Bu yazı, 221B Dergi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
Evliliğinde zor günler geçiren New York polisi John McClane (Bruce Willis), karısıyla arasını düzeltmek amacıyla onun çalıştığı şirkette düzenlenen Noel arifesi partisine katılmak için Los Angeles’a gelir. Şirket çalışanları dışında kimsenin bulunmadığı koca bir gökdelene teröristlerin baskın yapmasıyla davetliler listesinde bulunmayan McClane, karısının da dahil olduğu rehinelerin tek umudu haline gelir. Baskını düzenleyen teröristlerin başı ise Hans Gruber’dir (Alan Rickman). Kardeşi Simon (serinin üçüncü filminde Jeremy Irons tarafından canlandırılır) ile Almanya’da doğup büyüyen, gençliğinde Volkfrei adlı radikal bir örgüte katılan fakat uyumsuz davranışları nedeniyle buradan atılan Hans Gruber, serbest terörist olarak kariyerine devam ederken yolları McClane ile kesişir.
90’lı yılların aksiyon filmlerinde sayısız kere tekrarlanan, dış dünyaya kapalı bir alanda tutulan rehineleri kurtaran (çoğu zaman şans eseri orada bulunan) kahraman hikâyelerinin ilk ve en başarılı örneklerinden Zor Ölüm’ü diğerlerinden ayıran sahnelerden biri, McClane ile Gruber’in final öncesinde karşılaşmasıdır. Uzun zamandır üzerinde çalıştığı planı bozan McClane’i öldürmek için gökdeleni turlarken hazırlıksız bir durumda onu karşısında bulan Gruber, masum bir rehine numarası yapar. Bunu daha inandırıcı kılmak için de doğup büyüdüğü Almanya’nın izini dilinden olabildiğince siler ve McClane’i kandırmayı başarır…. sadece bir süreliğine. Durumu fark eden McClane, Gruber’e takdirlerini sunar: “Bu aksanla televizyonda falan çalışmalıydın.”
Zor Ölüm için uzun süre Almanca ve Almanların İngilizceyi konuşma tarzları üzerinde çalışan Rickman’ın her zamanki gibi göz dolduran performansıyla aksiyon filmlerinin unutulmaz kötüleri arasına giren zeki, acımasız ve tehlikeli Gruber, 20. yüzyıldaki Anglo-Amerikan kültürel temsillerindeki kötü karakterlerle de büyük oranda örtüşür. Peki, ya 20. yüzyıl öncesinde durum nasıldı?
19. yüzyıl boyunca İngiltere-Almanya ilişkilerinin düşmanca olduğunu iddia eden yaklaşımın -büyük oranda yüksek politika ve jeostratejik meseleleri odaklanması nedeniyle- yakın zamanda değişmesiyle bu iki ülke arasındaki kültür, sanat ve seyahatler üzerinden süregelen yakınlık ve alışveriş ön plana çıkar. 1800’lerde müzik, edebiyat ve felsefede altın dönemini yaşayan Almanya, İngiltere’de de karşılığını bulur. Diğer yandan ulusal birleşmesini geç tamamlaması ve sanayileşme yarışına sonradan eklemlenmesi nedeniyle İngiliz entelektüeller, Almanya’ya pastoral bir geri kalmışlık etiketi de yapıştırır. İngiltere’nin “aşırı” sanayileşmiş ve özünden kopmuş olduğunu düşünen kimi isimlerin ülkelerini yenileme ve gençleştirme üzerinde kafa yorarken baktıkları örnek Almanya olur. İngiltere ise her zamanki gibi medeniyetin hamiliği rolünü kendine yakıştırır. Fakat yine bu geri kalmışlık etiketi, Almanya’nın negatif temsillerinde barbarlığın kaynağı olarak kendini gösterir.
Geri kalmışlık sadece kültürel ve toplumsal anlamda bir artı olarak kalmaz Almanya için. Meşhur ekonomist Alexander Gerschenkron’un da iddia ettiği üzere geri kalmışlık, sanayileşmeye geç başlayan ülkeler için bir avantaj haline gelebilir. İngiltere ve Fransa gibi var olan yapılarını yıkmak zorunda kalmadan, halihazırda militarize olmuş devlet-toplum yapısıyla ağır sanayi hamlesine doğrudan girişen Almanya, 1800’lerin sonlarında büyük bir atılım yapar. O zamanki dünyanın süper gücü İngiltere için bir tehdit oluşturmaya başlamıştır.
20. yüzyılın başında iki ülke arasında hızla tırmanan gerilimin öncesinde Almanya, İngiliz popüler edebiyatında bir korku nesnesi olarak ortaya çıkar. İstila edebiyatının ilk örneklerinden Dorking Savaşı (1871), 1870 yılında Fransa ile girdiği savaştan galip çıkan Almanya’nın ulusal düzeyde birleşmesini tamamlamasının hemen ardından yayımlanır. Gelecekte yaşayan bir anlatıcının ağzından Britanya’nın Almanca konuşan bir düşman tarafından işgali ve bütün imparatorluğun kaybedilmesi anlatılır. William Le Queux tarafında yazılan İngiltere’de Büyük Savaş (1894) ve Erskine Childers’ın Kumların Bilmecesi (1903) adlı romanlar da Almanya’nın işgalci olarak resmedildiği anlatı geleneğine katkı sunmaya devam ederler.
Fakat Alman işgaline dair paranoya John Buchan’ın Otuz Dokuz Basamak (1915) kitabında bambaşka bir boyuta evrilir. Bunun başta gelen nedeni, Alman işgalinin sadece bir kurgu değil, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla gerçek bir ihtimal olarak belirmesidir. Bahsi geçen kitaplardan farklı olarak Buchan, Alman işgaline bir yüz verir: Alman casuslar. Kitap, İngiltere’yi işgal etmeye yönelik Alman komplosunu ortaya çıkaran Scudder adlı serbest çalışan bir casusun bildiği her şeyi kahramanımız Richard Hannay’e aktarması sonucu Hannay’in peşine düşen Alman casuslarla yaşadığı köşe kapmacayı anlatır. İçine düştüğü zor durumdan sağ salim kurtulan Hannay, kitabın son sahnesinde Alman casuslarla yüzleşir. Fakat casuslar İngilizliği o kadar iyi taklit eder ki Hannay, McClane’in Gruber karşısında yaşadığına benzer bir tereddüt yaşar. En azından bir süre boyunca. Sonunda karşılaşmadan galip çıkan Hannay, casusların liderinin gözünde fanatizme dair bir parıltı, yanlış yönlendirilmiş bir yurtseverlik görmekten de kendini alamaz.
Fanatizm, İngilizlerin -özellikle de casusluk romanlarında- kendinden olmayanları tanımlamak için en çok başvurduğu sıfatlardan biri. Buchan’ın ikinci Hannay macerası Greenmantle’da da(1916) sert görünüşün altında türlü sapkınlıklar saklayan Alman Yarbay von Stumm ve kendini Müslüman nüfusu İngilizlere karşı ayaklandırmaya adayan Hilda von Heinem da Buchan’ın Almanlara atfettiği fanatizmin izlerini görürüz. 2015 yapımı The Man from U.N.C.L.E filmindeki Victoria Vinciguerra karakteri, hem kadın hem başkötü hem de fanatik olması nedeniyle Hilda von Heinem esintisi taşır. Alman olmasa da Nazi artıklarıyla işbirliği halindedir.
Casusluk edebiyatından devam edelim. Fanatizm, John Le Carré’nin her ne kadar sahiplenmese de sıklıkla atıfta bulunduğu bir tabirdir. Yazarın en bilinen karakteri George Smiley’i üç roman boyunca zorlayan rakibi Karla da serinin sonunda bir fanatik olarak tanımlanır. Almanya’da Küçük Bir Kasaba (1968) adlı romanında ise Bonn’daki İngiliz Konsolosluğu’nun sırlarıyla kayıplara karışan Leo Harting fanatik olarak nitelendirilir. Le Carré’nin anlam dünyasında fanatizm, İngilizlerin tam da imparatorluklarını kaybettikleri ve ulusal aidiyetlerini sorguladıkları bir zamanda düşmanda veya kendilerinden olmayanlarda gördükleri ve kendilerini dehşete uğratan bir özellik olarak belirir. Diğer bir deyişle Le Carré’nin tespiti casusluk edebiyat geleneğinde fanatizmin antiİngilizliği ifade ettiğidir. Ve çoğu zaman Almanlara, bazen de Ruslara yakıştırılır.
Le Carré edebi tarzı gereği kötü karakter yaratmazken casusluk romanlarının diğer bir dev ismi Ian Fleming kötü karakter üretme fabrikası gibidir. Fleming’in yarattığı Alman kötülerinin başında, karakterin ismiyle yayınlanan 1964 tarihli Bond filminde Gert Fröber tarafından canlandırılan Auric Goldfinger gelir. Bond hikâyelerinde çoğu kötü karakter gibi Goldfinger da etnik kökenleri açısından çok sayıda belirsizliği barındırır. İngiliz vatandaşı olmasın rağmen ismi Yahudi olduğunu ima eder. Ama Bond’un doğru bir şekilde tahmin ettiği üzere, kızıl saçlı ve mavi gözlü Goldfinger esasında Baltık kökenlidir. Benzer bir şekilde, Bond serisinin ilk filminde (filme de adını veren) Amerika ve Sovyetler arasındaki soğuk savaşı sıcak savaşa çevirerek dünyaya egemen olmaya çalışan Dr. (Julius) No karakteri de yarı Alman yarı Çinlidir.
Soğuk savaş sonrasında çekilen pek çok casus filmi gibi Austin Powers serisi de türün oturmuş klişeleri tiye alır ve bunu yaparken Bond’un kötülerinden de ziyadesiyle faydalanır. Serinin esas kötüsü Evil, her ne kadar isim olarak Dr. No’yu çağrıştırsa da esas olarak Fleming’in yarattığı başka bir Alman kötü karakter olan Ernst Stavro Blofeld’in parodisidir. Rusya’dan Sevgilerle’nin unutulmaz kötüsü Rosa Clebb (her ne kadar kendisi Alman değilse de) ise Frau Farbissina olarak akılda kalan Alman kötüleri arasında girer.
Ve tabii ki Almanların üzerine yapışan kötü karakterlerin en büyük nedeni, kötülerin en kötüsü, Adolf Hitler’in ta kendisi… II. Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyen, Alman ırkını saflaştırma adına milyonlarca insanı toplama kamplarında ölüme yollayan kararlara imza atan Hitler, bugünün dünyasında kötülüğün timsali olarak karşımıza çıkıyor. Pek çok film (Inglourious Basterds/Soysuzlar Çetesi) ve oyunda (en başta Wolfenstein) öldürülebilir bir nefret objesi olarak belirdi. Cinsel organı dahil Hitler’in bütün fizyolojik özelliklerinde ve hatta genlerinde (bkz. The Boys From Brazil) bile kötülük arayan yaklaşımı da ona atfedilen kötülüğün derecesini anlamak için not edelim.
Kendi tarihiyle ilişkisi nedeniyle buradan kahramanlık hikâyeleri çıkarması -neyse ki- pek mümkün olmayan Almanya’da casusiye türünün bugüne kadar çok gelişmemesi bir noktaya kadar anlaşılabilir. Zira popüler casusluk hikâyelerinin olmazsa olmazı kendi tarafını iyi, karşı tarafı kötü gösterme yaklaşımına hiçbir zaman yaslanmadı, yaslanamazdı da. Fakat son zamanlarda kendi tarihiyle yüzleşirken polisiye-casusiye türünden daha fazla faydalanmaya da başladı. Wolfgang Schorlau, Volker Kutscher, Christian Von Ditfurth gibi isimler tarafından kaleme alınan romanları, Almanya’da son dönemde yazılan casusiyelere örnek olarak gösterebiliriz. Volker Kutscher’in Babylon Berlin serisi, devasa bir prodüksiyon ile dizi olarak uyarlandı. Buna ek olarak, 3 sezondan oluşan, Doğu Almanya’dan bir casusun gözünden 1980’lerin siyasi gerilimlerini ve Doğu Bloku’nun adım adım yaklaşan çöküşünü anlatan Deutschland (83, 86, 89) serisini de burada analım.