Ginza Hayaleti ve Diğer Gizem Öyküleri, Keikiçi Osaka, Çev. Edanur Adalıoğlu, İthaki Yayınları, 228 sayfa
Son zamanlarda okuduğum Japon yazarlara dikkat ettim de nedense ömürleri pek uzun olmamış. Keikiçi Osaka da onlardan biri. Üstelik bu kısa yaşamında öyle bir ana denk gelmiş ki yazdığı kurgular hor görülmüş. Çünkü Çin ve Japon savaşının patlak vermesi üzerine, dedektif öykülerinin, kanlı cinayetlerin işlendiği hikayelerin kamu düzeninde kargaşaya sebep olacağı gibi cahilce bir anlayış söz konusuymuş. Adamcağız da ne yapsın, komediye yönelmiş ama hemen akabinde askere gönderilmiş. Yani komedide de istediği üne kavuşamamış. Hastalık nedeniyle de otuz üç yaşında hayatını kaybetmiş. Belki şimdi Buda’nın yanından bizi gözlüyor ve Japon edebiyatındaki polisiye ve gizem kurgusunun geldiği yeri memnuniyetle seyrediyordur.
Kitaptaki öykülere baktığımda yazarın, aslında hepsinin imkansız gibi görünen suçlar, hayaletler veya yaratıklar tarafından işlendiği düşünülen ama en nihayetinde hepsine de mantıklı bir açıklama getirip ‘whodunit’in kralını yazdığını gördüm.
Söylenti bu ya, Keikiçi Osaka askere gitmeden önce Saburo Koga’yı (efsanevi bir Japon karakteri) ziyaret etmiş. Ona yazdığı bir romanı emanet etmiş ama Koga kısa süre sonra ölünce roman kayıplara karışmış. İşte ben bu romanın peşine düşüp Japonya’da aldım soluğu. Bu yazıyı da Ginza’da yazıyorum.
Arka sokakların birinde bir kafede oturdum. Öyle daracık bir sokak ki burası karşıda bulunan tütüncü dükkanının içini bile görebiliyorum. Ben gelmeden önce bazı tuhaf olaylar olmuş burada. Karşımdaki tütüncü dükkanında bir cinayet işlenmiş. Oturduğum kafenin çalışanları bir çığlık duymuşlar. Pencereden gördükleri kadarıyla bir kadın, başka bir kadını öldürmüş. Katili de görmüşler elbette ama olay yerine gelen polis, katil olduğu görülen kadının cesedini dolabın içinde bulmuş. Üstelik yapılan incelemelerde katil kadının, kurbanından bir saat önce öldüğü ortaya çıkmış. Buradaki herkes kadının hayaletinin bu cinayeti işlediğini düşünmüş. Sonrası olaydan daha da enteresan ama bence devamını buraya gelip ‘Mavi Orkide Cafe’ çalışanlarından dinlemeniz daha keyifli olur.
Ginza’daki bu hayalet hikayesi beni ürküttü. Ben de kafam dağılsın diye trene atlayıp biraz yolculuk yapmak istedim. Tokyo trenine bindim. Yanıma bir beyefendi oturdu. Sohbet muhabbet derken bana başından geçen çok acayip bir hikayeyi anlattı. Kendisi demiryolundan emekliymiş. Adına ‘Cenaze Lokomotifi’ dedikleri bir lokomotif varmış. Adını ise sık sık kaza yapmasından almış. Tesadüfe bakın ki lokomotif ne zaman kaza yapsa onu kullanan ikili hep aynı iki makinistmiş. O kadar sık kaza oluyormuş ki koca lokomotifin ezdiği insanların, hayvanların, kan ve vücut parçalarının temizliği normal bir iş haline gelmiş. Ama bir zaman sonra lokomotif hep aynı noktada domuzları ezmeye başlamış. Bu olayın araştırılması için bir ekip kurulmuş tabii. İnsanların domuzlarının çalındığı ve aynı noktada raylara bağlandığı ortaya çıkmış. Soruşturma devam ettikçe çok enteresan şeyler öğrenmişler. Ben de duyduklarıma inanamadım. Hikayenin devamını bence bu beyefendinin ağzından dinlemelisiniz. Kendisi her yıl 18 Mart’ta H. şehrine gitmek üzere Tokyo trenine biniyor, karşılaşacağınıza eminim.
Trenden indim ama aklım hala beyefendinin bana anlattığı olaydaydı. Bir baktım ki Şiomaki Burnu’na gelmişim. Karnımı doyurmak için bir balık restoranına girdim. Siparişimi getiren garson eskiden denizciymiş. Küçük bir adanın üzerinde ‘Şiomaki Fener Kulesi’ varmış burada. Bu kulede yaşayan ve kuleyi işleten iki aile varmış. Nöbetleşe yol gösterirlermiş bu iki aile, yön bulmaya çalışan denizcilere. Garson çocuğun anlattığına göre bu kulede bir cinayet işlenmiş. Cesedin bulunduğu yerde yapış yapış kan dışında sümüksü bir madde daha bulununca cinayeti denizden gelen bir yaratığın işlediğini düşünmüşler. Garson anlatırken halen olayın etkisindeydi. Oldukça vahşi biçimde işlenen bu cinayeti bir insan işlemiş olamaz diye düşünürlerken hiç ummadıkları bir şeyle karşılaşmışlar. Şiomaki Burnu’ndaki bu balıkçıya geldiğinizde, garsondan muhakkak olayın devamını öğrenin.
Japonya’da malum, kimono giyerler. Heveslendim, neyim eksik? Bir AVM’ye gidip kendime güzel bir kimono almak istedim. AVM’nin önüne geldiğimde bir kalabalık ve polis ekipleri vardı. “Çekilin, ben polisiyeciyim!” deyip yaklaştım olay mahalline. Yerde yatan kurban, AVM’nin çatısından düşüp ölen bir mağaza çalışanıydı. Kurban; yanında, çalıştığı mücevherat reyonundan daha önce kaybolan bir kolye ile bulununca kafalar karışmış haliyle. Bir çatıya baktım bir de yerdeki cesede. “Bir polisiye okuru bunu yemez bayım,” dedim ve kısa sürede olayı çözdüm. R. mağazasına giderseniz çalışanlara muhakkak sorun. Eminim size keyifle anlatacaklardır. Bir de gittiğinizde mağazanın kocaman reklam balonu hala orada mı bir bakın ama sakın fazla yaklaşmayın, aman!
AVM olayını çözdüğüm için polis ekipleri beni yemeğe götürmek istediler. Güzel bir restoranda beni ağırladılar. Orada biriyle tanıştım. Eskiden bir okul müdürünün evinde çalışırmış bu adam. İçtikçe de çenesi düştü. Yanında çalıştığı bu müdür eşinden ayrılmış. Eşinin uygunsuz tavırlarıymış bu boşanmanın sebebi. Ama bu adam, kadının uygunsuz hareketleri olan biri olmadığından gayet emin. Günlerden bir gün, boşandığı eşi ölmüş bu okul müdürünün. Müdür, eski eşinin cenazesine gitmemiş ama bu adam ve diğer çalışanlar mezarını ziyaret etmek istediklerini söylediklerinde kendisi de gelmek istemiş. Hep beraber kadının mezarına gitmişler. Bu mezarlık ziyareti sonrası nedenini anlayamamışlar ama müdürün davranışları çok değişmiş. Birkaç gün sonra da müdür evinde ölü bulunmuş. Enteresan olanı müdürün evinde yapılan incelemelerde adamı öldüren kişinin daha önce ölen eski eşi olduğuna dair deliller bulunmuş olması. Yine bir hayalet cinayet işledi diye ortalığı ayağa kaldırmışlar ama olayın sonu beklenmedik şekilde sonuçlanmış. Açıkçası ben de dinlerken “Acaba mı?” dedim. Japonların bakış açısını az çok öğrenmiştim artık, mantıklı bir açıklaması olacağından emindim.
Tantanalı bir günün ardından küp gibi uyuduğum gecenin sabahında uyandım. Ama nasıl sıcak, anlatamam. N. şehrinde yürüyüşe çıktım. Geniş bir konağın önünden geçerken bir çığlık sesi duydum. Kahretsin, yine beni bulmuştu. Hemen sonra da konaktan hızla kaçan, birbirine tıpa tıp benzeyen iki kişi gördüm. İkisi de aynı kıyafeti giymiş, her şeyleriyle aynı ikiz erkeklerdi bunlar. “Ne oluyor?” demeye kalmadan karşıdan gelen bir kişi adamların kaçtığı yere yaklaştı ve yerde yatan birini gördü. Meğer gelen adam konağın uşağı, yerde ölü yatan ise onun eşiymiş. Hemen polis ekiplerini çağırdık. Dikkatimi çeken şey, evde gerçekten ikiz erkek kardeşlerin yaşadığı oldu. Acaba öldürülen kadınla bu ikizlerin ne alakası var? Hemen ikizlerle görüştük elbette. Polislerin evde bulduğu delillerdeki tuhaflık da gözümden kaçmadı, hemen polis arkadaşlara anlattım. Sıcaklığın ve nemin biraz azalmasıyla olağanüstü bir keşifte bulunduk. Size anlatsam da inanmazsınız, gözlerinizle görmeniz gerek. N. şehrindeki, önünde kırmızı posta kutusu bulunan geniş konağa muhakkak gidin. Ama oldukça sıcak bir günde gidin ki ne demek istediğimi anlayın.
N. şehrindeki bu olağanüstü günün ertesinde Japonya’dan ayrılmama az zaman kaldığından H. şehrine de gitmek istedim. Bir kafede oturdum. M. Üniversitesi öğrencisi olduğunu öğrendiğim bir genç kız bana eşlik etti. Kafede boş yer yoktu çünkü. İyi ki de masama oturmuş. Gittiğim her yerde bir macera yaşamaya alışmış olan ben, burada da muhakkak bir macera yaşamalı ya da dinlemeliydim. Nitekim öyle de oldu. Genç kız, bana yaşanmış bir hikaye anlattı. Yakın zamana kadar burada yaşayan bir öğretmen varmış. Evli ve bir erkek çocuğu sahibiymiş bu öğretmen. Günlerden bir gün öğretmenin uzak bir bölgeye görevlendirmesi çıkınca eşini ve çocuğunu, eşinin kuzenine emanet edip göreve gitmiş. Eşinin kuzeni de üniversite öğrencisiymiş. Kış mevsimiymiş ve çok yoğun kar yağıyormuş. Bu nedenle gidip gelmesi mümkün olmadığından orada kalıyormuş. Bir gün öğretmenin bir öğrencisi evine gitmiş ve kapıyı açık bulmuş. Eve girdiğinde öğretmeninin eşini ve kuzenini ölü bulmuş ama çocukları kayıpmış. Genç kız hemen komşulara haber vermiş, polisler gelmişler. Yapılan incelemelerde iki kişiyi öldüren ve çocuğu kaçırdığı düşünülen kişinin kayakla geldiği anlaşılmış. Pencerenin altına kadar devam eden bu izlere bakıldığında bir süre sonra izlerin buhar olup uçtuğunu görmüşler. Kayağı kullanan kişi tek baton kullandığından da diğer koluyla çocuğu kucakladığına eminlermiş. Tek batonlu kayak izlerindeki tuhaflık daha sonra çözülmüş. Kar yağışı durmuş. İnanılmaz gerçekler de gün yüzüne çıkmış. Çocuk mu ne olmuş? O da bulunmuş elbette. Meğer bana bu hikayeyi anlatan genç kız, cesetleri evde bulan öğrenciymiş.
Kafede bu hikayeyi dinledikten sonra dönüş biletimi erkene alıp almamayı düşünüp yürürken kendimi bir tersanede buldum. Hep çok enteresan gelmiştir bana tersaneler. O koca koca gemiler, kuru havuzlar, o gemilerin suyun üzerinde durması ve benim duramamam… Paslı demir, deniz ve yağ kokuları arasında dolaşırken biri koşarak yanıma geldi ve burada dolaşmamın tehlikeli olduğunu ve daha yeni iki kişinin öldüğünü anlattı. Bekliyordum zaten bu tekinsiz coğrafyanın gittiğim her yerinde cinayet işlenmesini. Aslında tam da cinayet işlenecek bir mekandı burası. Gerçekten de tam benim hayal ettiğim gibi bir cinayet işlenmişti burada. Ama katil benim kadar ince planlar yapmış olsa da doğa şartlarını ve şansı hesaba katmamış, cesetlerin biri gün yüzüne çıkmıştı. Elbette ceset bulunduktan sonra yapılan soruşturmada diğer cesede de ulaşılmıştı. Katilin zekasına ve yeteneğine ne kadar hayran kalsam da karşımdaki adama bunu belli etmedim. Çünkü onu da her nedense gözüm hiç tutmadı ve neden tutmadığını yarım saat sonra polis tarafından sorgulandığımda anladım.
Tersanede bana hikayeyi anlatan ve kaçan, benim görevli zannettiğim adam meğer akıl hastanesinden kaçmış bir hastaymış. Polisler onu tren raylarında yakalayıp götürmüşler. İfademi alan polisin anlattıkları uçak biletimi erkene almama neden oldu. Bir gün daha kalmak istemiyordum artık bu ülkede. Zaten kayıp kitabı da bulamamıştım, kalmama gerek yoktu. Kim bilir belki de kendi kitabımı kendim yazarım, bilemedim. Polis ne mi anlattı?
Akatsuçiyama Tepesi diye bir yerde, akıl hastanesi varmış. Şehre yeni akıl hastanesi yapılınca bu eski hastanenin hasta sayısı üçe düşmüş. Bir hemşire, bir doktor ve doktorun eşi, bir görevliyle hastalar dahil binada yedi kişi yaşıyormuş. Hastanenin sahibi doktor bu durumdan oldukça kötü etkilenmiş ve herkese sert davranmaya başlamış. Hatta hastalara hakaretler ediyor, “Kendinize yeni bir beyin bulun deli herifler!” gibi sözler sarf ediyormuş. Bir gün doktor kafası paramparça ve beyni kayıp halde tuvalette bulunmuş. Hastanedeki üç hasta da kaybolmuş. Kayıp bu üç hastanın, doktoru öldürdüklerinden eminlermiş. Hastaların birinin cesedi bulunmuş. Bir diğeri hastaneye yakın bir yerde kan revan içinde yakalanmış. Biri de işte tersanede benim ödümü koparan adam zaten. Ama hikayenin sonunda onlar mı akıllı yoksa biz mi haddinden fazla deliyiz diye düşünmeden edemedim.
Dönüş uçağım akşam ama umarım dönebilirim. Peşimde sanki beni takip eden biri varmış gibi huzursuzum. Sesini duyuyorum ama onu göremiyorum. Belki de kayıp romanı ararken birilerini rahatsız ettim, bilmiyorum. Belki de Saburo Koga’nın hayaleti peşime düştü. Eğer dönemezsem diye, burada olanları herkese anlatmak için bu yazdıklarımı sevgili Özlem Özdemir’e gönderiyorum. Eğer sevgili Özlem bu yazıyı yayımlarsa anlayın ki ben ülkeye dönemedim ve Koga’nın hayaleti beni yakaladı. Belki kötü bir şey değildir bu. Belki Koga’nın hayaletini konuşturur, kayıp romanın yerini öğrenirim. Bu dinlediğim hikayeler kadar şaşırtıcı ve heyecanlı olur mu bilmiyorum ama yine de denemeye değer…