Uluslararası çoksatan listelerinin gediklilerinden Arne Dahl ve A Takımı’nı Ceyhan Usanmaz, 4. sayımızda mercek altına almıştı
İtiraf etmekte bir sakınca görmüyorum; özellikle seri halinde yazılmış polisiyelerin bazılarını -bir süre sonra- nasıl bir suç hikâyesi anlatılacağının merakından çok, başkarakterin hayatında ne gibi gelişmeler olduğunu öğrenmek üzere okuyorum. Merkezdeki karakterler çoğunlukla arızalı tipler oldukları ve kaçınılmaz olarak hayatlarında hep bir gelgit yaşadıkları için, özellikle yakın takipçileri açısından daha heyecanlı bir hikâye barındırıyor böylesi ayrıntılar. Ailevi ilişkileri ne durumda, çocuklarına yeterince vakit ayırabiliyorlar mı, zayıflıklarına yine mi yenik düşecekler, yaşlılık artık kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başladı mı, geçmişin izleri giderek siliniyor mu yoksa kabuk bağlamış gibi görünen yaralar yeniden kanamaya mı başladı vs. Yalnızca yapıp ettiklerini değil, neler düşündüklerini de az çok bildiğimiz için birer dert ortağı da oluruz zamanla bu karakterlerle…
Mesela, Raymond Chandler’ın Philip Marlowe’uyla ya da Georges Simenon’un Komiser Maigret’siyle bir barda biraz vakit öldürmek isterdim. Günün sonunda muhtemelen benden pek hoşlanmayacaklardır ama en azından Komiser Maigret beni yargılamaz, anlamaya çalışırdı! (Dolandığımız mahalleler aynı olduğu için Celil Oker’in Remzi Ünal’ı, Çağatay Yaşmut’un Başkomiser Galip’i, Armağan Tunaboylu’nun Metin Çakır’ı ya da Ahmet Ümit’in Başkomser Nevzat’ıyla bir araya gelme olasılığımsa daha yüksek sanırım.) Elbette benzer bir durum, Kuzeyli polisiyeler için de geçerli. İklimin ve coğrafyanın tersine, bir seri şeklinde yayımlanan kitapların sayısı çoğaldıkça merkezdeki karakterlerle sıcak bağlar kurmak da bir o kadar kolaylaşıyor. Henning Mankell’in 1991’den 2009’a 12 kitap boyunca eşlik ettiğimiz Kurt Wallander’i örneğin; Jo Nesbø’nun Harry Hole’si; Arnaldur Indridason’un kardeşini artık birlikte aramaya başladığımız Erlendur’u ilk akla gelenlerden… Ancak İsveçli yazar Arne Dahl’ın romanları sözkonusu olduğunda, biraz daha farklı bir manzarayla karşı karşıya kalıyoruz.
Tamamen yeni bir tür birim
“Aynada kendisini inceledi. Nötr bir yüz. Ayırt edici özellikleri yok. Düz bir burun, ince dudaklar, kısa kesilmiş koyu sarı saçlar, üzerinde bir tişört, parmağında alyans. Saçların döküleceğine yönelik bir emare yok. Orta yaşın başlarında. Ergenliğe yaklaşan iki çocuk. Ayırt edici özellik yok. Hiçbir özellik yok.”
İşte bu nötr yüze sahip Paul Hjelm’le ilk olarak bir rehine krizinin ortasında tanışmıştık. Frakulla isimli Kosovalı bir Arnavut’un Stockholm’deki bir göçmen bürosunda üç kişiyi rehin aldığı olaya dahil olmuştu Hjelm. Aslında Frakulla’nın, ailesinin sınır dışı edilmemesi için son çare olarak bu yola başvurduğunu anlamasıyla, özel timi beklemeden (Frakulla da dahil olmak üzere, kimse zarar görmesin diye) riskli bir müdahalede bulunmuştu.
Gerçekten de hiç kimse ciddi bir zarar görmez bu olay sonucunda ama Paul Hjelm hakkında, işini kaybetmekle sonuçlanabilecek bir soruşturma açılır. Diğer bir deyişle sıkıntılı bir sürece girmiştir Paul Hjelm ama bir taraftan da aldığı bu inisiyatifle birilerinin dikkatini çekmiştir. İsveç iş dünyasının önemli isimlerini hedef alan seri cinayetleri çözmek üzere, o birilerinin tam da böylesi inisiyatifler alabilecek, hayal gücü ve vicdan sahibi kişilerden kurulu, tıkır tıkır işleyen bir grup yaratma planları vardır. Böylelikle Ulusal Cinayet Masası (NCP) içinde tamamen yeni kurulmuş bir birim olan A Takımı’na Paul Hjelm de dahil edilir.
İsveç’in dört bir tarafından gelen deneyimli ve üstün vasıflı olduğuna inanılan polis memurları bu A Takımı’nın çekirdeğini oluşturmaktadır. Büyük isimler yoktur, sürekli değişen patronlar yoktur, hiyerarşiyle uğraşmak yoktur, yetkileri bir hayli geniştir; kısacası, tamamen yeni bir tür birim.
Bu grubun başında başdedektif Jan-Olov Hultin yer alıyor. Paul Hjelm’in diğer mesai arkadaşlarını da şöyle tanıtabiliriz: Stockholm Cinayet Masası’ndan Viggo Norlander (birimin en yaşlısı), Göteborg Cinayet Masas’ından Kerstin Holm (birimdeki tek kadın), kendisini Sundsvall polis bölgesindeki tek kara kafalı polis olarak tanıtan Jorge Chavez (azınlıkların temsilcisi), Finlandiyalı Arto Söderstedt (diğerlerine göre aykırı siyasi görüşlere sahip) ve Nacka Polisi’nden Gunnar Nyberg (eski vücut şampiyonu.) İşte bu isimlerden oluşan A Takımı, ilk olarak sonradan Kodaman Cinayetleri olarak anılacak olaya atanır, serinin ilk kitabı Ölümün Sesi‘nde. İkinci kitap Kötü Kan‘da bu sefer kökleri Amerika’ya uzanan Kentucky Katili’nin peşine düşeceklerdir. Üçüncü kitap Dağın Tepesine Doğru‘daysa bir süreliğine farklı noktalara dağılmış A Takımı yeniden bir araya gelecektir.
1800 dakikalık bir seyir vaadi
Ölümün Sesi romanının orijinali, aslında 1999’da yayımlanıyor; Türkçede ise ancak 2013’te okuma imkânı bulabilmiştik. Gecikmeyle de olsa, en azından sırayla ilerleyebildiğimiz için şanslı sayılırız! Kimi zaman dil engeli kimi zaman da yayın haklarını farklı yayınevlerinin satın alması nedeniyle Türkçede birçok Kuzeyli seriyi maalesef yayımlandıkları orijinal sırayla okuyamıyoruz. Her ne kadar Intercrime serisi mutlaka sıra gözetilerek okunması gereken bir seri olmasa da, bu şekilde ilerliyor olması türün sıkı takipçileri açısından sevindirici…
Intercrime serisi, elbette bu üç kitapla sınırlı değil, aslında 10 kitaplık bir toplamdan söz ediyoruz… Şimdiye kadar Türkçede, her yıla bir Arne Dahl kitabı düştü. Bu hızda devam edileceğini varsayarsak, 2022 yılında seriyi tamamlamış olacağız gibi görünüyor! Bu kadar beklemeye tahammülü olmayanlar kitapların orijinallerine başvurabilir tabii ya da daha iyisi, her birinden uyarlanan filmleri izleyebilir. Evet, Arne Dahl’ın Intercrime serisi kapsamındaki her bir kitabı, 90’ar dakikalık iki bölümlük -hikâyelere olabildiğince sadık- filmlere uyarlanmış durumda; yani toplamda 1800 dakikalık bir seyir vaat ediyor…
Ayrıca seri, Arne Dahl külliyatının yalnızca bir bölümünü teşkil ediyor. Opcop isimli dörtlemesinin yanı sıra, gerçek adıyla yani Jan Arnald imzasıyla yazdığı kitaplar da var (şiir ve öykü türünde de eser vermiş bir yazar.) Aynı hızla Türkçede bu kitapların da yayımlanacağını düşünsek, Arne Dahl’la birlikte 21. yüzyılın ortalarına doğru uzanacağız demektir! Arne Dahl da geçen bu süre içinde boş durmayacağı için ucu bir hayli açık bir süreç sözkonusu…