20li ve 30lu yıllarda Amerika’da Büyük Buhran dönemiydi. Bu dönemde çıktı işte ‘Amerikan Polisiyesi’. Kahramanları genelde özel çalışan dedektifler olurlar ve her daim yalnız, mutsuz, sorunlu ve maço tiplerdir. Hep bir büroları olur bu dedektiflerin ve genelde bu büronun giderlerini karşılamakta da güçlük çekerler. Ama erkekliğe de leke sürmezler, her zaman mağrur ve gururludurlar. Yalnızlardır dedim, doğru ama tüm kitaplarında (hiç sekmez bu) bürolarına gelen güzel bir kadını da yatağa atarlar.
‘Hard-boiled’ dediğimiz bu Amerikan polisiyesinde hikaye muhakkak bir kayıp vakasıyla başlar. Dedektifimiz bürosunda oturmuş, sigara ya da içkisini içerken kapısı çalar veya telefonu zırlar, meteliğe kurşun attığından işi kabul eder. Ya da işi veren kadın çok güzeldir, genelde güzeldir. Dedektifimiz bu kayıp olayını soruştururken de peş peşe cinayetler işlenir. Hem kendini aklamak hem de içindeki merak duygusunu tatmin etmek için kahramanımız olayı aydınlatmayı vazife bilir. Aranan kayıp şahıslar da muhakkak bulunur.
Hep Türk polisiyesi ya da Kuzey polisiyesi okumuyorum herhalde. Amerikan polisiyesinin de çok sevdiğim üstadları var. Tüm kitaplarını istisnasız okuyun diyebileceğim Dashiell Hammet, Raymond Chandler, Ross Mcdonald, Mickey Spillane, Ellery Quinn, S.S. Van Dineve Rex Stout bunlardan bazıları.
Amerikan polisiyesinde ‘Hard-boiled’ türünün yerini 80lerden sonra ise ‘thriller’ın aldığını görüyoruz. Daha fazla gerilim, daha fazla kan… Açıkçası thriller sevmiyorum ben. Bu beş parasız ama gururlu, ukala, maço ve çapkın dedektifleri okumak çok daha keyifli.
Hard-boiled türünün usta yazarlarından William Hjortberg 1941 yılında New York’ta doğmuş. Romanlar dışında senaryolar da kaleme alan yazar 2017’de hayatını kaybetmiş. İlk iki romanını yazdığında yayımlayacak yayınevi bulamamış ama ikincisi ona Stanford’da yaratıcı yazarlık bursu kazandırmış. Bursu bittiğinde Hjortberg bir bakkal çırağı olarak çalışmaya başlamış ama eğlencesine de bazı şeyler kaleme almış. Meleğin Düşüşü’nü ise 1978 yılında yazmış. Bu okült romanı ‘Angel Heart (1987)’ adıyla beyaz perdeye uyarlanmış hatta filmde Robert De Niro oynamış. İzlemedim çünkü film özürlüyüm. Hjortsberg ayrıca Ridley Scott’ın yönettiği, karanlık bir peri masalı olan Legend’ın (1986) senaryosunu da yazmış. Meleğin Düşüşü için Edgar Ödülleri’ne aday gösterilmesinin yanı sıra Graham Greene ve Nobel Ödülü sahibi Gabriel Garcia Marquez’i geride bıraktığı iki Playboy Editöryal Ödülü kazanmış. En son kaleme aldığı eseri ise yazar Richard Brautigan’ın biyografisi olan Jubilee Hitchhiker (2012).
Meleğin Düşüşü yetmişlerde yazılmış, ellili yılların sonunda geçen şeytani bir kurgu. Kahramanımız Harry Angel, Chelsea Otel’de yaşayan özel bir dedektif. Kravatında çorba lekeleriyle araba kullanıyor ve metroya biniyor. Harlem, Times Meydanı, Coney Adası, metro, apartmanlar, restoranlar ve eski tiyatrolar… bunların hepsi Angel’ın seyahatlerinde hayat buluyor.
Gizemli müvekkili adına güçlü bir avukat Özel Dedektif Harry Angel’la temasa geçer. Kim bu gizemli müvekkil? Louis Cyphre adında bir beyefendi. Bu müşteri, Angel’ın 1930’lardan kayıp bir şarkıcı olan Johnny Favorite’i bulmasını ister. Görünüşe göre Bay Cyphre, Favorite savaşa gönderilene kadar müzik kariyerine sponsor olmuştur. Aranan Johnny Favorite’in savaştan yaralı döndükten sonra özel bir senatoryumda tedavi gördüğünü ama kendisine hiçbir şekilde ulaşıp haber alamadığını anlatır. Cyphre’in amacı zamanında yapmış oldukları sözleşme neticesinde şarkıcının vefatı halinde tahsil edeceği teminatı almaktır. Harry Angel önce şarkıcının tedavi altında olduğu söylenen hastaneye gider ama görüştüğü doktor şarkıcının Askeri Hastane’ye sevk edildiğini söyler. Angel şarkıcının dosyasında gördüğü bazı tutarsızlıklar nedeniyle doktorun yalan söylediğini anlar. Doktora, kendisiyle ilgili edindiği bazı gerçekleri ifşa etme tehdidinde bulununca, bir kadın ve bir erkeğin doktora rüşvet vererek şarkıcıyı hastaneden çıkardığını öğrenir. Ama doktorun Harry Angel’a konuştuğunu bilen başkaları da vardır ve doktoru öldürürler. Manhattan’ın kötü sokaklarında kayıp şarkıcıyı bulmak için araştırmalara başlar Angel. Favorite’i tanıyan birçok insanla karşılaşır, ancak onun hakkında bir şey hatırlayan çok az kişi vardır. Hatırlayanlar ise bir sebepten dolayı konuşmaktan korkarlar. Haklılar da çünkü Harry Angel kiminle görüşmeye gitse akabinde o kişi feci şekilde öldürülmüş olarak bulunur. Öldürülen bu kişilerin şarkıcıyıyla bağlantılı olmalarının yanısıra her birinin üzerinde baş aşağı bir yıldız veya ters çevrilmiş bir pentagram taşıyor olmaları Harry’nin dikkatinden kaçmaz. Kayıp şarkıcının eski bir sevgilisi olduğunu öğrenir ve hayatını kaybetmiş olan bu kadının kızıyla tanışır. Adı Epiphany Proudfoot olan bu kadın, yazının başında bahsettiğim yatağa atılacak olan kadın işte. Aynı zamanda bir bitki dükkanı işletiyor ve voodoo rahibesi. Kadını dükkanından çıktıktan sonra izlemeye alan Harry Central Park’ın ücra bir köşesinde yapılan voodoo ayininin ortasına düşer. Angel araştırmasını derinleştirdikçe voodoo büyülerinin ve satanizmin hakim olduğu bir grupla karşı karşıya olduğunu anlar. Favorite’i bulmak onun için hiç kolay olmayacaktır ama her şeyin sonunda Harry için de bir sürpriz hazırdır.
Kitabın ilk yarısı yavaş ilerliyor gibiydi, ancak vakanın okült yönleri ortaya çıkmaya başladığında, gizem ve gerilim okuma hevesime katkıda bulundu. Herkesten şüphelenmeye başladım. Hikaye doğa üstü unsurlarla dolu olsa da, stil tamamen Hammett, Chandler, Cain döneminin bir dedektif hikayesi gibiydi. Dedektif Harry Angel’ın okült olaylara inanmamasıda doğru göründü bana. Çünkü o dönemin polisiye romanları her türlü komplo ve hileyle uğraşır ancak her şey tamamen gerçeğe dayalıdır. Meydana gelen tüm belalar için her zaman bir sebep vardır.
Hjortsberg, olay örgüsü ilerledikçe okuyucunun tahminde bulunmasını sağlamakta harika bir iş çıkarıyor. Tam ne olacağını (ya da az önce ne olduğunu) bildiğinizi düşündüğünüzde, hikaye elinizden kayıp gidiyor. Hjortsberg, karakterlerin birbirine oynadığı kadar incelikli ve ayrıntılı bir şekilde bizimle oynuyor. Son açıklamalara kadar, her şeyin nasıl sonuçlanacağından asla emin olamıyorsunuz. Ellilerde geçen bir doğaüstü suç hikayesini kim sevmez ki. Bu kitabın neden bir klasik olarak kabul edildiğini anlayabiliyorum, çünkü gerçekten öyle…