Özlem Özdemir’in 221B’nin 29. sayısı için kaleme aldığı “Bohem İrlandalı: Sean Duffy” yazısının ikinci bölümünü okurlarımızla paylaşıyoruz.
Coronation Road, Numara 113
Duffy evini, evinde tek başına zaman geçirmeyi seven biri. Altı yıl boyunca para biriktirip 10.000 pounda aldığı evi, Carrickfergus, Victoria semtinde. Victoria semti, 1950’lerde yoksul Protestan işçileri için inşa edilmiş, bitişik nizam evlerden oluşuyor. Bu evler, Thatcher’ın özelleştirme planlarıyla faaliyet gösteren Kuzey İrlanda Konut İdaresi’nin konutlarından biri. Mevcut durum şu: Protestanların oturduğu mahallede tek başına bir Katolik. Taşındığının üçüncü haftasında mahalleli tarafından Katolik olduğunun nasıl anlaşıldığını çözmeye çalışıyor. “H harfini telaffuz etme biçimimden olabilir mi?”
Bitişik evdeki komşusu Bayan Campbell, 30’larında, kızıl saçlı ve alımlı bir kadın. 10 yaşın altındaki iki çocuğuyla genelde yalnız, eşi Kuzey Denizi’ndeki bir petrol kulesinde çalışıyor. Çünkü Carrick’teki her dört erkekten birinin çalıştığı İrlanda Pamuk Endüstrisi fabrikası 1980 sonbaharında kapatılıyor. Pek çok aile, İngiltere ya da Avustralya’ya göç etmiş, kalanlarsa işsizlikle boğuşuyor ya da Bayan Campbell’in kocası gibi uzaklarda çalışıyor.
McKinty, aslında büyüdüğü mahalleyi yazdığını söylüyor: “Paramiliterlerin hâkimiyetindeki Protestan mahallesinde büyüdüm. Çok beyaz, çok homojen, çok Protestan… Sokağımda iki Katolik aile yaşıyordu. Mahalledekiler bu iki Katolik ailenin orada yaşamalarına izin verdikleri yani onları öldürmedikleri için böbürleniyorlardı. Gerçekten inanılmaz! Dışarıdan gelen ama aslında o kadar da yabancı olmayan karakter fikrini her zaman sevmişimdir. O kültüre hâkim, oradan gelen ama aynı zamanda oraya dışarıdan da bakabilen biri Duffy. Bu yüzden Duffy’yi doğup büyüdüğüm mahalleye yerleştirdim ama onu, o mahalleyi sorgulamanın da bir aracı olarak kullandım. Duffy’yi Katolik, polis, bohem ve Derry’den yaptım. Bu, Carrick halkı için en yabancı dört şeyin birleşimi demektir. Gerçekten uzaylılar o mahalleye gelseydi, Katolik, bohem ve Derryli bir polisin sokaklarında yürümesi kadar şaşırtmazdı onları.”
Aynı sokakta altı ev aşağıda oturan Bobby karakterine değinmeden Duffy’nin ev ve mahalle hayatını anlamamız zor. Orta boylu, tıknaz, kırmızı suratlı, 28 yaşındaki Bobby uzun dönem işsizlik yardımından faydalanıyor ama aynı zamanda en tehlikeli Protestan terör örgütlerinden biri olan Ulster Özgürlük Savaşçıları’nın bölge sorumlusu. Silahlı bir paramiliter, bölgedeki tüm esnaftan haraç toplayan, korkutucu biri. Bobby ile Duffy arasındaki ilişki çok gergin başlıyor. Bobby’nin önce düşman gördüğü, zamanla dost olmaya çalıştığı Duffy hiç hoşlanmadığı bu adamla mesafeyi korumaya çalışıyor. Bobby karakteri de yazarın çocukluğunda tanıdığı bir kişiye dayanıyor: “O adamı hatırlıyorum, çok korkutucuydu. 11-12 yaşlarındaydım, adam 35, karısı 22 yaşındaydı. Bir kuaförde çalışıyordu ama kendi evinde de mahallenin çocuklarının saçlarını kesiyordu. Evine gidip saçımı kestirdiğim günü unutamıyorum. Ağzında sigarayla çalışırdı, sigarasının külü boynuma düşerdi, bir yandan da bağırıp çağırırdı, korkunç bir adamdı. Üç kişiyi öldürdü, hapse girdi, sonra elbette afla serbest bırakıldı. Çocukken masallardaki canavarlardan korkmama gerek yoktu, canavarlar gerçekti ve birkaç ev ötemde yaşıyordu.”
Çapkın da Değil, Âşık da…
Sean, Carrick’e taşınmadan birkaç hafta önce, öğretmen sevgilisi Adele ile ayrılma kararı alır. Zaten birbirimizi çok da sevmiyorduk, diye anlatır. İlk gördüğü andan itibaren derin bir tutku hissettiği Dr. Catchart yani Laura, Sean’ın hayatında önemli bir yer kaplar. Adli tıp uzmanı Laura ile cinayet dosyası nedeniyle tanışır. “Tatlı Cadı dizisindeki fettan Samantha’nın hık demiş burnundan düşmüşü” olan Laura, Edinburgh Üniversitesi’nde tıp eğitimi almış, eğitimini tamamladıktan sonra Belfast’a dönmüştür çünkü lisede okuyan iki kız kardeşi, annesi ve babası Belfast’ta yaşar, babası kalp hastası olduğu için ailesini yalnız bırakmak istemez. Laura’yla tanıştığı ilk gün Sean akşam buluşmak istediğini söyler. Net bir cevap vermeyen Laura, akşam Sean’ın gittiği bara uğrar. Buluştukları ilk gece sohbet ederken Laura’ya bir telefon gelir. Güney Belfast’taki Peacock Room Restoran’a yangın bombası atılmıştır. Altı kişi yanarak ölür. Haberin ağırlığı ikisini de etkiler, Laura’nın evine giderler, birlikte oldukları bu ilk gece Sean çok etkilendiği Laura’yla sevgili olacaklarından emindir ancak sabah Laura, Sean’a hazırladığı kahvaltı sırasında, uzun bir ilişkiden yeni çıktığını ve dün gece duyduğu üzüntü nedeniyle hata yaptığını söyler. Sean, epey bozulmuştur ancak ısrar etmez. Birkaç gün sonraysa yolları tekrarkesişir ve kısa zaman sonra artık sevgili oldukları söylenebilir. İlişkileri 1982’de sekteye uğrar. Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesi, Laura’ya iş teklif eder, kardeşleri artık liseyi bitirmiştir, ailesi de ülkeden ayrılmak istemektedir. Laura, birkaç hafta boyunca Sean’ı görmezden gelerek ve uçağa binmeden birkaç gün önce kararını bildirerek Sean’ı epey kırar ve kızdırır. Laura altı ay sonra döneceğini söylese de Sean bunu gerçekçi bulmaz.
“Her şeyi anlamıştım. Kuzey İrlanda’yı terk edecek ve bir daha asla dönmeyecekti. Diyeceğim, batmak üzere olan Titanik’in güvertesine kim geri dönmeye çalışırdı ki?”
Laura’nın gidişiyle Sean bir süre yalnız kalır ancak bu, çok uzun sürmez. Sean, sohbet edebildiği güzel kadınlara ilgisini göstermekte rahattır, pek çok kadının da ilgisini çektiğinin farkındadır. Çözmeye çalıştığı dosyalardaki bir tanık, tanığın ifadesini almaya gittiğinde tanıştığı bir sekreter ya da meslektaşı, Sean’ın birlikte olduğu kadınlardan bazılarıdır.
Sean Duffy Ne Dinler?
Müziksiz tek bir gün geçiremeyen insanlardan biri Sean Duffy. Pek söylemese de aslında 10 yıl boyunca piyano çalmış yani müzik eğitimi de almış. Onu müzik konusunda bu kadar bilgili yapan sadece aldığı eğitim değil. O çok iyi bir dinleyici, müzik üzerine düşünen, okuyan, yer yer kendisiyle bile tartışan biri…
Bir plak tutkunu. Eve saat kaçta gelirse gelsin, ne kadar yorgun olursa olsun mutlaka gün içinde yaşadıklarına, ruh haline uygun bir şarkı seçer ve pikabına o şarkının olduğu plağı yerleştirir. Bazen pikabı şarkıda sabitler ve kulağında o şarkıyla uyuyakalır. Eve döndüğünde yemek hazırlamaya vakit harcamaktansa o akşam hangi plakları dinleyeceğini uzun uzun düşünmek daha önemlidir onun için. Laura tarafından terk edildiği günün akşamında Joy Divison’dan Unknown Pleasures, Nick Drake’ten Bryter Layter, Neil Young’dan After the Goldrush dinleme listesinde yerini alır.
Plak koleksiyonunun çağdaş eserler bölümündekileri şöyle özetler: Led Zeppelin, The Understones, The Class, Rolling Stones, AC/DC, Deep Purple, Motörhead. Joan Baez, Carole King, Bowie… Klasik müzik ve opera plakları da vardır tabii ama bunları sıralamayı gerekli bulmaz.
Double Fantasy plağında Yoko Ono’nun sesine tahammül edemediği için sadece John Lennon bölümünü dinler. Hoşlandığı bir kadını ağırlıyorsa The Velvet Undergorund and Nico ilk tercihidir, Pink Floyd’dan Wish You Were Here’ı yalnız dinlemeyi yeğler. Alman şairlerinden seçme şiirler okurken fonda Liege and Lief yerini alır. Kötü müzikle karşılaşma ihtimali olacağından evinde pek radyo dinlemez. Arabadayken radyolarda neler çaldığına şöyle bir kulak kesilir ya da maruz kalır: “Radio One’da Paul McCartney ile Stevie Wonder’ın birlikte söylediği yeni bir şarkıyı ‘Ebony and Ivory’yi dinledik. DJ Mike Read şarkıyı arka arkaya iki kez çaldı, sabitfikirlilikten başka bir şey değildi bu çünkü şarkı, son on yılın, belki de bütün bir yüzyılın en kötü şarkısıydı.”
Radyoda Led Zeppelin’in Presence albümünden bir şey çalıyorsa hemen kapatır. Onlarca kez dinlemesine rağmen bu albümü berbat bulur. Böyle zamanlarda kurtarıcısı, torpido gözünde sakladığı kasetlerdir. Arabasında genelde Ray Charles, Aretha Franklin, Etta James, John Lee Hooker ve Howlin’ Wolf’tan doldurduğu karışık kasedi dinler. New Order, Joan Armatrading-Walk Under Ladders kasetleri de torpido gözü koleksiyonundakilerdendir.
Müzik, hayatında o kadar önemlidir ki Sammy ile arkadaş olmasının da nedenidir. Sigarasının birini söndürüp diğerini yakan, boyu kısacık, Marksist berber Sammy McGuinn. Carrick’te kalan tek berber olmasının yanı sıra Ulster Orkestrası’nda kemancı, dükkânının hemen üstündeki evinde iki bin adet plağı olan gerçek bir müzik tutkunu. Sean’a haberleri almak için Arnavutluk Radyosu’nu dinlemesini öneren, işçi sınıfının bir gün mutlaka İrlanda’da da kazanacağına inanan, gelenlerin okuması için Socialist Worker dergisini dükkânında bulunduran Sammy.
İlk romanda Sean, süresiz izne çıkartıldığı bir cuma günü, raporlarını yazıp teslim ettikten sonra berberine gider. Sammy ona, sabah belediye binasında ikisinin de çok sevdiği şehrin en nadide plak dükkânının tüm plaklarını açıkartırmada satacağını söyler. Plak dükkânının sahibi Paul, Avustralya’ya taşınacağı için her şeyini satıyordur. Üç bin adet plak; nadir bulunanlar, klasikler, klasik olmayanlar…
Duffy, Beatles’ın pek hayranı değildir ancak Stones denince akan sular durur. Sammy ile bir anlaşma yaparlar. Beatles plaklarında Duffy fiyat artırmayacaktır, Stones plaklarında da Sammy. Açıkartırma gününe de şöyle tanık oluruz:
“İlk etapta satışa sunulan, 30’lu ve 40’lı yıllarda Americana’nın çıkarmış olduğu plaklara yüz vermedim. Motown’ın 60’larda çıkardığı plaklardan birkaç tane aldım; çok iyi durumda olan Dusty in Memphis’in ilk baskısına bir pound verdim ki bu, lamı cimi yok, mutlak bir günahtı.
…Mozart plaklarının büyük bir bölümünü Sammy’nin almasına izin verdim, Schubert’leri ben aldım.
…Yaklaşık 10 pound kadar harcamıştım ama yeterince plak almıştım. Onları eve götürmek de ayrı bir dertti.
…Sınırlı sayıda basılan ve numaralandırılan Dusty in Memphis albümünün üzerinde on bir rakamı vardı ve Dusty Springfield ile Jerry Wexler tarafından imzalanmıştı. Bundan öylesine etkilendim ki bu albümü artık elimde tutmanın imkanı yoktu. ‘Laura, al bu senin,’ diyerek albümü ona verdim.”
Sean Duffy serisinin her kitabı, ismini Tom Waits’in bir şarkı sözünden alıyor. Kitapların girişinde kitaba adını veren dizeler de okurla paylaşılıyor. The Cold Cold Ground (Soğuk Toprak), I Hear the Sirens in the Street (Sokakta Siren Sesleri), In the Morning I’ll Be Gone (Yarınsız Ülke), Gun Street Girl, Rain Dogs, Police at the Station and They Don’t Look Friendly. Yayıncısının, “Bu isimlerle popüler ve çoksatan olamayız,” itirazlarına rağmen, “Ya bu isimlerle basarsınız ya da basmazsınız,” diye direten ve son yıllarda duyduğum en etkileyici kitap isimlerini seçen Adrian McKinty de gerçek bir dinleyici ve müzik okuru olduğunu sadece Sean Duffy’nin dinlediklerinde değil, kitapların isminde de gösteriyor.
Sean Duffy Ne Yer, Ne İçer?
Baştan söyleyeyim: Yoğunluktan ya da stresten yemek yemeyi unutan dedektiflerden değil, evde harika sofralar kuranlardan da. Kahvaltı tercihi, kahve ve hızlıca hazırladığı tost; biraz daha zamanı varsa çay, marmelat ve tereyağlı tost da hoşuna gider. Keyifsiz uyandığı sabahlarda evde mısır gevreği yerken görürüz onu. Ekip arkadaşlarıyla sabah erkenden bir yere gidecekse onlara kahvaltı ısmarlamayı sever ama ağır şeyler yememek için burada da tercihi mısır gevreği olur. Uyanır uyanmaz hemen hazırlanıp çıkmak zorundaysa veya acil bir telefon geldiyse giyinir, Land Rover arabasında rutin bomba ve tuzak kontrollerini yapıp yola çıktıktan sonra açık gördüğü ilk yerden kahvesini ve seyyar satıcılardan 6-7 tane çöreğini alır.
Kahvaltıda tükettiği en ağır yemeği Laura’nın evinde yer. Masada sosis, yumurta, jambon, sodalı ekmek ve patatesli ekmekten oluşan Ulster kızartması onu bekliyordur. Duffy, ekip arkadaşlarının da fazlasıyla sevdiği Ulster kızartmasını çok tüketmemeyi tercih eder. Duffy’ye göre Ulster kızartması, kalp krizi için özel hazırlanmış bir İrlanda spesiyalidir. Karakolda sürekli çay ya da kahve tüketirler ama Belfast’ta olduğumuzu hatırlatan “ufak” bir detayla… Çayı tatlandırmak için Johnnie Walker, kahveyi tatlandırmak için de Jim Beam koymak şartıyla. Ne demişler, “Bu civarda herkes çadırını viski nehrinin kenarına kuruyor…”
Sean Duffy farklı mutfakları, farklı tatları denemeyi, dışarıda yemek yemeyi seven biri aslında. Müdavimi olduğu bazı mekânlar da var. Karakolun yakınında High Street’teki Golden Fortune öğle yemeği için ilk tercihidir, ekibi toplayıp oraya götürür, birlikte az baharatlı İrlanda-Çin patates kızartması, noodle ve kaburga yerler. Yemekten sonra birer brendi içmeyi ihmal etmezler. İş icabı sokaklarda oldukları günler Crown Bar’a uğrar, domuz kaburgası yahnisi yerler, yanında da elbette tarihi 1756’ya dayanan İrlanda’nın “milli” bira markası, rekorlar kitabına da adını veren Guinness bira. Sonuçta burası İrlanda!
Royal Oak adlı bardan bahsetmemek olmaz. Karakolun hemen bitişiğindeki bu bar, yazarın çocukken etkilendiği gerçek mekânlardan. “Bisikletiniz çalındıysa ve karakola başvurmak istediyseniz karakolun bitişiğindeki Royal Oak adlı bara gitmeniz daha mantıklıydı, çünkü olağanüstü bir durum olana kadar tüm polisler Guinness bardaklarıyla genelde orada olurlardı.” Duffy de üstlerinden baskı görüyorsa, soruşturmada tıkandıysa ekibi toplar, hemen yan binaya geçer, bazen o kadar erken saatte giderler ki barın açılmasını beklemek zorunda kalırlar, açılır açılmaz Guinness biralarını alıp güne orada devam ederler. Sıklıkla gittiği barlardan biri de Dobbins adlı, içinde 16. yüzyıldan kalma heybetli bir şöminenin olduğu bardır. Laura’yı da ilk buluşma için buraya davet eder ve burada Guinness biralarını içerler. Duffy’nin Guinness içmediği tek yer, farklı mutfakların restoranlarıdır. Çaylak ve alımlı polis Heather’ı, Land Rover aracının içinde birlikte saldırıya uğradıkları bir günün sonunda yemeğe davet eder, onu North Caddesi’ndeki Tac Mahal adlı Hint restoranına götürür. Heather, baharatlardan hoşlanmadığı için yemeklere pek dokunmaz ama Sean hepsini silip süpürür. İşte bu restoranda yemeğin eşlikçisi Hint bira markası Kingfishers olur. Yemekten sonraysa Dubbins’e mutlaka uğrar, burada Guinness birasına kavuşur.
Öğle yemeklerini iş arkadaşlarıyla dışarıda yer ama akşam dışarıda yiyecekse bunun bir anlamı olmalıdır; hoşlandığı bir kadınla buluşmak. İştahlı ve meraklı dedektifimiz, Belfast’ta açılan yeni restoranları takip eder, örneğin yeni açılan İtalyan restoranına serinin ikinci kitabında tanıştığı Gloria’yı götürür; burada risotto sipariş eder ve üstüne tüm tatlıları dener.
Dışarıdayken yemek konusunda seçici olan Duffy, evde tam tersi bir alışkanlığa sahiptir. İşten eve döndüğünde ilk yaptığı şey, buzluğunda beklettiği yarım litrelik bardağı çıkartmak, yarısına kadar limon suyu doldurmak, içine birkaç buz parçası atmak, bardağa ağzına kadar 80 derecelik Smirnoff votka koymaktır. Evdeki hayat ancak bunu yaptıktan sonra başlar, dinleyeceği plağı ve okuyacağı kitabı seçer, votkasından birkaç yudum aldıktan sonra mutfağa döner. Dondurulmuş patates kızartmasını fritöze atar, Heinz marka fasulye konservesini açar, yanına sahanda iki yumurta ya da tost ekler. Ya da bir kutu çorbayı ısıtır ve yanına biraz ekmekle idare eder. İşte, evdeki akşam yemeği bu kadar. Genelde buzdolabında çok fazla yiyecek tutmaz, yoğun bir dönemdeyse pazar günü de çalıştıysa Belfast’ta karnını bir türlü doyuramaz. Pazar günü açık olabileceğini düşündüğü 12 Çin lokantasını tek tek arar ancak sandviç alacak bir yer bile bulamaz. Eve dönüp buzdolabını boş bulduğunda açlıktan bayılmamak için yan komşusuna uğramak zorunda kalır. Aslında bir parça ekmek ve kutu çorba isteyecektir ancak Bayan Campbell, ısrarlarıyla Duffy’yi mutfak masasına oturtmuştur bile. Mönüde AET’nin dağıttığı kızarmış et ve yanında havuç, patates ve yabani havuç püresi vardır. Tatlı olarak da ekmek ve muhallebi ile tereyağlı puding.
Birkaç kez dolabı domuz pastırması ya da etle de dolmuştur; mahallenin paramiliteri Bobby, Duffy’ye AET’nin dağıttığı bu ürünleri teşekkür niyetine hediye eder. Sonraki günlerde akşam yemeği mönüsü haliyle değişir, domuz pastırması kızartması, ekmek ve patates kızartması. TV’de yeni başlayan Magnum P.I isimli yeni polisiye diziyi izlerken yemeğini yer, tüm ünlü dedektiflerin neden bıyıklı olduğu üzerine düşünür. “Serpico gibi onun da heybetli bir bıyığı vardı. Problemimin bu olduğunu fark ettim.” Yemeğin ardından votka gimlet içmeye devam eder.
Serinin tüm kitaplarında “votka gimlet” sihirli bir sözcük gibidir. Duffy’yi evde başka bir içki tüketirken nadir görürüz. Yazar, bu içki tercihini de diğer pek çok şey gibi incelikle düşünmüş. “17-18 yıl önce Hindistan’a gitmiştim, çok sıcak, çok tozlu, tehlikeli bir ülke. Tüm gün gezdikten sonra otele döndüğümde nimbu pani adlı içkiyi içtiklerini fark ettim. Temelde limon suyu, maden suyu, buz ve votkadan oluşuyor. Denedim ve nimbu pani’nin ferahlatıcı, rahatlatıcı ve harika bir içki olduğunu düşündüm. Duffy sofistike bir adam, nimbu pani’nin onun için çok uygun olacağını düşünmüştüm ama 80’ler İrlanda’sında yaşayan bir polis için yeterince sert bir içki değil, bu açıdan gerçekçi olmayacaktı. Ben de biraz değiştirdim. Her akşam için dondurucuda yarım litrelik bir bardak tutması, çokça votka, biraz maden suyu, limon suyu ve buzla kendine sert bir içki hazırlaması daha doğru ve gerçek geldi, çünkü 80’lerde Belfast’taki Duffy votka gimlet dolu her bardağı içtikten sonra aslında şunu söyleyebilir bence: ‘Evet, bir günü daha atlattım ve hâlâ hayattayım.’”
Evet, Duffy istisnasız her akşam votka gimletini hazırlayıp mutlaka o günkü ruh haline uygun bir plak ve kitap seçip koltuğuna kurulan sofistike bir adam. Berber dostu Sammy’nin önerisiyle Arnavutluk Radyosu’ndaki haberleri takip etmeyi de ihmal etmeden…
Duffy’yi yemek yaparken çok az görürüz, bu anların en önemlisi ise Laura’yı evine yemeğe çağırdığı akşamdır. Bir aydır sakladığı İtalyan kırmızısını çıkarır, parmesan peynirli nefis bir spagetti yapar. Yemek boyunca pikaptan Ray Charles’ın müthiş sesi yankılanır.
Karakolda özel bir kutlama varsa pasta işi de Duffy’ye bırakılır. Örneğin Başmüfettiş Carol için yapılacak kutlama için pastayı bizzat gidip sipariş ettiğini görürüz: Kat kat pandispanya, krema, rom, marmelat ve şekerden oluşan tipik bir İrlanda işi doğumgünü pastası. Ve içinden bir ses: “Kutlamanın yapılacağı gün, kalp masajı yapan aletlerden bir tanesini karakola getirtmek gerek, ne olur ne olmaz.” Duffy iştahlı olsa da kalp sağlığına en azından yemek ve sigara anlamında dikkat etmeye çalışır. Karakola çıkarken sigara paketini arabada bırakmasının nedeni de budur, ağır yemekleri aynı gün içinde tüketmemeye çalışmamasının da. Olur ya, 80’ler Belfast’ında en azından kalp krizinden ölmemek gerek…
Tişörtleriyle de Stil Sahibi
Meşhur tabirle “stili olan” dedektifimiz Duffy’nin en önem verdiği, tişörtleridir. Öyle sıradan, dümdüz tişörtler giyerken göremezsiniz onu. Che Guevara tişörtünden bahsetmiştik, sık sık giydiği diğer tişörtler arasındaki favorileri ise 1969’da Dublin’de kurulan İrlandalı hard rock grubu Thin Lizzy tişörtü, ofisteki masasının çekmecesinde acil durumlar için sakladığı Deep Purple tişörtü ve Ramones tişörtü.
Yaz kış mutlaka kot pantolon, bazıları biraz eski ve yıpranmış olsa da Duffy için sorun değil. Soğuk günlerde elbette kazak giymek zorunda; tercihi, polo yaka genellikle siyah kazak. Hava çok soğuk değilse üstüne bir yağmurluk ama çoğunlukla bir deri ceket. Ayakkabı tercihi de net: Ya DM marka ayakkabısı vardır ayağında ya da Adidas.
Bir Ülkenin Tarihiyle Yüzleşmek
Adrian McKinty’nin ne kadar gerçek, ne kadar detaylı bir karakter yarattığı ortada. Kitapları henüz okumayanlar için ana hikâyeleri anlatmamayı tercih ediyorum. Ancak yazarın, serinin her kitabında çok doğru kurulmuş, mantık hatası içermeyen, doğru adımlarla çözülen, dönemin ve ülkenin gerektirdiği gibi mutlaka daha büyük bir yere/olaya bağlanan oldukça başarılı bir polisiye kurguyu incelikli bir edebi dille birleştirdiğini söylemem gerek.
Bunun yanında ve bence daha önemlisi, yazarın doğup büyüdüğü ülkenin tüm gerçeklerini olabildiğince açık, net ve cesurca ortaya koyması. Elbette yazarın baktığı ve durduğu yerden…
H Blokları adlı özel tip cezaevlerindeki baskı ve işkencelerin son bulması, tek tip kıyafet uygulamasının geri çekilmesi ve IRA mahkûmlarına siyasi statü tanınması için 1981’de başlatılan açlık grevlerinin ülkede yarattığı atmosfer, duvar yazıları, eylemler, çatışmalar… Duffy, sokaklarda yürürken ya da düşünürken yüzleşiyoruz tüm bunlarla. Ya da 18 yaşında IRA üyesi olmaktan tutuklanan, ömrünün büyük bir bölümünü cezaevinde geçiren, cezaevindeyken milletvekili seçilmesine rağmen üzerindeki baskı artırılan ve 1981 açlık grevlerinin 66. gününde hayata veda eden, günlüğüne yazdığı son cümle, “Bir gün bizim de günümüz gelecek” olan Boby Sands’in Belfast’ın “iki yakasında da gerçek bir kahraman oluşu”nun nedenlerinin izlerini görüyoruz. Açlık grevinde aynı gün iki insanın ölmesinin tüm ülke için katlanılacak sonuçlarını derinden hissediyoruz; polislerin sahte delil yerleştirerek insanları tutuklama alışkanlığının nasıl normalleştirildiğine tanık oluyoruz…
Thatcher’ın Belfast’a geleceği gün alınan önlemlerin ağırlığının, güvenlik nedeniyle caddelerin, meydanların kapatılmasının bir ülke hakkında ne düşündürmesi gerektiğini, Arjantin’in Flakland Adaları’ndaki işgalinin neden ve nasıl İrlanda’yı etkilediğini, liman işçilerinin greve gitmesiyle halkın marketlere neden akın ettiğini, elektrik işçilerinin grevinin nasıl kırıldığını, Papa’ya düzenlenen suikastın Belfast sokaklarındaki yansımasını, kaçılması imkânsız olduğu iddia edilen Maze Hapishanesi’nden 25 Eylül 1983’te inanılmaz bir planla kaçan 38 IRA mahkûmunun başına gelenleri, bu kaçışın İrlanda ve İngiltere’de neleri değiştirdiğini, Yorkshirelı Karındeşen’in yaptıklarının RUC Karakolu’nda neden konuşulduğunu, hatta 1982 Dünya Kupası’ndaki İrlanda takımının durumunu düşündürmeden, kısacası gerçekte yaşananların etkisini yüzümüze çarpmadan sadece kurguya ya da karaktere odaklanan, çabucak zihinlerden silinecek bir seri yazmıyor Adrian McKinty.
Sonuçta IRA’ya katılmayan ama Kanlı Pazar katliamının sorumlularından olduğu için halkın nefret ettiği Hava İndirme Taburu askerlerini Ulster caddelerinde görünce polislerin bu taburla “kardeş” oldukları iddiasını da hazmedemeyen, bu anlamda arada kalmış, sıkışmış bir roman kahramanının bize anlatacağı çok şey var. Adrian McKinty hedeflediği gibi, okurları her romanda kendisine karşı dürüst, içsel yolculuğa çıkan, sorgulayan karakterlerle, bu karakterlerin gerçek duygularıyla ve bölünmüş bir ülkenin gerçekleriyle yüzleştiriyor.