Özlem Özdemir’in 221B’nin 29. sayısı için kaleme aldığı “Bohem İrlandalı: Sean Duffy” yazısının ilk bölümünü okurlarımızla paylaşıyoruz.
IRA’ya katılmayan ama Kanlı Pazar katliamının sorumlularından olduğu için halkın nefret ettiği Hava İndirme Taburu askerlerini Ulster caddelerinde görünce polislerin bu taburla “kardeş” oldukları iddiasını da hazmedemeyen, bu anlamda arada kalmış, sıkışmış bir roman kahramanının bize anlatacağı çok şey var. Adrian McKinty hedeflediği gibi, okurları her romanda kendisine karşı dürüst, içsel yolculuğa çıkan, sorgulayan karakterlerle, bu karakterlerin gerçek duygularıyla ve bölünmüş bir ülkenin gerçekleriyle yüzleştiriyor.
Adrian McKinty, 1968, Belfast doğumlu, bol ödüllü bir yazar. Kendi deyimiyle “İrlanda açısından en zor yıllarda” Belfast’taki işçi konutlarında doğup büyüdü. Warwick Üniversitesi’nde hukuk okudu, Oxford Üniversitesi’nin siyaset ve felsefe bölümünü tam burslu kazandı, ikinci sınıfta şu anki eşiyle tanıştı ve ona âşık oldu. 1993’te Oxford’dan mezun olduktan sonra New York’a göç etti. New York’ta yasal çalışma izni olmadığı için türlü işler yapmak zorunda kaldı. Güvenlik görevlisi, barmen, kapıda satış elemanı, rugby koçu olarak çalıştı. Eşiyle evlenip oturma ve çalışma iznini aldıktan sonra ise kütüphane görevliliği ve bir dönem liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. Önce kısa öyküler ve eleştiri yazıları kaleme alan McKinty, 2003’te ilk polisiye romanını yayımladı: Dead I Well May Be. Roman, 2004’te İngiliz Polisiye Yazarlar Birliği’nin (CWA) Ian Fleming Çelik Kama Ödülü için kısa listeye kaldı. Michale Forsythe Üçlemesi’nin bu ilk kitabını 2006’da yayımlanan The Dead Yard ve 2007’de yayımlanan The Bloomsday Dead romanları takip etti. Bu yıllarda genç okurlar için Lighthouse adlı bilimkurgu üçlemesini de kaleme aldı.
Eşine Melbourne’den gelen iş teklifi sonrasında 2008’te ailesiyle Avustralya’ya yerleşti. Bu kararı almasındaki temel amaç, “tam zamanlı yazar” olabilmekti. Avustralya’ya yerleştikten sonra Sean Duffy serisinin ilk kitabı Soğuk Toprak, 2012’de yayımlandı. Bu romanla polisiye edebiyat dünyasında ismi daha da öne çıktı. 2012-2019 arasında yayımlanan altı romandan oluşan Sean Duffy serisinin ödüllere ve övgülere doyamadığını belirtmek gerek.
Yazmayı Bırakmak…
Adrian McKinty’nin 2016’da büyük bir kırılma yaşadığını söyleyebiliriz. Tam zamanlı yazar olabilme yani yazdıklarıyla geçinebilme hedefiyle çalıştığı yıllar boyunca, kitapları övgü ve ödüller almasına rağmen satışlar beklendiği gibi olmadı. Kitaplarından para kazanamadığı için Uber şoförlüğü, bazen de barmenlik yaptı. 2017’de şoförlük yaptığı bir gecenin sonunda eve geldiğinde -kirayı ödeyemediği için- evden tahliye edileceklerini öğrendi. İşte o gece, blog sayfasında “romanlarından edindiği gelirin yetersiz olduğunu” belirterek yazmayı bıraktığını ilan eden bir yazı yayınladı. 2017’den bu yana sadece Sean Duffy kitaplarının 250 binden fazla satışa ulaştığı doğru ancak 2016’da yazar ve ailesi için durum oldukça zordu. Blogdaki yazıyı okuyan, Amerikalı çoksatan polisiye yazarı Don Wislow, çevresindeki menajer, yönetmen, yapımcı ve ajanslara Adrian McKinty’nin kitaplarını gönderdi, pek çoğuyla görüştü. Don Wislow aslında Adrian ile blogda yayınladığı yazıdan kısa bir süre önce tanışmıştı, dost değillerdi ancak Adrian’ın yazdığı romanları okumuştu. “Adrian’ın yeteneğine sahip biri, yapmak istediği işlerden en azından hayatını geçindirebilmeli. Parasız kaldı, evinden atıldı; hayatta kalmak için gerçekten mücadele ediyordu. Yorgundu, artık yazarlığı bırakmak istiyordu. Bu hissi biliyordum çünkü birkaç sene önce ben de aynı durumdaydım,” diyor Wislow. Birkaç gün sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde Don Wislow da dahil pek çok ünlü yazarın temsilcisi Shane Salerno, Adrian’ı aradı. “Don, yazmayı bırakma kararı aldığını söyledi,” dedi ve kitaplarıyla ilgili sorular sormaya başladı. Adrian, 80’ler Belfast’ında geçen Sean Duffy serisini anlatınca ABD’de geçen bir roman yazmayı düşünüp düşünmediğini sordu. Adrian, bu teklifi önce reddetti. Don, Adrian’ı ikna etmek için, “Sabah 10.000 doları hesabına gönderirim,” dedi. Adrian, şu anda filme de uyarlanan The Chain (Zincir) romanının ilk 30 sayfasını birkaç saat içinde yazıp gece 3’te Don’a gönderdi. Sabah 5’e doğru Don aradı ve o sihirli cümleyi kurdu: “Bu romanı bitirmek zorundasın.”
Adrian McKinty’nin “talihi” işte bu görüşmeyle, bu görüşme sonrasında yazdığı Zincir romanını tamamlamasıyla, 2019’da romanın yayımlanmasıyla, ABD’de çoksatanlar listesine girmesiyle ve hemen arkasından Paramount Pictures tarafından film haklarının alınmasıyla tam anlamıyla değişiyor. Sean Duffy serisinin satışları ABD ve İngiltere’de yükselirken pek çok dilde de yayımlanmaya başlıyor.
Adrian McKinty, ne kadar yetenekli bir yazar olursa olsun, bir yazar olarak hayatta kalmanın zor olduğunu geçen yıl verdiği röportajda yineliyor: “İngiltere’de yazarların ortalama yıllık geliri, 10.000 pound. Bu, asgari ücretten de düşük. Ve dünyanın pek çok yerinde durum ne yazık ki aynı… Ben de yıllarca yazdım, pek çok ödül, harika eleştiriler ve övgüler alıyordum. Öte yandan tüm bunlar sahteydi çünkü aileme düzenli bir gelir sağlayamıyordum. Her kitabım, yılda en fazla üç bin adet satıyordu ve bununla geçinmek imkânsızdı. Eşim tam zamanlı çalışıp tüm ailemize bakıyordu.”
Yazarın İrlanda’nın en çalkantılı dönemlerinde Belfast’ta yaşaması, sonrasında İngiltere, New York ve Melborne’de pek çok farklı işte çalışması insanları çok iyi gözlemlemesine, romanlarındaki her bir yan karakteri yazarken bile müthiş bir iş çıkarmasına yaramış diyelim; 14 yıl boyunca nice sıkıntı ve ek işlerle devam ettiği yazarlığa nihayet çok daha doğru koşullar altında devam edebilmesine dair sevincimizi buradan da iletelim.
Tanışalım: Sean Duffy
Serinin ilk kitabı Soğuk Toprak’ta 30 yaşında, demek ki 1951 doğumlu. 1.80 boyunda, 70 kilo, kaslı bir vücudu yok, kendisini daha çok “sırık” olarak tanımlıyor. 30 yaşında ama 30 yaşındaki diğer polislere benzemediğinin altını çiziyor; çünkü diğerleri gibi günde üç paket sigara içmemeye dikkat ediyor, sigara içmemeye değil, en azından üç paket içmemeye. Saçları koyu renk, teni de öyle, lacivert gözlü, Kelt burnu yerine gaga burna sahip denilebilir. Biraz bronzlaştığında kendisini görenler İrlandalıdan ziyade İspanyol ya da Fransız turistlere benzetiyor. Duffy’ye bu benzetme değil, 1980’ler Belfast’ında İspanyol ya da Fransız turist görülme ihtimali daha ilginç geliyor.
Taşrada doğup büyüyen Sean, 1969’da yani Ayaklanmalar Dönemi’nin başladığı yıllarda Belfast Queen’s Üniversitesi Psikoloji bölümüne tam burslu giriyor. “ … Şehri, barlarını, dar sokaklarını, karakterini en azından bir süre için sevdim. Üniversite bölgesi şiddetten, en kötü haliyle şiddetten muaftı. Seamus Heaney, Paul Muldoon, Ciaran Carson dönemiydi ve Belfast Queen’s Üniversitesi giderek koyulaşan karanlığa tutulan küçük bir mum ışığıydı,” diye anlatıyor o yılları.
Önce IRA’yı Sonra Polisliği Düşündüren İki Dönüm Noktası
1972’de Duffy’nin hayatındaki ilk dönüm noktası yaşanıyor. Günlerden 30 Ocak: Kanlı Pazar. Amerikan 6. Filosuna karşı antiemperyalistlerin taksim Meydanı’na düzenlediği yürüyüşe, “komünistlere gereken dersi vermek” için polislerin gözü önünde ellerindeki satır ve bıçaklarla vahşice saldırarak iki genci öldürüp yüzlerce insanı yaralayanların yaptığı Kanlı Pazar değil. Sean Duffy için dönüm noktası olan Kanlı Pazar, İstanbul’da değil, İrlanda’da yaşanıyor.
Kuzey İrlanda’daki Derry kentinde cumhuriyetçilerin demokratik haklar için düzenlediği bir yürüyüş… Onbinlerce İrlandalının katıldığı bu yürüyüşün bir koluna İngiliz askerleri müdahale etti. Yürüyüşçüler bu müdahaleyi protesto etmeye başlayınca, belirlenene göre 21 İngiliz askeri, karşısındaki silahsız halka 108 kez ateş etti. 26 insan vuruldu, 13 kişi öldü. Ölenlerin bazıları arkadan vurulmuştu. Katliamı yapanlar, Hava İndirme Taburu’ndan askerlerdi. 1998’de Tony Blair başkanlığındaki İngiliz hükümeti Kanlı Pazar ile ilgili beş bin sayfalık bir rapor hazırladı. Bu rapor, malumun ilamı anlamına geliyordu. Yürüyüşçülerin hiçbir tehdit oluşturmadığı ve silahlı olmadıkları kabul edilirken askerlerin ise kontrolsüz ve vahşice saldırdığı itiraf edildi.
Kanlı Pazar korkunç bir saldırıydı. Basının gözü önünde insanların katledilmesi pek çok kişinin İrlanda Cumhuriyet Ordusu’na (IRA) katılmasına ya da katılmayı düşünmesine neden oldu. İşte onlardan biri de dedektifimiz Sean Duffy.
“Kanlı Pazar’dan sonraki hafta hayatımın dönüm noktalarından biri oldu. O günlerde neredeyse PIRA’ya katılma noktasına gelmiştim, ama eski bir okul arkadaşım ve IRA’nın semt sorumlusu olan Dermot McCann beni bu kararımdan vazgeçirdi: Üniversitede kalıp öğrenimime devam etmeliymişim çünkü hareketin düşünürlere de ihtiyacı varmış.”
Dermot McCann ismi önemli çünkü serinin üçüncü kitabı Yarınsız Ülke, IRA’da aktif rol alan Dermot karakterini daha da iyi tanımamızı sağlayacak.
Sean Duffy bu görüşmeden sonra IRA’ya katılmayı denemiyor ve eğitim hayatına devam ediyor. 1973’te aynı bölümde doktoraya başlıyor. Bu yıllarda, biliminsanı olmayı düşündüğünü anlıyoruz. Doktoranın ikinci yılında yani 1974’te ise hayatının ikinci dönüm noktasını yaşıyor. “Tarih 2 Mayıs 1974’tü. Doktora programında ikinci yılımdaydım. Güzel bir bahar günüydü. Üniversite yurdumdan sadece 18-20 metre uzaktaki Ormeau Road üzerindeki Rose and Crown Bar’ının önünden geçiyordum. Ayaklanmalar Dönemi’nin en kötü zamanlarıydı fakat kişisel olarak bundan etkilenmemiştim. Henüz etkilenmemiştim. Hâlâ tarafsızdım. Uzak durmaya çalışıyordum. Kendi işime bakmaya çalışıyordum. Tarafımı seçmeye en yakın olduğum an Kanlı Pazar ertesinde babamla birlikte Derry’deki cenaze törenlerine katıldığım gün oldu; o gün yirmi dört saat IRA’ya katılma konusunu düşünmüştüm.
Hayatın seyri tuhaf…
Rose and Crown öğrencilerin buluştuğu bir yerdi. Queens’teyken oraya belki üç yüz defa gitmişimdir. Benim lokalimdi. Oraya düzenli olarak gelenlerin hepsini tanırdım. Normalde o saatte ben de o barın içinde olurdum ama o sırada Öğrenci Sendikası’ndan yeni tanıştığım bir kızla kapıda kaynatıyorduk ve yeterince içmiştim zaten. Uyarı falan yapılmadan patlatılan bir bombaydı. Saldırıyı UVF (yasadışı paramiliter bir Protestan grup olan Ulster Gönüllüleri Gücü) üstlendi. Daha sonra UDA (bir diğer Protestan paramiliter grup, Ulster Savunma Birliği) bombayı kendilerinin patlattığını açıkladı. Sonrasında ise UVF bunun planlanan saatten önce patlayan bir IRA bombası olduğunu söyledi… Bunların hiçbir umurumda değildi. İşte o anda bu çılgınlığa bir son verme yönündeki çabaların küçük de olsa bir parçası olmaya karar verdim. Ya defolup gidecek ya da bir şeyler yapacaktım. İkincisini seçtim.”
Sean Duffy, 1974’te polistir artık. Önce sınır karakolunda çalışır, cinayet masasında eğitim alır, bir çocuk kaçırma vakasına bakar, sonra yüksek profilli bir eroin çetesini çökerten ekiptedir, birkaç cinayet vakasına daha bakar ve 1981’de tüm bunlardan sonra aldığı terfiyle Carrickfergus’taki “görece güvenli” RUC Karakolu’na komiser yardımcısı dedektif olarak atanır.
Serinin her romanında, tanıştığı her insan tarafından en az bir kez sorulan soru açıktır: “Neden polis oldun?” Bu soruyu okurların, hele İrlanda tarihini biraz takip eden, bilgi sahibi olan tüm okurların da sıklıkla sorduğunu düşünüyorum. Kuzey İrlanda polis teşkilatı, çoğunluğu Protestanlardan oluşan bir yapıda. Çünkü İrlanda’da yıllar boyunca Protestanların önemli çoğunluğu, İngiltere egemenliğini kabul etmeyi; Katoliklerin önemli çoğunluğu da bağımsızlığı yani İrlanda Cumhuriyeti’ni savundu. Sean Duffy ise bir Katolik hatta Katolik olduğu için çalıştığı karakollarda bazen hakarete de uğrayan biri. Yazar, bence bir tercihte bulunuyor ve Duffy’nin polis olmasına dair sorulan soruyu okurların da sürekli akılda tutmasını istiyor.
“Normal” Olan Kuzey İrlanda’yı Terk Etmek
Katolik, üniversite mezunu, 30’larında bir genç neden polis ve neden hâlâ Kuzey İrlanda’da?
Evet, romanlar boyunca en sık karşılaştığımız ikinci soru bu; çünkü 1980’lerde Belfast’ta insanların birbirine en sık sorduğu soru da bu: Eğitimli bir Kuzey İrlandalı neden orada kalır ki? Bölünmüş bir İrlanda… Üstelik İngiltere tarafından pek çok paramiliter grup açıktan besleniyor. IRA hem İngiltere’ye hem paramiliter gruplara karşı silahlı mücadele veriyor. Her gün bir yerde bomba patlıyor ya da silahlı saldırı yaşanıyor. Sürekli gittiğiniz bir restoranda, önünden geçtiğiniz bir barda, adım attığınız herhangi bir sokakta, caddede o bombaya ya da saldırıya denk geldiğiniz için hayatınızın son anını yaşayabilirsiniz. Henüz bir saldırı nedeniyle ölmediyseniz şanslısınız fakat hayatta kalmak, yaşamak anlamına gelir mi? İşsizlik ve yoksulluk hâd safhada… En önemli üretim fabrikaları peş peşe kapanıyor. İşsizlik maaşları, gıda yardımları bugünkü Avrupa Birliği’nin temeli olan Avrupa Ekonomi Topluluğu’ndan (AET) gelen paralarla karşılanıyor. Dolayısıyla üniversite mezunu bir insan için o günlerde mantıklı olan İngiltere, Avustralya ya da ABD’ye göç etmek; memleketi, dostları, anıları geride bırakmak.
Hele bir de Quenn’s Üniversitesi Psikoloji mezunuysanız, üzerine doktora eğitimi de aldıysanız Kuzey İrlanda’da kalma nedeniniz iyice anlaşılmaz bulunuyor. Sean Duffy de bu nedenle sıklıkla bu iki soruyla karşılaşıyor ve yazar, bu ikisine de altını kalın çizgilerle çizebileceğimiz net cevaplar vermemeyi tercih ediyor. Bu tercih, Sean Duffy’yi ve dönemin Kuzey İrlanda’sını da anlamamızı kolaylaştırıyor. Emin olduğum tek bir şey var; Duffy, polisliği keyif aldığı ve beslendiği merak duygusuyla, gizemleri çözmekten duyduğu hazla, yüksek mizah duygusuyla, sofistike zevkleri ve tek başına kalmaktan korkmayan karakteriyle sürdürüyor.
Bildiğiniz Polislerden Değil…
Şimdilik altı romandan oluşan seride Sean Duffy’nin 1981-1988 arasında geçen maceralarını okuyoruz. Karşımızda, ufak bir ipucunun üstüne günlerce düşünen, bakış açısını değiştirmekten korkmayan, parçaları birleştirmek için sürekli kafa yoran, üstlerinin ya da ekip arkadaşlarının vazgeçtiği dosyaların bile peşini bırakmayan bir dedektif var. Ayrıca kimin ne düşündüğünü zerre umursamayan, müthiş bir hazırcevaplık ve zekâ barındıran kara mizahı.
Atandığı RUC Karakolu’ndaki ilk cinayet vakası için olay yerine, özel tasarım yaptırdığı Che Guevara tişörtüyle gidince sorulan soruya ver diği cevap gibi:
“Sen tam bir andavallsın. Olay yerine silahsız, spor ayakkabı ve Che Guevara tişörtüyle mi gelinir? Ne günlere kaldık!”
“Büyük ihtimalle zor günlere, efendim.”
“Seni anlamıyorum Duffy. Senin gibi zeki, ukala birisi neden peeler’lara katılır ki?”
“Havalı üniformalar… Her sabah işe giderken öldürülme ihtimalinin verdiği heyecan…”
Adrian McKinty’nin en büyük mahareti 80’ler Belfast’ının oldukça ağır ve gri atmosferini olabildiğince gerçek yansıtırken mizahtan hiç vazgeçmemesi. Ayrıca bu yıllar, İrlanda’daki polislerin olay yeri incelemeyi, parmak izi almayı ya da fotoğraf çekmeyi çok da önemsemediği yıllar. Bir ceset bulunduğunda tüm polisler tek tek cesedi inceledikleri için pek çok ipucunu yok ediyorlar. Sean Duffy ise bu konularda çok net ve “olay yerinde delilleri yok etmeme üzerine bir seminer vermeyi bile düşünüyor”. Parmak izi almayı beceremeyen meslektaşlarıyla tartışıyor. Otopsi raporları hakkında adli tıp doktorlarıyla detaylıca konuşuyor. Ve diğer polislerden ayrı olarak, her cinayet dosyasında katil ya da katillere dair profil çıkarmaya önem veriyor. Psikoloji eğitimini katili anlamak, tanımak ve yakalamak için kullanıyor.
Üstlerinden gelen baskıyı göğüslemekte zorlanan, kitaplar ilerledikçe özel hayatında da ciddi sorunlarla boğuştuğunu anladığımız, Duffy’ye sürekli hesap sorarken gördüğümüz, odasında viski içmeyi neredeyse zorunlu hale getiren Amir Brennan; Ayaklanmalar Dönemi’nin öncesinde ve sonrasında da polislik yapmış, deneyimli, güvenilir bir dost ama biraz eski kafa olarak tanımladığı Crabbie; tembelliği nedeniyle sık sık uyarılan, beli ağrıdığı için şikâyet eden ama her romanda polisliğini de geliştiren Matty, Sean Duffy’nin iş arkadaşları.
Duffy’yi birkaç kelimeyle anlatmam gerekse inatçı, zeki ve hazırcevap sıfatlarını seçerim. Bir dosyada “yukarıdan” gelen emirle artık ilerlememesi gerektiği söylense de işin içine MI5 ya da FBI bile girse durmuyor. Vicdanlı bir adam olarak en azından gerçeği kendisi için ortaya çıkarmak için uğraşıyor. Bu uğurda neredeyse her kitapta başına bir iş de geliyor. Vuruluyor ve aylarca yoğun bakımda kalıyor; Thatcher tarafından şeref madalyasıyla “onurlandırılıyor”; şeref madalyasına rağmen açılan soruşturmalarla rütbesini kaybediyor; tekrar yaralanıyor; zorla istifa ettiriliyor; önüne bir fırsat geldiğinde rütbesini ve işini geri almak için pazarlık yapmaktan da kaçınmıyor. Bir dosyayı çözmek için üstlerinden habersiz İtalya’ya da gidiyor, New York’a da. Adam tam bir gizem çözme bağımlısı. Hiç kimse, hiçbir şey, bazen kendisi bile onu durduramıyor.
Bir Rutin Olarak Ölümden Dönmek
Sean Duffy’nin pek çok özelliği, polisiye romanlarda görmeye alışkın olduğumuz özellikler olabilir ancak 80’lerde Belfast’taki polislerin rutini neredeyse benzersizdir.
Land Rover ya da BMW kullanan polisler, arabaya binecekleri her andan önce eğilip arabanın altını kontrol eder, zira bomba konulmuş olabilir. Arabanın altında bomba varsa izlenilecek prosedür bellidir: “İyi ki rutin kuralları uyguladım,” diyerek şükretmek ve karakolu arayıp bomba imha ekibi çağırmak. Diyelim ki arabanın altında bomba yok, şanslı gününüzdesiniz. Peki, bubi tuzağı varsa? Bunun için de uyacağınız kurallar var. Sonunda arabayı kullanmaya başlayacaksınız, ya emniyet kemeri? Normalde takmanız gerekiyor fakat yapılan araştırmalar Sean Duffy’yi durduruyor. Emniyet kemeri sizi kazalardan korur ama saldırıya uğradığınızda kaçmanız gereken saniyeleri sizden alabilir.
“Bu yıl dört polis memuru yolda kaza yaptıkları için ölmüş, 9 polis memuru ise taktıkları emniyet kemerinden kurtulamadıkları için öldürülmüştü.” Kahramanımız nihayet arabayı kullandıktan sonra bile rahatlayamıyoruz. Bir dosyada konuşulması gereken tanıkların evlerine, işyerlerine gidilecek yani mahallelere… Muhtemelen paramiliter grupların hâkim olduğu mahallelere ya da IRA’nın çoğunlukta olduğu yerlere… İki durumda da o polis aracı ve polisler mutlaka saldırıya uğruyor. Bazen silahla peş peşe ateş ediliyor,bazen arabanın üstüne yukarıdan benzin bidonu atılıyor, araba bir biçimde ateş alıyor, bazen de küçük çocuklar taş, sopa, çöp hatta sidik dolu şişeler, ne buldularsa arabaya fırlatıyor. Duffy tüm bu saldırılara ve ölmemek için alınan önlemlere biraz da alışmış ancak bununla bitmiyor. İlk romanda dosyada ilerledikçe canını sıktığı birtakım adamlar evini basıyor, büyük bir silahlı çatışmadan ufak bir şansla ağır yaralı olarak; ikinci roman Sokakta Siren Sesleri’nde büyük bir patlamadan son anda kurtuluyor. Duffy, rutinleşmiş şiddet sarmalı içinde her gün bunlarla yüzleşerek hayatına devam ediyor.