir dizi. Bunu sağlayan ekipten bahseder misiniz?

Tabii, 50-60 kişilik bir ekibimiz var. Bunların yanında ana oyuncu kadromuz ve onlarca ekstra oyuncu var. Kamera arkasında, kostüm ve makyaj ekibimiz çok önemli. Onlar dönemi canlandıran kişiler. 1940’ların, 50’lerin orijinal kıyafetlerini baştan yaratıyorlar. Biz o dönemleri hep siyah beyaz izledik ama aslında o kadar renkli bir dönem ki. Muhteşem kırmızılar, şahane maviler… Özellikle Lady Felicia’nın kıyafetlerinde görmek mümkün bunları.

Tüm bu planlama süreci, iç çamaşırlara, ayakkabılara, çoraplara kadar incelikle yürütülüyor. Bunun yanında tasarım ekibimiz var. Mobilyalar, eşyalar, klasik arabalar… Hepsi orijinale uygun tasarlanıyor. Size ilginç bir şey anlatayım; her sene, New York Çay Topluluğu bizimle iletişime geçiyor. Şu bölümde kullandığınız çay fincanlarını nereden alabiliriz diye soruyor (gülüyor). Dizi bitince hepsini onlara göndereceğiz.

Peder Brown karakterinden bahsetmek istiyorum biraz. Mark Williams’ı projeye dahil etme sürecinizi de merak ediyorum açıkçası. 

Peder Brown çok ilginç bir karakter. G.K. Chesterton’ın kendisi bile, Peder Brown’ı yazarken üzerine çok daha fazla düşünebileceğini söylemiş. Sherlock Holmes, hatları çok daha keskin belirlenmiş, üzerine iyi çalışılmış bir karakter. Bilimsel bir bakış açısıyla olaylara yaklaşıyor, kılık değiştirmede usta bir karakter örneğin. Chesterton romanlarındaki Peder Brown ise daha çok bir dinleyici pozisyonunda. Vakayı toparlayarak anlatan söylemlere sahip ama dediğim gibi, bir dizi projesi için ilgi çekici değil bu. Evet, iyi hikâyeler vardı, kötü karakterler vardı ama biz biraz daha büyük bir anlatı kurmak istedik. Dedektifler de var tabii, bazen tembel olabiliyorlar ya da olaylara doğru noktadan yaklaşamıyorlar. Peder Brown ise çıkarım yapabiliyor, insan doğasını anlayabiliyor.

Peder Brown insanların ona gelmesini beklemiyor. Gidiyor ve kapıyı çalıyor, o kapının ardında neler döndüğünü bilmek istiyor. Kurbanlarla ya da kurbanın ailesiyle de iletişime geçebiliyor. Bu da onu oldukça aktif bir karakter kılıyor. Peder Brown her zaman iyi olan, her zaman mükemmel davranan biri değil, öyle olmasını da istemedik. Olay mahallinden önemli kanıtları alabiliyor mesela. Olay yerindeki bir kitabı alıyordu bir bölümde. Bayan McCarthy, “Ne yapıyorsunuz?” diye soruyordu Peder Brown’a. O da, “Geri getireceğim herhalde!” diye cevap veriyordu (gülüyor). Sonsuza kadar çalmıyor tabii o kanıtı, öğrenmek istediğini öğrenip geri getirecek. Birinci Dünya Savaşı’nda rahip olarak orduda görev yapmış Peder Brown. O yüzden kendini nasıl koruyacağını da çok iyi biliyor. Kapıların kilidini nasıl kıracağını biliyor.

“Çok sağlam bir mizah anlayışı var Peder Brown’ın.”

Ona biraz daha gerçekçi özellikler vermeye çalıştık. Bunlardan bazıları bir rahip için uygun olmayabilir, insanların evine izinsiz girmek mesela (gülüyor). Peder Brown’a bir de yardımcı, bir “sidekick” verdik, Sid Carter. Sid, Peder Brown’ın kurtardığı eski bir suçlu aslında. Ona yeni bir iş bulmasına da yardımcı oluyor, bu geçmişte yaşanmış, arka plan hikâyesi olarak görüyorsunuz. Peder Brown’ın da en büyük yardımcılarından biri haline gelmiş zamanla. Özellikle suçları aydınlatırken her daim Peder Brown’ın yanında.

Tüm bu eklemeler, Peder Brown’ı daha da ilginç bir karakter haline getiriyor. Bunların yanında çok sağlam bir mizah anlayışı var Peder Brown’ın. Mark Williams’ı istememizin en büyük nedeni de buydu sanırım. Mark’ı tanıyordum tabii, son dönemde özellikle  Harry Potter serisindeki rolüyle ismini tüm dünyaya duyurmuştu. Ama bundan öncesinde Mark “The Fast Show” isimli bir komedi programında da yer almıştı. Gerçekten çığır açan bir BBC işiydi. O yüzden Mark’ın çok iyi bir komedi oyuncusu olduğunu da biliyordum; mimikleriyle, hareketleriyle muhteşem. Oyunculuğu zaten tartışılmaz. Bu ikisinin birleşmesi gerekiyordu. Neredeyse gerçek üstü bir karakteri canlandıracaktı çünkü bu oyuncu. O da Mark Williams kesinlikle.

Bunun yanında çok zeki bir adam Mark. Oxford Üniversitesi’nde eğitim görmüş, o yüzden olaylara çok farklı bir bakış açısı da var. Bir örnek vereyim, Mark’ın fikriydi bu. Peder Brown’ın alametifarikası, şemsiyesi ve şapkası biliyorsunuz. Peder Brown yeni bir vakayı araştırmaya giriştiğinde şemsiyesini yan döndürür ve şemsiye aslında soru işareti gibi görünür. Vakayı çözdüğünde de normale döner şemsiyesi. Bunu çok insan fark etmiyor aslında. Karakterini sağlamlaştıran ufak örneklerden biri bu sadece. 

Peder Brown dünya çapında bir ün kazandı. Herkes çok seviyor bu karakteri ve tabii diziyi de. Bunun altında yatan temel neden nedir sizce?

İnsanlar suç hikâyeleri seviyor, İngiliz suç edebiyatı da dünyada bu türün ilk örneklerindendi. Dolayısıyla İngiliz olmanın verdiği bir güç de var bu karakterde. 1950’ler dönemi de etkili bunda. Nostaljik bir hikâye. İnsanların birbirine iyi davrandığı bir dönem bu ama yüzeyin altında kötülük her zaman vardı, bunu biliyoruz. Bunun yanında DNA gibi bilimsel gelişmelerin öncesini gösteren bir dönem, o nedenle hikâyelerin iç yüzünü ortaya çıkarmaları için karakterlere güveniyorsunuz aslında. Gerçekten zekice yazılmış diyaloglara ve entelektüel bir düşünce yapısına sahip olması gerekiyor karakterin de.

Şunu söylemeye çalışıyorum, bana DNA analizi kullanarak bir suçluyu bulmamı isteseniz yapamam. Ama bana deseniz ki şu evde beş kişi var ve bunlardan biri katil, işte o zaman suçu aydınlatmak için bir şansım olabilir. İnsanlar da bu ihtimale çekiliyorlar. Bunların yanında dizinin dili ve görselliği çok güçlü, çok güzel. Her bölümde farklı bir hikâyeyi ele almak da etkili. O 45 dakika içerisinde gizemin açığa çıkacağını biliyorsunuz ve sonraki bölümde yani bir macera izlemeye hazırlanıyorsunuz. 

Bu diziden önce de suç edebiyatına ilginiz var mıydı?

Aslında bu projeden önce pek yoktu diyebilirim. Büyük bir Hitchcock hayranı olduğumu söyleyebilirim ama çok fazla suç romanı okuduğumu söyleyemem. Agatha Christie okudum tabii, uyarlamalarını da izledim. Bu projeyle birlikte özellikle de polisiye hikâyelere merak saldım. İyi oldu benim için, çok ilham verici eserler okudum. 

Dizinin yeni sezonunun yani dokuzuncu sezonunun çekimlerine pandemi nedeniyle ara verilmişti. 

Normal şartlarda şimdiye kadar çekimleri yarılamış olmamız gerekiyordu ama evet, pandemi her şeyi durdurdu. Bu dokuzuncu sezonla birlikte 100. bölümümüzü de çekmiş olacaktık. Dört gözle bekliyorduk aslında. Tabii, hazır bazı hikâyeleri de değiştirmemiz gereken durumlar oldu. Çiçek hastalığı salgınını konu aldığımız bir bölüm yazmıştık, çok iyi bir bölümdü. Herkes salgından dolayı evlerindeydi ve dışarıda bir cinayet oluyordu. Ama insanların bu salgın hikâyesinden sıkıldığını düşünerek tamamen değiştirdik o hikâyeyi. Şartlar olgunlaşınca bir an önce başlayacağız  çekimlere. 

Sekizinci sezonla ilgili neler paylaşabilirsiniz bizimle?

Biraz önce bahsettiğim o üç dedektifi bu sezonda tekrar göreceğiz. Flambeau’ya özel bir bölüm yaptık, şehirdeki en iyi hırsız biliyorsun. Peder Brown yine Flambeau’nun ruhunu kurtarmak için bir yolculuğa girişecek. Diğer karakterlerimizi de göreceğiz tabii. Eğlenceli hikâyeler ve güzel mekânlarla dolu çok iyi bir sezon oldu. Umarım herkes beğenir. 


Father Brown dizisinde Peder Brown’ı canlandıran Mark Williams röportajını burada okuyabilirsiniz.

221B’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

Fulya Turhan

2011’de Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. 2014 yılında, lisans tezi olan çalışması “Sherlock Holmes & Peder Brown, Rasyonalite ve İnancın Çatışması” ismiyle yayımlandı.

Önceki Hikaye

Mark Williams: Peder Brown Duygularla İlgili, Kalbin Sesiyle İlgili

Sonraki Hikaye

Gizli Servisler ve Casusluk Romanları: Karanlığın Ayak İzleri

En Son Yazılar