Mermer Adam, Jean-Christophe Grangé, Çev. Tankut Gökçe, Doğan Kitap, 603 sayfa
30’ların sonunda Berlin’de geçen bir ‘Jack the Ripper’ okumaya hazır mısınız?
Size öncelikle şunu söylemeliyim; Grangé ile ilişkim biraz sıkıntılıydı. Bazı hayal kırıklıkları yaşattı bana geçmişte. Duygularımla oynadı. Yeni romanın duyurusu yapıldığında itiraf ediyorum biraz heyecanlandım ama açıkçası okumaktan da biraz korktum. Ya yine hayal kırıklığı yaşarsam, ya yine kolaya kaçmışsa diye. Hayır, bir de 600 sayfa roman, tuğla gibi. Hem parama hem de çok kıymetli zamanıma yazık olacaktı. Üst üste iki hayal kırıklığından sonra sonunda sevdiğim Jean-Christophe Grangé’yi, sağlam ve özgün olay örgüleriyle bizi şaşırtan yazarı görmek beni çok mutlu etti. Bu sefer tamamen yenilenmiş, silkelenmiş; “Selin seni üzdüğümün farkındayım, telafi edeceğime emin olabilirsin,” der gibiydi. Hemen söyleyeyim, bu harika tarihi roman her yönden mükemmel, türlerin karışımı büyüleyici, tam bir başarı! İlk sayfadan beni kendine esir etti ve adeta zihnimi havaya uçurdu. Tekrar hoş geldin Grangé.
Bu roman çok sabırlı ve titiz bir okuma gerektiriyor. Yazım oldukça yoğun, her şey oldukça detaylı ama bu, hikâyeyi çok zengin ve heyecan verici kılıyor. Bahsi geçen 600 sayfayı Berlin’in kalbinde, Nazizmin ortasındaki mide bulandırıcı atmosferde geçirdim. Jean-Christophe Grangé, bize tarihin arka planında bir soruşturma ve gerilimden çok daha fazlasını sunuyor. Nazilerin Almanya’sını, terörle henüz dünyanın geri kalanına karşı savaşa girmediği bu anları yaşamamızı teklif ediyor.
Jean-Christophe Grangé’in büyüsü ilk sayfalardan itibaren başlıyor. Soruşturma korkunç derecede sürükleyici. Yazar, başarısına neyin sebep olduğunu da unutmamış, işkence ve dehşeti tarif ederken kendine son derece sadık kalmış. Kesinlikle bu konuda ustalardan biri. Hiç şüphe yok ki Grangé her zamankinden daha iyi ve dokunaklı olduğu kadar etkileyici sonuca kadar bizi gergin tutmayı başarıyor. Gerilim yönü özellikle başarılı, Nazi gücünden kaynaklanan bu gerilimle çıtayı daha da ileri taşımış. Gelelim kitabın konusuna.
1939’da Berlin’deyiz. Hitler çoktan iktidarı ele geçirmiş, Yahudiler zulüm görüyor, her yerde terör ve kaos hüküm sürüyor, şehir patlamanın eşiğinde… Cehenneme hoş geldiniz! Almanya, Polonya’yı işgal etmek üzere, İkinci Dünya Savaşı yaklaşıyor. Bu kargaşada gizemli bir seri katil, ayakkabı fetişisti, Reich yüksek sosyetesinin hanımlarını, Nazi ileri gelenlerinin eşlerini oldukça acı verici ve vahşi bir şekilde öldürmeye başlıyor. Katil, kadınları gözden uzak yerlerde öldürüyor. Defalarca bıçaklıyor. İç organlarını ortalığa saçıyor ama üreme organları bulunamıyor. Ayakkabılarını da alan katil, kadınları adeta içi boş bir çuval gibi öylece bırakıyor. Biz de kahramanlarımızla hem katili arıyoruz hem de içinde bulunulan kaotik Nazi ortamıyla baş etmeye çalışıyoruz.
Antikahramanlar
Okur kendisini üç karaktere muazzam bir şekilde bağlıyor. Ama bunlara kahraman değil, “antikahraman” demem daha doğru olacak.
Öldürülen kadınlar, tıpkı diğer sosyete mensubu kadınlar gibi, sohbet etmek ve şampanya içmek için ünlü Adlon Hotel’deki bir kulüpte toplanıyorlar. Bu kadınların beraber vakit geçirmek dışında ortak bir noktaları daha var: Simon Krauss. Tanıştığımız ilk karakter olan Simon Krauss; bir psikanalist, rüyalar konusunda bir uzman. Ofisinde Nazi Partisi’nin seçkinlerinin eşleri de olan birçok kadın da dahil, başkentin güzel kadınlarını dinliyor, rüyalarının içeriğini not ediyor. Onları yatağa atma fırsatını da kaçırmıyor. Kadınların yüksek rütbeli eşleriyle ilgili sırları öğreniyor ve bu sırları ifşa etme tehdidiyle kadınlardan para tırtıklıyor. Öldürülen kadınların hepsinin Simon’la görüşmelerinin yanında bir ortak noktaları daha var. Bu kadınlar, rüyalarında Mermer Adam’ın kendilerini takip ettiğini ve tehdit ettiğini söylüyorlar. Bencil görünebilir ama kendini ortama nasıl adapte edeceğini ve sorgulayacağını bilen bir karakter. Bu karakteri özellikle çok beğendim.
Bir diğer karakter; vahşi, soğuk ve alaycı bir Gestapo ajanı olan Franz Beewen. Tam bir saldırı köpeği olan Franz, avını yakaladı mı asla bırakmıyor. Bu karakter aynı zamanda beynin de kaslar kadar önemli bir organ olduğunu anlayarak yardımcılarıyla temas halinde kendini zenginleştiriyor. Hayal kırıklıklarından çıkmazlara kadar Franz, tarihin bu döneminin vahşetlerinin intikamını almak için evrimleşiyor. Ölü bulunan kadınların soruşturmasından sorumlu olan Franz’ın Simon’a güveni yok ama yine de daha fazla cinayet işlendiğinde neler olup bittiğini ve bu kadınları kimin öldürebileceğini anlamaya çalışmak için ona ihtiyacı oluyor. Dikkat edin, bir Gestapo’yu çok seveceksiniz. Kendinizi suçlu hissetmeyin.
Her ikisine de alkolik, ülkenin en zengin mirasçılarından biri ve psikiyatri hastanesinin yöneticisi Minna Von Hassel eşlik ediyor. Alman üst burjuvazisinin kızı tamamen kaybolmuş, alkolde boğulmuş ve her türlü uyuşturucuyla nevrotik hal içinde olan Minna, kendini düpedüz yok etmeye çalışıyor. Kurtuluş kapısı belki de seri katil tarafından öldürülen en iyi arkadaşının ölümünün intikamını almak olacak.
Bu üç karakter; önyargıların, işlevlerin ve yöntemlerin engeline rağmen birbirlerini tanımaya, takdir etmeye başlıyorlar. Dünya değişiyor, giderek daha tehlikeli ve belirsiz hale geliyor ama Simon, Minna ve Franz bizimle aynı hızda evrimleşiyor, dünya görüşlerini değiştiriyorlar. Sayfalar ilerledikçe onları sevmemek imkânsızlaşıyor ve böylece soruşturma daha da heyecan verici hale geliyor. Her şeyin karşı çıktığı bu araştırmacılar, canavarın ayak izlerini takip ediyor ve şaşırtıcı bir gerçeği keşfediyorlar.
Müfettişlerin asfaltta, tabanlarını kullanarak sokaklarda yürüdüğü, kapıları çaldığı ve tanıkları sorguladığı, ipuçlarını takip ettiği, şüphe duyduğu ve zaman zaman daireler çizdiği gerçekten eski moda bir soruşturma sunuyor bize Mermer Adam. Grangé, okurları yerel halkla beraber Berlin sokaklarında, şehrin içinden geçen Spree Nehri kıyılarında, büyük Avenue Unter’den Linden üzerinden Gestapo’nun merkezine kadar dolaştırıyor.
Jean-Christophe Grangé, bizi Nazi dehşetityle kadınları katleden canavar arasındaki kötülüğün kalbine sürüklüyor. Seri katil ve onun acımasız suçları, Berlin’de hüküm süren tarihsel değişim ve korkuyu yansıtıyor. Av kesinlikle heyecan verici, telaşlı ve gerilim dolu. Bizim için bazı güzel sürprizler var ve bizi nefes kesici sonuca kadar ayak parmaklarımızın üzerinde ve gergin tutuyor. Böyle bir çılgınlık planını olsa olsa Grangé yazabilirdi zaten.
Bu yeni romanın daha da geniş bir kitleye hitap ettiği inkâr edilemez. Çünkü hikâye bize kirli bir soruşturmadan çok daha fazlasını sunuyor. Grangé bizi cehennemi bir rüyaya, karakterlerini aştığı kadar bizi de aşan bir araştırmaya ve tarihe götürüyor. Kötülüğün kalbinde tarihi bir gerilim kitabı… Ama canavar düşündüğümüz yerde saklanmıyor.