Nuray Atacık

Nuray Atacık: Polisiye, Bireyin Özündeki Hakikati Ortaya Çıkarıyor

24 dakikalık okuma

11. sayımızda son dönemin en iyi polisiyelerinden Fener Balığı‘nın yazarı Nuray Atacık ile konuşmuştuk. Özlem Özdemir’in röportajı… Kaçıranlar için…

Fener Balığı, karakterlerinin derinliği, dokunduğu toplumsal konular, kurgusu, ritmi ve matematiğiyle son zamanların başarılı yerli polisiyelerinden. Nuray Atacık ile uzun sohbetimiz sonunda ilk romanının neden bu kadar iyi olduğunun sırları da ortaya çıkıyor: Hayat boyu biriktirdikleri, gözlemleri, yazmak ve yayımlatmak için acele etmemesi ve disiplinli çalışma. Önümüzdeki yıllarda, eserleriyle adından sıkça bahsedeceğimize inandığım Nuray Atacık’la Fener Balığı‘nı, yazmaya başladığı ikinci romanını ve polisiyeyi neden sevdiğimizi konuştuk.

Fener Balığı‘nı yazmaya başlamadan önce neler yapıyordunuz, kısaca tanıyalım sizi…

Çocukluğumdan beri yazmaya, daha doğrusu okumaya hevesliydim. 7 yaş büyük bir ablam var, evin yıldızıydı. Ben de çirkin ördek yavrusu olarak var olmaya çalışıyordum. Ve babamın akıllı insanları sevdiğini fark ettim; akıllı olmanın en önemli ölçütü de okumak ve matematik bilmek. Hemen elime bir mezura alıp başladım matematiğin abecesine, okuma yazmayı da kendi kendime öğrendim. 5 yaşında kitap okumaya başladım. Her kitabı bitirdiğimde, yazacağım kitabı hayal ederek hayatıma devam ettim. Ama bu hep hayal olarak kaldı, bir tek öykü bile yazmadım. Elime, gerçek manada yazma amacıyla kalem, kâğıt hiç almadım.

Nuray Atacık

Hazır hissetmediğiniz için mi?

Aslında bunu sorgulamadım bile, kendiliğinden gelişti. Ortaokuldayken tiyatroya heves ettim bir ara, çok hoşuma gitti. Ancak işler yolunda gitmedi, ailem karşıydı tiyatroyla uğraşmama; matematikle hayatıma devam ettim. İTÜ’ye girdim, elektrik mühendisi oldum. Mühendisliğe bayıldım. 8 sene kamuda, sonra Motorola’da çalıştım,bu sayede yurtdışına açıldım. Güney Afrika’ya gittim, bir süre orada kaldım. Motorola’dan sonra ABD’ye gittim, 6 ay satış pazarlama eğitimleri aldım. Türkiye’ye dönünce enerji sektörüne girdim, sevdiğim alana. İş için bol bol seyahat edebilmek hep arzu ettiğim bir şeydi, şansım bir anlamda yaver gitti. Myanmar, Sri Lanka, Bangladeş, Irak, İran, Lübnan, Pakistan gibi turist olarak pek tercih edilmeyecek ülkelerde uzun süreler bulundum. Çok keyifli ve aynı zamanda çok yorucu bir işe dönüştü bu. O kadar çok seyahat etmeye başladım ki sadece hafta sonları Türkiye’de kalabiliyordum. Son sene zihnimde tamamıyla yazmaya başlamak vardı. O bir seneyi işlerin devriyle geçirdikten sonra 2014’te işi bıraktım ve bırakır bırakmaz da hakikaten yazının başına oturdum.

Hazırdınız yani…

Hazırdım ve polisiye yazacağıma neredeyse emindim. İçimden gelen tek edebi tür polisiyeydi. Ayrıca 4-5 senedir kafamda bir karakter vardı. Fener Balığı‘nın başkahramanı Murat, tesadüfen işlerim sebebiyle karşılaştığım birisinden etkilenerek ortaya çıktı. Hindistanlı 100 kişilik bir ekip projemiz için Türkiye’deydi ve çalışma izinlerinin süresi doluyordu. Vizeleriyle ilgili Yabancılar Şube’den bir polisle tanıştım ve sadece 15 dakika konuştum. O kadar aklımda kaldı ki… Beni çok şaşırttı; bu kadar iyi eğitimli, bu kadar güzel kendini ifade eden, aklı başında, ağırbaşlı bir polis beklemiyordum. Çünkü ben de herkes gibi önyargılara sahiptim. Hiç polis tanımamama rağmen genel bilgilerle tek bir tip oluşturmuştum aklımda ve sadece ona inanıyordum. Polis şablonumdan kurtulunca yazabildim çünkü farklı biriyle tanıştım. Bir tane varsa birden çok da olabilir. O 15 dakikalık aydınlanma bana bir pencere açtı. Buradan gideceğim bir yol var ve çok da ütopik değil diye düşündüm.

Karakterler çok çeşitli kültürlerden fakat hepsini derinleştirerek yazmışsınız. Bu, sadece çok iyi yazar olmakla değil, çok iyi gözlemci olmakla da ilgili.

Bu biraz şans; çalıştığım alan beni pek çok ülkenin devlet başkanıyla, başbakanıyla, bakanlarıyla tanıştırdı, ama bir mühendis olarak şantiyelerden ve üretimden hiç kopmadım. Her yelpazeden insanla bir araya geldim. Ayrıca iyi bir gözlemci olmaya çalışıyorum çocukluğumdan beri, altyazıları anlamaya çabalıyorum. Romandaki karakter çeşitliliği de aslında hem hikâyenin kurgusu öyle gerektirdiğinden hem de kafamdaki dünya böyle. Ama Fener Balığı‘ndaki karakterlerin hiçbiri gerçek hayattan birebir alıntı değil. Hiçbiriyle karşılaşmadım.

Karakter haritası, Excel tablosundan…

Nuray AtacıkRoman kurgusunu dağıtma riski olan bir başlıktır fazla karakter, yazarlarla çalışırken bunun üzerinde özellikle dururuz editörler olarak. Fener Balığı‘nda yan ve ana karakterlerin sayısı gerçekten fazla ama hepsinin olaya ciddi etkisi, etkileşimi var. Böyle bir haritayı çıkarmak çok zor…

Mühendislik eğitimimin verdiği alışkanlıkla tabii ki bir Excel tablom var. Burada bütün karakterlerin yaşını, konumunu, durumunu ve olay akışını not alıyorum. Bir sahne yazarken o sahnenin dışındaki karakterlerin de o saat, o an itibarıyla nerede olduğunun, ne yaptığının kaydını da tutuyorum ki bütün kurguyu oluşturabileyim.

Karakterler, yazarken bana fazla gelmedi açıkçası. Bir tek şey zorladı beni; polis ekibinin dört kişi olması. Bundan daha az sayıdaki bir ekibin bir şey çözebileceğine inanmıyorum. Aslında daha fazlasına ihtiyaç var ama o bir kargaşa yaratacağı için sayıyı dört asıl kahramanla sınırladım. Gereksiz karakterlerden kitapta da filmde de çok sıkılırım, dikkatimi dağıtır. Sahnede nereye bakacağımı hissettirmek yönetmenin asıl yeteneği bence. Romanda da yazar, beni yönlendirmeli. Yani sırf yazarın ilgisini çekiyor diye bir karakterin saçının telinin tonuna kadar görmek istemiyorum bir okur olarak; o saçın rengi romana bir şey katıyorsa evet, yoksa hayır. Dolayısıyla karakter çokluğuna rağmen bu kalabalığı yönetmenin tek sırrı, gereksiz adamlara isim vermemek oldu benim için. Sadece rolü olanların ismi var, buna rağmen 55 kişilik isim listemiz mevcut.

Raspo’nun cinayeti romanın ortalarına doğru çözülüyor, katili öğreniyoruz, sadece katilin yakalanmasını bekliyoruz. Bu sırada Emniyet’in içindeki olaylar ve Barlas’ın hikâyesi hızlanmaya başlıyor. Romanın sonuna kadar aslında Emniyet’teki olayın nasıl çözüleceğini tek solukta okuyoruz. Polisiyede iyi bir ritimle sonunu bağlama, ustalık gerektiren bir iş. Fener Balığı‘nın ikinci yarısından itibaren ritim çok hızlanıyor ve roman çok iyi bağlanıyor, açık bırakmadan. Bu, zor yapılmasına rağmen bir yazarın fark yaratacağı en iyi yer polisiyede…

Çok iyi bir tespit, bunu düşünüyordum ama bu kadar güzel ifade edemezdim. Benim de polisiye romanlarda en çok takıldığım konu şudur: Hep merak ederiz, hep bir giz, şüphe ettiğimiz şeyler ve ipuçları vardır, onları takip ederiz. Tabii yazar hakikati sona saklamak ister ama sürpriz o kadar sonunda gelir ki aceleci şekilde bir itiraf çıkar ortaya, bu ani bilgi seli genellikle benim için bir hayal kırıklığıdır. Aslında teknik olarak anlıyorum, hikâyeyi sürdürebilmek için yapılıyor ama yeterince haz alamıyorum. Fener Balığı‘nda sonuna kadar tempoyu taşıyabilmemin sırrı, aslında olayın sonda olması. Hakikaten tek bir cinayet ve sebeplerini arıyorsan romanın sonu bağlama işi bence de çok zor. Şu anda yazdığım romanda benzer sıkıntıları yaşıyorum ve ona formüller arıyorum.

Tarikatlar, Emniyet içindeki sürtüşmeler… Bunları bazı toplumsal meselelere dair de en azından ayna tutabilmek için seçtiğinizi düşünüyorum…

Ne tarikat dünyasını özellikle seçtim ne bakan damadı konusunu ne de Emniyet içindeki durumları. Diğer taraftan hayatın akışı içinde bu tip olayların sıklıkla yaşandığını düşünüyorum. Hiçbir şeye dokunmayayım, uzak durayım, bir kapalı oda cinayeti olsun, katil olsun, kurban olsun, biz iki parmak izi alalım… Bunun peşinde de koşmadım. Çünkü dışarıdaki hayat, gündelik hayatımız daha kaotik. Birbirine dokunan, temas eden farklı sosyal sınıflar arasında karmaşık ilişkiler var. Yazarken bir kamera aldım elime ve etrafta gezdirdim. Kamera bir şey söylemiyor, sadece gösteriyor. Bu yüzden de -ben öyle olduğunu düşünüyorum en azından- hiçbir karakterin de tek başına söylevler vermesine imkân tanımadım. Kimsenin çok doğru, çok parlak, çok iyi, harika olmasına izin vermedim sadece.

Çünkü gerçekte böyle mükemmel insanlar yok…

Evet. Doğruyu, yanlışı bir tanrı anlatıcının kesin ifadelerle anlatmasını da istemedim. Bir kamera etkisi olsun, yazar olarak benimle karakterler arasında bir cam olsun ve o camın arkasından bakayım onlara, orada kalayım istedim. Aralarda ise onların iç dünyasına girme ihtiyacı duydum.

Mekân, nesne betimlemesi yapmak yerine karakterleri derinlemesine açmışsınız…

Benim ilgimi çeken o çünkü; biçemi analiz üzerine yaptım. 3-4 sayfalık her bölümde bir karakterin yanına gidiyoruz, neredeyse o karakterin omuz kamerası oluyoruz ve yer yer de kalbine giriyoruz. Bu kurguyu seçerken epeyce düşündüm. 1. tekil şahıs da yazabilirim ama polisiyede o bana biraz yavan gelebiliyor. Her cepheyi görememiş oluyoruz. Ben de bir yazar olarak okurla beraber aslında farklı açılardan görebileceğimiz konumda olalım istiyorum. 3. tekil şahsa geçtiğiniz zaman da insanların ruhuna yaklaşmak çok zor, dolayısıyla ben de her bölümde böyle bir yöntem kullanarak insanların kalbinde ve aklında neler olup bittiğini, düşündükleriyle paralel hissedemediği durumlardaki ikilemleri yazmak istedim.

Nuray Atacık“Yazar olmadaki hevesim, aslında insanı anlamaya çalışmaktan geliyor”

Komiser Esin’i babasıyla, ailesiyle yaşadığı sorunların davranışlarını nasıl etkilediğini göstermek, roman kurgusu açısından anlamı olmayan bir mekândaki her şeyi ayrıntılı betimlemekten daha önemli…

Yazar olmadaki hevesim, aslında insanı anlamaya çalışmaktan geliyor. İnsanı anlamaya çalışmanın esası da bu tip küçük düşünce pratikleri yapmak diyelim. Yani Esin’in aklından geçenleri kalbine nasıl işlediğini, babasıyla ilişkisinin onun davranışlarını nerelere getirip götürdüğünü görebilmeye çalışmak, amacım bu. Karakterlerin canlı kanlı olabilmesini sağlıyor bence.

Aslında ben Fener Balığı‘ndan önce bu serinin birinci kitabını yazdım ama yayımlansın diye düşünmedim, zaten bir yere de göndermedim. Ama oturdum, bir romanı baştan sona yazabiliyor muyum, heves ediyorum ama tamamlayabiliyor muyum, kurgu oturuyor mu, olay örgüsü oluşuyor mu, başı sonu var mı, bir mantık yaratabiliyor muyum, karakterleri canlandırabiliyor muyum..? Bunları denemek ve görmek istedim. Romandaki karakterlerin nefes almasının asıl sebebi, önceki çalışmada doğmaları ve yavaş yavaş gelişmeleri. Fener Balığı, pek çok yeriyle ilk taslağa gönderme yapıyor. Tabii o roman ortaya çıkmadığı için sadece ben biliyorum gerçeği. Sonuçta ilk çalışma üzerine inşa edilmiş oldukları için karakterler Fener Balığı‘nda gerçeğe yakınlar, mümkün olduğunca çöp adam değiller; en azından ben böyle umuyorum.

Fener Balığı‘nda iki ana olayın kopukluk olmadan iç içe geçirildiğini görüyoruz. Yani iki ayrı romanın parçaları doğru bir biçimde birbirinin içine geçmiş, bu yapılırken de zaman ve olay akışında aksaklık yaşanmamış. Editörünüzün bu kısımda geliştirici müdahaleleri olduğunu düşündüm. Ne dersiniz?

Sizin de bahsettiğiniz gibi kitap iki parça gibi. Bazı arkadaşlarım, “Bunu ikiye böl, zaten çok uzun, kim okuyacak?” diyorlardı. Bölmeye kesinlikle karşıydım çünkü hem polisiye yazdım hem de klasik polisiyeden biraz farklı olmasını istedim. Sadece bir olay, katil ve ona bağlı başka şeyler yerine aslında bir olay ve kelebek etkisiyle onun dışındaki insanlara etkisi… Yazmak istediğim buydu. Editörlerim, “Evet, bu iyi bir fikir ama birbirine biraz geçişli hale gelse daha iyi olmaz mı?” dediler. Ben de yapılabilir mi diye düşündüm; çünkü bitmiş bir romandan bahsediyoruz. Yapılabileceğini gördüm. 1 ay çalıştık ve bu iki kurguyu, zamanlarda biraz kaydırma yaparak iç içe geçirdim. Tabii benim o Excel tablom çok işe yaradı. İki olay arasındaki zaman fazlarını kaydırıp tekrar birbirine ekledim. O zaman şu histen kurtuldum: Birinci roman bitti, ikinci roman başladı. Şimdi bir akış var, akışın içinde olay çözülürken, “Neler oluyor burada?” deyip ikinci olaya kayıyoruz.

Yazmak, yanlış anlaşılabiliyor bazen; çok iyi gözlemciyim, hayatı biliyorum, ilham gelecek ve hemen iyi bir roman yazacağım diye düşünülebiliyor. Ama iyi bir roman yazabilmek için disiplinle ve titizlikle çalışmak gerekiyor…

Kesinlikle katılıyorum; ben de başta aynı tuzağa düştüm. Şöyle şeyler hayal ettim: Öyküyü kafamda oluştururum, düşünürüm, notlar alırım, o iyice olgunlaşmaya başladığında yazmaya başlarım ve bitiririm, şahane olur. Böyle olmadığını idrak ettim tabii… Emek yoğun bir süreç yazmak, tek bir bölüm için günlerce yazıp bozmak gerekiyor genellikle.

Var mı yazdıklarınızı okuttuğunuz insanlar?

Mario Levi’nin atölyesine gittim. Murat Gülsoy’un atölyesine 3 yıldır devam ediyorum. Hem orada çok iyi bir grubum var hem de yeri gelince doğrudan, doğru, açık eleştiri almaya alıştım. Atölyenin şöyle bir iyiliği oluyor; kendi yazdığınızı başka gözle görebiliyorsunuz ve başkalarının yazdıkları üzerine düşünüyorsunuz, bu daha iyi nasıl olabilir, neresinde çöküyor, neresinde artık okumak ya da dinlemek istemiyorsunuz o yazıyı… Dolayısıyla ortak değerlendirme, benim için çok zihin açıcı oluyor.

“Fener Balığı’nın filme veya diziye dönüşmesini çok isterim”

Ne kadar sürdü romanı yazmak?

Fener Balığı‘nın gerçek yazım süresi 1,5 sene. İşi bıraktıktan sonraki 1 yıl yayımlamadığım o ilk romanı yazdım ama üç romanlık bir seri olarak kurguladım. Bangladeş’te gezerken aklımdan geçen hikâyeler, sahneler ve karakterler vardı. Onların kurgusuyla aslında üç romanlık bir seri bu. Toplamda neredeyse 7-8 yıldır bunların üzerine düşünüyorum, 2014’ten beri yazıyorum.

İkinci romana başladınız mı?

Fener Balığı‘nı bitirdikten sonra başladım. 7-8 ay oldu. Çok araştırma gerektiren bir roman. Zamanlama önemli, dünyanın farklı yerlerinde karakterler var, onların eşzamanlı durumları ve hareketleri olayı etkiliyor. Bir yandan araştırmalar sürüyor, yazmaya da devam ediyorum, üçte birini bitirdim. Kalanını daha hızlı yazabilirim belki fakat kurguyla ilgili kafamda yeni fikirler var. Biraz daha emek ister, seneye bu zamanlar ancak bitmiş olur.

Fener Balığı‘nı okurken keşke beyazperdede görsek diye düşündüm…

Şu an yazdığım roman için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ama Fener Balığı‘nı yazarken tüm sahneleri ayrıntılarıyla gördüm. Dolayısıyla bir filme dönüşmesini çok isterim, dizi de olabilir tabii ki. Bununla ilgili doğrudan bir çabam yok ama umarım birileri fark eder.

Nuray AtacıkDünyada ve ülkemizde polisiyenin dizi, sinema ve edebiyat alanlarında eşzamanlı olarak yükselişe geçtiğini söyleyebiliriz, neden seviyoruz polisiyeyi sizce?

Polisiyenin genel kavramı içindeki bir tür bulmaca çözmenin tadından belki. Akıcılığı, temposu, ritmi. Bir de aslında karakterlerin zor durumlar karşısında gerçek yüzlerinin ortaya çıktığına inanıyorum. Bu nedenle de seviyorum polisiyeyi. Sosyal kimliklerimizle, maskelerimizle medeni insanlar olarak gül gibi yaşayıp gidiyoruz. Ne zaman aşırı stresli bir durumda kalıyoruz, içimizdeki temel yapıtaşının rengi görünüveriyor.

Benim de polisiye kurguyu tercih etmemin asıl amacı, insanların gizlemeye çabaladığı duygu ve düşüncelerin gerilim altında nasıl da berraklaştığını yansıtmak. Neyi neden yaptığımızı bilmiyoruz çoğunlukla. Bizi yöneten ve yönlendiren asıl motivasyon kaynağını fark etmemizi sağlayacak şey, kritik bir durumla karşı karşıya kalmamız. Polisiye buna imkân veriyor. Macera ve yüksek tempo içinde insanın hakikatini anlattığı için polisiye okumak da izlemek de çok zevkli bence. Ayrıca edebiyat da, görsel sanatlar da yaşamın aynası, yansıması. Gerilimli ve hızlı bir hayat yaşıyoruz, okuduklarımız ve izlediklerimiz de çağımızın bir tür simülasyonu. Sanal ortamın güvenliğinde maceralara tanıklık etme arzusu polisiyeye olan ilgiyi artırıyor olabilir.

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Hüseyin Rahmi
Önceki Hikaye

Polisiye Roman Yazarı Olarak Hüseyin Rahmi Gürpınar

Ninni
Sonraki Hikaye

Chuck Palahniuk'ten Ninni: Bazen Dizeler Öldürür

En Son Yazılar