Polisiyeseverlerin beğenisini kazanan “Fener Balığı” ve “Bukalemun” romanlarının yazarı Nuray Atacık, 221B’nin 20. sayısında Özlem Özdemir’in sorularını yanıtladı.
Bukalemun‘un kapağını kapattıktan sonra Darüşşafaka’da okumuş, hukuk fakültesi mezunu, Cinayet Büro Amiri Murat Karasu’yu ne kadar özlediğimi fark ediyorum. Son yıllarda polisiye eserlerde karşımıza çıkmaktan sıkılmayan “kaybetmiş, mutsuz, mahvolmuş ama yine de kahraman” karakterlerden değil çünkü. Bu mesleğe neden yıllarını verdiğini sorgularken işine konsantrasyonunu kaybetmeyen, kızına, eski eşine, âşık olduğu Nazlı’ya hissettirdikleri için derinlemesine düşünen, özeleştiri veren, yasalara uymayı ilke edinmiş, vicdanlı bir adam Murat. Ama Bukalemun‘u iyi bir polisiye yapan sadece karakter derinliğindeki başarı değil. Nuray Atacık yaşadığı ülkenin tarihine, toplumsal yaşamına, tüm bunların bireyler üzerindeki etkisine kafa yorduğunu Bukalemun‘da yine ve daha net bir biçimde gösteriyor.
Bukalemun‘u çok beğendim. Kurgusu, ritmi ve matematiği doğru kurulmuş bir roman ama bu kez duygusu da çok yoğun. Kardeşlik kavramını incelediği için duygu yoğunluğu da artmış diyebilir miyiz?
Başlarken Bukalemun’u kardeşlik temasıyla yazmaya niyet ettim. Üzerinde düşündükçe zor bir işe kalkıştığımı daha iyi anladım çünkü kardeşlik, maskesiz yakınlık, fedakârlık, koşulsuz sevgi içeren çok güçlü bir bağ, diğer yandan rekabet ve nefrete yeri var. İnsanın doğasındaki siyahla beyazın birbirine geçtiği en geniş alanlardan biri. Epey duygu yoğun bir kavram aslında, insanın temel duygularının hepsini tetiklemeye muktedir.
Bir deney izlemiştim. Bu deneyde, insanların başını su dolu küvet gibi bir şeye sokuyorlar ve nefeslerini tutmaları gerekiyor, yapılacak tek şey bu. Her seferinde birisi için tutuyorsun nefesi, sen kaç saniye tutarsan o kişiye o kadar para veriyorlar. Kardeşin için dediğinde ne kadar yorgun olursan ol, kesinlikle nefesini daha uzun tutuyorsun. Arkadaş, can arkadaş dediğinde bile saniyeler azalıyor. Romanda temel kavram olarak kardeşliği konu edince otomatik olarak duygusal zemin oluştu. Tabii polisiye romanlarda bu ne kadar yapılabilir, yapılması gerekir mi ayrı bir soru…
Bence çok ihtiyaç var. Polisiye roman sadece matematiği ve kurgusu güçlü olduğunda iyi edebiyat oluyor mu tartışılır; insanı irdeleyen ve insan üzerine derinleşen polisiyelerin mutlaka sıyrıldığını düşünüyorum.
Ben de öyle düşünüyorum. Matematik polisiyede çok yararlı ama edebiyatta riskli; bir denge yakalamak lazım. Kurgudan, anlatının akıcı olmasından fedakârlık edemem, bunlar polisiye türünde çok kıymetli bence. Diğer yandan insanın doğasına yaklaştığımız anda, duygular otomatik olarak ön plana çıkıyor. Tabiatı gereği insan akılcılıktan, mantıktan öte, aslında duygularıyla hareket eden bir varlık. Bireylerin kalbine elimden geldiğince yaklaşmaya çalıştığımdan bu romanda duygu dünyası ön plana çıktı.
“Romanlarımda sırf sürpriz olsun diye karakterleri yapaylaştırmamaya özelikle çabalıyorum.”
Fener Balığı‘yla ilgili de konuşmuştuk sizinle. Karton olmayan karakterler yazıyorsunuz, gerçek, yaşayan, hatalar da yapan insanlar.
Çok kıymetli bir yorum benim için. Bunu ben de çok önemsiyorum. Bu röportajda üçüncü romandan bahsetmeyeceğim çünkü yazmıyorum şu anda. Dinlenme dönemindeyim. Bol bol film, dizi izliyorum, kitap okuyorum, felsefe seminerlerine gidiyorum, edebiyat dışı okumalar yapıyorum.
Bu arada Netflix dizilerini seyretmeye başladım, daha önce izlemiyordum. Özellikle İngiliz polisiyelerine ilgim arttı. Ancak benim de en büyük şikâyetim, karakterlerin nedensiz, hatta anlamsız şekilde tık diye dönmesi ve bütün hikâyenin bunun üzerine kurulu olması. Diyaloglar, İngiliz inceliği, zekâ şahane, filmografik açıdan çok güçlü ama karakterlerin bu kadar değişken olması o kadar rahatsız ediyor ki… Edebiyatta kabul edemeyeceğim bir şey. Her karakter bize şüpheli gözüksün diye durmadan, müthiş hileli kişilik çarpıtmaları sıralanıyor. Bütün keyfim kaçıyor, kandırılmış hissediyorum. Romanlarımda sırf sürpriz olsun diye karakterleri yapaylaştırmamaya özelikle çabalıyorum.
Bukalemun‘da kesinlikle üslupta da ustalaştığınızı görüyoruz.
Bukalemun‘da dile ve anlatıma özellikle dikkat ettim. Üslubu geliştirmek benim için kritik bir konu. Çünkü bence, özellikle polisiye yazarken kurgu, olay akışı, olayın kriminal gücü gibi belirli şeyler kıymetli birer yapıtaşı, bir kenarda duruyorlar. Diğer tarafta yazarın varlığını göstereceği tek yer üslup. Üslup esasında yazarın karakterinin romana yansıdığı tek alan.
Fark yaratacağınız en önemli yer orası.
Haklısınız. Ben de üslup üzerinde çok durdum. Kurguya, hikâyeye elbette çalıştım. Tüm edebi eserlerde ama özellikle de polisiyede hikâyenin tamamını önceden bilmeden yazmak neredeyse imkânsız. Çalışmak şart. Üslup ise teknik çalışmadan çok öte, fazladan özen istiyor, şansa bırakmamaya gayret ediyorum.
Romanlarınızı benim açımdan öne çıkaran iki husus var. İlki, içinde yaşadığımız ülkenin gerçeklerini, geçmişini, bugününü yansıtması; ikincisi de az önce konuştuğumuz gibi gerçek ve derinliği olan karakter yazımı. Bukalemun‘da 80’li yıllarda işlenmiş iki cinayetin ve o cinayetlerin bugüne yansımasının merkeze alındığını görüyoruz; darbe günleri, istihbaratın yapıp ettikleri, öldürülen devrimciler…
Ben çocukken, 12 Eylül’den biraz sonra ailemize yeni bir ev almamız gerekiyordu, aramaya başladık. Ailece her hafta sonu emlakçılara uğruyor, uygun bir yer bulmaya çalışıyorduk. Ben Üsküdar diye hatırlıyorum, ablam Üsküdar değil diyor ama sonuçta her yer olabilir, mahalle mahalle geziyorduk. Bütçemiz çok dardı, o bütçeye bölgede alınabilecek güzel bir ev var dediler, oradaki tek ev neredeyse. Elbette ucuz olmasının bir hikâyesi varmış.
O hikâyeyi bilmeden eve gittik. Giriş katıydı, kapıyı açtık, içeride eşyalar duruyordu. Mutfağı çok iyi hatırlıyorum, buzdolabının kapısı aralıktı, çalışmıyordu. İçinde küflenmiş yiyecekler, tezgâhın üzerinde tamamen kurumuş bir reçel tabağı duruyordu. Pencerenin camı kırıktı ve yerlerde kurumuş kan izleri vardı.
O evde, 12 Eylül döneminde üç kardeş kalıyormuş. Evde çatışma olmuş, biri kaçmış, ikisi orada öldürülmüş. Annem kanları görünce dehşete kapıldı, çığlık attı ve hemen çıktık… Çok kısa gördüm, detayları hatırlayamıyorum ama ambiyans aklımda yer etti. Benim için sarsıcı bir anıydı, o döneme muhakkak gitmem, olayı tekrar canlandırmam gerekiyordu. Bukalemun‘da bu hikâyeyi baz almaya karar verdim. Romandaki ilk üç kardeş, oradan geliyor. Romanı yazma sebebim belki bir açıdan bu dehşet verici hatıraydı.
Hep söylenir ya; gerçek, kurgunun da ötesinde, abartılı diyebileceğimiz şeyler, gerçekte yaşanıyor maalesef.
Doğru. O hikâye beni çok etkilemişti, bir yerde çıkaracaktım. Kardeşlik temasına zaten karar vermiştim. Bu ikisini birleştirince aradığım mekânı ve zamanı bulduğumu anladım. Mekân ve zaman bence edebiyatta çok kıymetli iki unsur. Zaman, kaçınılmaz olarak o dönemin hakikatini getiriyor, romana taşıyor. O mekânı tabii ki değiştirdim, renklendirdim.
Bukalemun‘un tamamı kurmaca, hayal gücümden yazıldı. Ama benim hayal ederek yazdıklarım Türkiye’nin sosyolojik gerçeklerinin dışında değil. Başka bir tarih yaratmıyorum. Bir açıdan zaten dokunmamız gerektiğini düşünüyorum; bu olaylar, bu tarih bize dokunmuş zaten, bu hayatlar yaşandı.
“Katil kim bulmacası peşinde değilim, hem geniş açıdan toplumu hem de dar açıdan bireyi suç kavramı üzerinden çözümlemeye çalışıyorum.”
Tarihe, bugüne, sosyolojik ve politik olaylara kayıtsız bir polisiye yazmayı tercih etmiyorsunuz.
Gerçeklikten kopamıyorum. Bugünlerde felsefe okuyorum söylediğim gibi, sosyolojiye de çok ilgim var. Erol Üyepazarcı, Fener Balığı‘na kara roman demişti, bence çok doğru bir tespit. Benimkisi bilinçli bir tercih değildi, kendiliğinden tarzım ortaya çıktı, kara romanın temel mekanizmalarını Fener Balığı’nı yazdıktan sonra öğrendim.
Kara roman, katil kim sorusunun peşinde koşmuyor. Karakterin psikolojisini, zihninin çalışma mekanizmasını, değer yargılarını, sevdiği ve nefret ettiği şeyleri ve tabii ki olayın yaşandığı dönemin sosyal şartlarını da içeriyor. Ben de katil kim bulmacası peşinde değilim, hem geniş açıdan toplumu hem de dar açıdan bireyi suç kavramı üzerinden çözümlemeye çalışıyorum.
Katili ya da suçluyu romanın sonunda açıklamak gibi bir yönteminiz de yok iki kitabınızda da, ortalarda açıklıyorsunuz gizemi zaten.
Aklımız, katil kim sorusuna takılmasın istiyorum. Takılmasın ki rahat edip başka meselelere odaklanabilelim. Bazen bir şey izlerken ya da okurken bir detay dikkatimizi dağıtır, olan biteni algılamakta güçlük çekeriz. Üstelik polisiye romanda katilin kim olduğunu bilirsek asıl soruya, katilin bunu neden ve nasıl yaptığı konusuna yönelebiliriz.
Her bölümü başka bir karakterin gözünden okuyoruz, Tanrı anlatımla yazmanıza ve karakter sayısı fazla olmasına rağmen bu, akıcılıkta bir sorun yaratmıyor. İlk taslakta da bölüm bölüm mü yazıyorsunuz?
Kimin bakış açısından anlatacaksam onun omuz kamerasına geçerek yazıyorum bölümleri. Bu şekliyle o birkaç sayfadaki başrolün düşüncelerini de duygularını da rahatlıkla aktarabiliyorum. Bukalemun‘da daha belirgin uyguladım tekniğimi, hatta her bölümün ilk cümlesine karakterin ismiyle başladım, böylece daha kolaylıkla izlenebileceğini düşündüm.
Ortamda başkaları da olabilir ama biz kimin tarafındayız, kimin yakınında duruyoruz, o ana kimin gözleriyle, kimin kalbiyle tanıklık ediyoruz bilelim istedim. Hatta kullandığım dili, kelimeleri de o bölümdeki karakterin üslubuna uygun seçtim. Naif bir genç kadını yazdığım bölümle saldırgan bir polisi yazdığım bölümün dili aynı değil.
Bukalemun‘u okurken Murat Karasu’yu özlediğimi fark ettim; eski bir arkadaşı görüp onun hayatı, görüşmediğimiz dönemde yapıp ettikleriyle ilgili daha iştahlı olursunuz ya… Murat gerçekten iyi yazılmış ve özel bir karakter bence.
Murat Karasu, hayatımda neredeyse gerçek zannettiğim birine dönüşmeye başladı. Murat hakkında ben de çok düşünüyorum. Röportajlarda bahsettiğim ama hiç ortaya çıkarmadığım bir ilk roman var, çekmecede bekleyen. O aslında Murat Karasu’yla ilgili düğümü barındırıyor içinde. Onu yayımlamayacağım ama esas hikâyesine dönüyorum. Murat da yazdıkça tabii kendini daha çok gösteriyor.
İnsanları nasıl tanırız? Vakit geçiririz beraber, değişik durumlar gelir başımıza, orada tepkilerini izleriz; tercihlerini, önceliklerini öğreniriz, hikâyelerini dinleriz. Hepsi bir araya geldiğinde onu tanıyorum, deriz. Ben de her romanda Murat’la ilgili daha çok bilgi ediniyorum, giderek görüntüsü netleşiyor. Murat’ı seviyorum ama üçüncü kitabın sonunda ona ne yapacağımı bilmiyorum.
Murat, vazgeçilecek bir karakter değil, öldürmeyin lütfen, kıymayalım Murat’a…
Değil mi… Güçlü bir karakter. Murat’a kıyamayız herhalde, zor olur, yine de bilemedim şimdi…
Babasının kaybının ondaki psikolojik etkisini bu romanda daha net gördük, üçüncü romanda bu meselenin detaylarını okuyacağız değil mi?
Evet, asıl meselemiz o olacak. Üçlemenin düğümü. Üçüncü romanda gideceğimiz yol Bukalemun’da ortaya çıktı.
“Nedendir bilinmez, kötüyü çok kolay yazıyorum. Bunu artık kabullendim.”
Murat’ın Nazlı’ya dair fikirlerini, onunla diyaloglarını okuduğumuz bölümler de oldukça başarılı, okurken nefes de aldırıyor.
Hem çok iyi nefes aldırıyor hem de insanlaştırıyor, o yüzden kıymetli. Ama Nazlı tam istediğim gibi çıkmıyor, üçüncü romanda Nazlı’yı biraz daha açabilirim umarım. İtiraf edeyim, en zor yazdığım kısımlar aşk hikâyeleri. Nazlı’yla ilişkilerini anlatana kadar ölüyorum. O bölümleri o kadar uzun sürede yazıyorum ve o kadar çok düzeltiyorum ki…
Adem zor bir karakter ama çok iyi yazılmış.
Nedendir bilinmez, kötüyü çok kolay yazıyorum. Bunu artık kabullendim. Murat’la Nazlı ilişkisinde günlerce çabalıyorum, sonra Adem’e geliyorum, birkaç saatte bölüm tamamlanıyor.
Belki Adem gibi karakterlere aşina olduğumuz içindir…
Belki. Hayatın içinde kötülükleri üzerinde toplayan bir adam o, mıknatıs gibi negatifi çekiyor. Kompleksli. Yasa, kural tanımıyor. Hiçbir şeye inancı yok. Vicdanı da yok. Bu aslında beni en çok rahatsız eden tiplemedir. Her şeye rağmen Adem’in gerçek olamayacak kadar kötü olduğunu düşünmüyorum, bence gerçek olabilecek kadar kötü.
Kaçırılan Yeşim’in kardeşi Mustafa da ilginç karakterlerden biri, dokunma sorunu var, öfke problemi var…
Mustafa zor karakter. Mustafa ve Yeşim için önce birer uzun öykü yazdım. Tam buradaki gibi değillerdi. Mesela Mustafa’nın dokunamama meselesi daha kapsamlıydı öyküde. Onu biraz daralttım, daha olası bir hale getirdim. Yeşim’in de bazı küçük takıntıları vardı. Burada onları da sadeleştirdim. Öncesinde öykü yazmak karakterleri derinleştirmek için çok işime yarıyor.
Ne kadar sürdü romanı yazmanız?
Toplamda 1,5 sene sürdü. Yazmaktan daha uzun süren ise Bukalemun‘un kurgusuna son halini vermekti. Bölüm bölüm yazdım diyorum ama aslında ilk yazdığımda bölümlerin yapısı farklıydı. Her bir karakterde daha fazla zaman geçiriyordum, güzeldi, daha kolay derinleşiyordu. Fakat karakterde o kadar uzun kaldığımızda diğerlerini biraz unutmuş oluyoruz, ayrıca olay yeterince hızlı ilerleyemiyor.
Tamamını bitirip okuyunca akıcılıktan fazlaca ödün verdiğimi kavradım. Aynı olay örgüsünü daha tempolu bir hale getirmek için sahneleri uygun yerlerinden bölerek -ki en zor kısmı bu bölme işiydi- akışkan hale gelecek şekilde yapıyı değiştirdim. Emek ve vakitle son halini aldı.
“Bukalemun‘u daha çok seven de var, Fener Balığı’nı daha çok seven de. Ben Bukalemun’u daha çok sevenleri daha çok seviyorum.”
Okurlardan gelen yorumlar nasıl?
Okur yorumlarını çok yakın takip edemiyorum açıkçası ama gördüğüm kadarıyla genelde pozitif, iyi yorumlar geldi. Kaçınılmaz olarak Fener Balığı‘yla karşılaştırıyor insanlar. Bukalemun‘u daha çok seven de var, Fener Balığı’nı daha çok seven de. Ben Bukalemun’u daha çok sevenleri daha çok seviyorum.
Sizden polisiye dışında da roman bekliyorum.
Niyetliyim, böyle bir eğilimim var aslında. Bir süre sonra bu kalıp bana biraz dar gelebilir. Çünkü polisiyenin de artık neredeyse kanunlaşmış klişeleri var, tamamıyla kaçmak mümkün değil. Hatta bir kısmı çok işlevsel, dolayısıyla tamamen kaçınmıyorum. Belki bir süre sonra türün dışına doğru kaymaya başlarım. Ama önce sözümü tutacağım, üçlemeyi tamamlayacağım.
Murat Karasu’nun çocukluğunu, gençliğini yazarsınız belki…
Neden olmasın… Murat çok müsait. Murat’ın polis olması aslında onu sınırlıyor, özgürlüğünü elinden alıyor. Olduğundan daha geleneksel davranmaya mecbur kalıyor. Şimdilik o takım elbisenin içinde yaşamak zorunda, kendisi de benimsemiş hatta derisine dönüşmüş gibi. Ama ruhunun derininde başka bir adam var, takım elbisenin kumaşını yırtmaya yatkın, yüreği başka atan bir adam.