Perdede ve Ekranda Dedektifin Evrimi

//
30 dakikalık okuma

Eğer sadece polisiye romanlar okumakla yetinmeyip sinema ve televizyondaki uyarlamaların ardına da düşüyorsanız, sizi soluk kesici bir dedektif hikâyesi bekliyor demektir. Gelin geçen yüzyıl ile bu yüzyılın ilk yirmi yılında perde ve ekranda dedektifin evrimi meselesine birlikte kısaca bir göz atalım.

Sevin Okyay

Günümüzde sinema ve televizyonda en fazla dikkati çeken karakterler arasında dedektiflerin önemli bir yeri vardır mutlak. “Dedektif” derken bunu geniş anlamında kullanıyorum: özel dedektif/hafiye, amatör dedektif, avukat ve polis dedektifi, elbette. Hatta casus… Sinema ve televizyonda da “dedektif” sözcüğü bütün bu şahsiyetleri temsil edebiliyor. Ancak uyarlayıcılar ekran ya da perdede bambaşka bir karakter de yaratabilir. Ne yapacaksınız, bu da uyarlama cilvesi.

Ancak, çeşitli Sherlock Holmes canlandırmaları, polisiyenin bu en baskın karakterinin sinemada ve televizyonda çok farklı çehrelerle, mizaç ve fizikle hayranlarını selamladığının şaşmaz bir örneğidir. Geçen yüzyıl ile bu yüzyılın ilk yirmi yılında perde ve ekranda arz-ı endam eden Sherlok Holmeslara baktığımızda hafiyemizin yazarından uzaktayken uzun bir yol aştığını görüyoruz.

Bu yolun başlangıcına 1900’lerin girişindeki 30 saniyelik Sherlock Holmes Baffled’ı koyar, sonra da günümüzden gönlümüzün istediği Sherlock’u ekleyebiliriz. Guy Ritchie’nin yorumuyla Robert Downing Jr.’ın modern, dövüşken hafiyesi; Benedict Cumberbatch’in BBC mini dizisindeki (ki artık “mini diziler” oldu) ultra-modern, cep telefonlu, bilgisayarlı, sosyal medyada gezen Sherlock; Jonny Lee Miller’ın New York’ta yaşayan, babasıyla sorunları olan polis danışmanı karakteriyle eşsiz Elementary.

Bütün Dr. Watsonların en iyi giyineni…

Bu sonuncusu, Sherlock’un yardımcısı sabık cerrah Miss Watson’ıyla sinema ve televizyondaki Watsonların belki de en başına buyruk ve aklı başında olanını sunuyor. Kadın olması belki önce fanatik Holmes hayranlarını itebilir ama Lucy Liu’ya bir şans tanırsanız bu işin altından alnının akıyla kalktığını görürsünüz. Ayrıca, bütün Dr. Watsonların en iyi giyineni…

Sherlock demişken, eskiye de bir göz atalım. Sherlock Holmes filmleri içinde belki de en önemlisi Nicholas Meyer’in romanından uyarlanan, Herbert Ross’un yönettiği The Seven Per Cent Solution’dır (1976). O vakte kadar beyazperdede Holmes’ü kartal burunlu İngiliz Basil Rathbone oynuyordu. Bir Shakespeare aktörü edasıyla ve etkileyici fiziğiyle, 1930 ve 40’larda 14 filmde dedektifi oynamıştı. Doyle’un karakterine pek benzemeyen, mantıklı, enerjik, sabırsız bir dedektifti bu.

Filmlerin mizahını Nigel Bruce’un olup biteni kavrayamayan mankafa Dr. Watson’u sağlıyordu. Sonra yazar/senarist Meyer, Holmes’ü (Nicole Williamson) dönemin bir başka sihirbazıyla, Freud’la (Alan Arkin) bir araya getirdi. Dedektifin kokain iptilası da filmin motoru olup çıktı ve karakterler Conan Doyle köklerine döndü. Watson’ı da Robert Duvall oynuyordu.

Günümüzün sorunlu Sherlocklarının temelinde bu Sherlock yatar. Başlangıçları ise 1900 ile 1903 arasında çekildiği tahmin edilen (iki ayrı yönetmenden, aynı adlı ve IMDb’ye göre 1900 ve 1904 tarihli), otuz saniyelik Sherlock Holmes Baffled/Sherlock Holmes Şaşırdı’ya kadar uzanır..

Holmes şaşkın şaşkın bakar…

1900 yapımının özeti bile 30 saniyeyi geçer ama, kısaltmaya çalışayım. Holmes salona girdiğinde soyulduğunu görür. Ama hırsızın üstüne gidince hırsız kaybolur, derken geri gelir. Hafiyemiz çalıntı eşyalarla dolu çuvalı geri almaya çalışır, tabancasını çeker, hırsıza ateş eder. Hırsız gene kaybolur. Holmes mallarını geri alınca çuval elinden yok olup hırsızın eline geçer. O da hemencecik camdan kaçar. Bu noktada film bir anda sona erer, Holmes şaşkın şaşkın bakar. Yönetmeni Arthur Marvin olan 1900 tarihli filme karşılık 1904 yapımı aynı adlı filmi Richard Bradley yönetmiş. Sherlock’u ise Steven Dewhurst oynuyor. Film aynı şekilde başlıyor ama bu sefer patlayan bir puro söz konusu.

Polisiye edebiyatta, ilk dedektif olma onuru bazen Voltaire’in Zadig’ine (1748) tanınsa da esas olarak Edgar Allen Poe’nun karakteri C. Auguste Dupin ilk dedektif olarak kabul edilir. Aslında Poe da “Zadig”den etkilendiğini gizlememişti. Hatta suçlu iken kriminolog olan, kanun adamı sıfatıyla edindiği başarıları kendini suçluların yerine koymasıyla elde eden, hakiki hayat hikâyesiyle Victor Hugo ve Honoré de Balzac gibi yazarları etkileyen Eugène-François Vidocq, onu da etkisine almıştı. Fransa’da  “police de sûreté”i (güvenlik polisi) kuran Vidocq’u biz Gérard Dépardieu’nun çehresiyle hatırlarız. Ne var ki bu film çok daha sonra, 2001’de çekildi. 

Edgar Allen Poe’nun öncü dedektif hikâyesi Murders in the Rue Morgue/Morg Sokağı Cinayetleri ise 1932 yılında gösterime girdi. Hatta yapım şirketi Universal proje üzerinde bir yıl önceden çalışmaya başlamıştı. Kod öncesi bu Amerikan korku filmi, Poe’nun karakteri C. Auguste Dupin’i de Pierre Dupin olarak sundu. Genç ve amatör Pierre, bir orangutanın başrolünde olduğu cinayetleri çözüyordu. Bu ilk dedetif Sherlock Holmes ve Hercule Poirot gibi kendinden sonraki birçok kurmaca dedektife de örnek oldu. Dupin kendini suçlunun yerine koyar, onun zihnine girer. Tıpkı Vidocq gibi. 1971 yapımı Morg Sokağı Cinayetleri uyarlamasında ise, karakterlere Vidocq’un kendisi de katılır.

Poe daha sonra Dupin’i Morg Sokağı dışında iki kez daha kullandı ama dedektif filmi takipçileri onu sinemada ilk olarak Robert Florey’in yönettiği filmde, Leon Ames’in performansıyla izledi. Aynı üçlü hikâye grubundan (üçüncüsü The Purloined Letter) Mystery of Marie Roget 1942’de çekildi. 1951 yapımı Fletcher Markle filmi The Man with a Cloak’un Dupin’ini Joseph Cotten oynamıştı. Filmin sonunda Dupin’in gerçek kimliği, Poe’nun kendisi olarak açıklanır.

Lord Peter Wimsey, esrar çözerken zekâsına, çevresine güvenir.

1920’li yılların sonundan itibaren başlayan ve daha çok kadın yazarların başı çektiği Altın Çağ kitaplarının ise büyük kısmı, özellikle Agatha Christie ve Dorothy L. Sayers kitapları sinemaya aktarılmıştı. O yılların ön plandaki kadın yazarları arasında amatör dedektifi Albert Campion ile nedense ihmale uğramış Margery Allingham da var.

Kimine göre Christie’dan daha incelikli bir yazar olan Sayers’ın Lord Peter Wimsey’i ise esrar çözerken zekâsına, çevresine güvenir, uşağı Bunter ve Scotland Yard’dan Parker’dan destek alır. Centilmen İngiliz dedektifinin sevilen temsilcisi sayın Lord’u filmlerde Peter Haddon ve Robert Montgomery oynamıştı. Kendisi BBC’nin iki ayrı dizisiyle televizyonda da boy göstermiştir. Devrin en meşhur erkek yazarı ise, Carter Dickson adını da kullanan John Dickson Carr’dı. Dedektifleri, zengin bir TV dizisi ve mini dizisi seçkisiyle TV’de yer almıştır.

1930’lu yıllara dönecek olursak, o sıralar dedektifler üzerine kurulu olmayan polisiye/suç filmlerine daha sık rastlanıyordu. Klasik gangster filmleri dönemi, bunlardan biridir. Dönem, 1930’larda sesin de gelişiyle başladı. Yeni palazlanan bu tür pervasızca yasak sırasında içki kaçakçılığı, St. Valentine Günü Katliamı gibi gerçek olayları ve Al Capone gibi devrin amansız gangsterlerini konu alıyordu. İzleyiciler de gazete manşetlerinden inmişe benzeyen ve beyazperdede oynayan bu hikâyelere bayılıyordu. Dönemin yıldızları ilk sırada açık arayla James Cagney ile onu izleyen Edward G. Robinson ve Paul Muni’den oluşuyordu.

Aynı yıllarda uzun dedektif filmi serileri de başlamıştı. Dedektifleri de gittikçe daha etnik bir hal alıyordu: Charlie Chan Carries On, (1931 ve 41 devam filmi), Think Fast, Mr. Moto, (1937 ve 7 devam filmi); Mr. Wong, Detective’in (1938, ve 4 devam filmi) romanları temel aldığı söyleniyordu. Gene de bunların hiçbiri edebiyatın saygınlığına erişmemişti. Polisiyenin prestiji, “film noir/kara film”in yükselişiyle birlikte arttı. Övgü ve analizler Fransız gazetecilerden gelirdi ama siyah/beyaz filmleri Amerikalılar yapardı. Genellikle gözünü tutku bürümüş olan noir karakterlerin esrarlarını da Amerikan yapım şirketleri üstlenmişti. 

Gözdağı havası, kaygı, kötümserlik, endişe, bir şeyin yolunda gitmeyeceği kuşkusu hakimdi Noir’a.

Hard-boiled Amerikan romanlarını, özellikle Dashiell Hammett ve Raymond Chandler’ın kitaplarını beyazperdeye taşıyan film noir, sinemanın en büyük kimi yönetmenini kendine çekti. Orson Welles, Howard Hawks, Billy Wilder ve John Huston ile birlikte bu janrda uzmanlaşmış Robert Siodmak ile, büyük kısmı İkinci Dünya Savaşı’nda göçmen olarak ABD’ye gelmiş Fritz Lang ve Otto Preminger gibi Avrupalılar, dışavurumcu ışıklandırmalarını da beraberlerinde getirmişlerdi. Bu arada, Mickey Spillane’in çok satan ve sevilen ama noir inceliğinden yoksun Mike Hammer’lerini (Peter Cheyney’in Lemmy Caution’ına da Eddie Constantine’in şahsında selam olsun!) unutmadık ama mukayese temelleri yok.

Gözdağı havası, kaygı, kötümserlik, endişe, bir şeyin yolunda gitmeyeceği kuşkusu hakimdi Noir’a. Kahramanları (daha doğrusu, anti kahramanları) geçmişlerinin ya da insani zaaflarının etkisiyle eski hataları tekrarlardı. Baştan çıkaran kadınlara karşı da zayıftılar. Sigara dumanları karanlık gölgelere karışır, yağmurlu sokaklar kötümser temaların üstünde uzar giderdi.

Anti-kahramanlarla bezeli bu filmleri tanımlayan “film noir” sözcüklerini ilk kez 1946’da bir grup Fransız eleştirmen kullanmıştı. Janrın unutulmaz karakterleri Dashiel Hammnett’ın yarattığı Sam Spade ve Raymond Chandler’ın emsalsiz dedektifi Philip Marlowe’dur. Humphrey Bogart ve Robert Mitchum bu iki hard-boiled dedektifte neden star oyuncu olduklarını gösteriyorlar.

Orson Welles’in Touch of Evil’inin ardından Noir’ın geri çekiliş döneminde de suç komedileri yükselişe geçti. Gerçi komik polisiyeler yukarıda bahsi geçen Sherlock Holmes Baffled’dan beri vardı ama, Ealing Stüdyoları’nın kaliteli komedileri kendilerine mahsus bir stile sahiptir. Robert Hamer, Charles Crichton ve Alexander McKendrick gibi yönetmenlerin sırasıyla Kind Hearts and Coronets (1949), The Ladykillers (1955), The Lavender Hill Mob (1951) gibi filmleri, bunca yıl sonra hâlâ popülerliğini koruyan Ealing komedileri arasındadır.

İlkinde Sir Alec Guinness unutulmaz bir başarıyla sekiz ayrı karakteri canlandırır. Ancak unutulmaz bir dedektif/polis karakterine, 1950 yapımı The Blue Lamp’le rastlarız. George Dixon’ın tecrübeli polisini Jack Warner, suçlulardan birini de çağının en iyi aktörlerinden Dirk Bogarde oynuyor.  

Madem polisiyede komedi lafını açtık, sinema ile televizyonu karıştırıp, bir “bunu seven onu da sever” seçimi yapalım. Lethal Weapon’o sevenler için Val Kilmer ve Robert Downey Jr.’lı dedektif komedisi Kiss Kiss Bang Bang; Columbo’yu sevenler için Adam West’in boş vaktinde esrar çözen TV dedektifi Adam West’le Lookwell; Pink Panther’de Peter Sellers’ın Müfettiş Clouseau’suna hayran olanlar için (olmayan beri gelsin) Steve Martinli Dead Men Don’t Wear Plaid.

Tam anlamıyla polisiye sayılmasa da (gene de The Big Sleep’e akrabadır) The Big Lebowski’ciler için gene Coen Biraderler’in Burn After Reading’i; The X-Files’cılar için Kolchak: The Night Stalker. Yersizlik nedeniyle özetleyerek şunları da yazayım: Polisiyede çığır açan Guy Ritchie’nin yönettiği Lock, Stock and Two Smoking Barrels ile Snatch, Fargo, Analyze This, Beverly Hills Cop’lar ve The Naked Gun serisiyle Leslie Nielsen.

***

Belki de en büyük psikolojik gerilim ustası…

Avrupa’dan Amerika’ya göçen Film Noir’cılardan yukarıda söz etmiştik. Onların arkasından da sinemaya İngiltere’de başlayıp Amerika’ya transfer olan, belki de en büyük psikolojik gerilim ustasının, masum kurbanları sürüm sürüm süründüren Alfred Hitchcock’un filmleri gelir. Üstat bu yıl 10-21 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek 39. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne renkli çekilmiş bütün filmleriyle katılıyor.

“Hitchcock Renkli”deki filmler arasında Dial M for Murder (3D) (1954), Arka Pencere/Rear Window (1954), Tehlikeli Adam/The Man Who Knew Too Much (1956), Ölüm Korkusu/Vertigo (1958), Gizli Teşkilat/North by Northwest (1959), Kuşlar/The Birds (1963) dahil, 15 renkli Alfred Hitchcock filmi var. Biz de filmlerin her birinde üstadın birer kameosunu da izleyeceğiz demektir ne mutlu! Ne var ki, Film Noir şemsiyesi altına asıl girenler, onun eşsiz siyah/beyaz filmleridir.

1960’lar ise Ian Fleming’in karakteri uluslararası casus 007 James Bond’un 10 yılıydı demek yalan olmaz. 1962 yapımı Dr. No ve İskoç aktör Sean Connery ile başlayan bu çok uzun film serisi halen Bond’dan emekli olacağını ilan eden İngiliz Daniel Craig ile noktalandı sayılır. Yerini kimin alacağı konusunda istek sonsuz ve rivayet muhtelif.

Ama elbette casus filmlerinden söz ederken, çok şükür bugün de yazmayı sürdüren büyük bir ustanın, John Le Carré’nin Soğuk Savaş kitaplarından yapılan uyarlamaları da unutmayacağız. Herkes, Berlin Duvarı yıkılınca onun da işi bitti diye düşünürken, Le Carré bir ömür boyu daha yazsa konu ve sorun sıkıntısı çekmeyeceğini kanıtladı.

Son kitabı Agent Running in the Field (herhalde “Sahada Koşan Ajan” olsa gerek) şu sıralarda çıkan yazar, Brexit Britanya’sının işlevsizliği ve düşüşünü sergiliyor. 1970’lerde TRT’de yayınlanan Smiley diski Köstebek/Tinker Tailor Soldier Spy’ı hiç unutmayacağız. Filmlerinde bazen küçücük rollerle (parti davetlisi gibi) karşımıza çıkan Le Carré çok yaşasın!

Kadın yazarların kaleminden çıkan, okuru tuttu mu bırakmayan kitaplar ise bir ara yeni bir tür sayılarak heyecan uyandırmıştı: “grip-lit” yani “kavrayan kitaplar”.

Kadınlardan bahsettik. Peki, durum değişti mi? Çok sevindiricidir ama yerli-yabancı polisiyede değişmedi. En sevdiğim dedektiflerin kimileri kadınların beyninden, kalbinden çıkma: Commissario Brunetti (Donna Leon) ve Başmüfettiş ‘Reg’ Wexford (Reth Rendell) ilk aklıma gelenler. ITV’de 2 Ağustos 1987 – 11 Ekim 2000 arasında yayınlanan dizide Wexford’u George Baker, Mike Burden’ı Christopher Ravenscroft oynamıştı.

Tıpkı baş müfettişimiz gibi mazbut bir koca olan Brunetti ise, izini en son 2019 Aralık sonuna kadar sürdüğümüz Alman dizisi Donna Leon Brunetti’s Mysteries’de yakışıklı Alman aktör Uwe Kockisch’in şahsında hayranlarının karşısına çıkıyor. O da mazbut bir aile babası. 

Ona bakarsanız, şu sıralarda BBC HD’nin “Maigret”sinde hiç ihtimal vermediğimiz kadar başarılı bir kompozisyon çizen Rowan Atkinson’ın Simenon karakteri de öyledir. BBC HD’de Father Brown (G.K. Chesterton) ve bende yönetmeni de, başrol oyuncusu Stephen Tompkinson da Peter Robinson’ın kitaplarını okumamış duygusu uyandıran DCI Banks’i izleyebilirsiniz. Tabii bunlar erkek yazarların elinden çıkma… Kadın yazarların kaleminden çıkan, okuru tuttu mu bırakmayan kitaplar ise bir ara yeni bir tür sayılarak heyecan uyandırmıştı: “grip-lit” yani “kavrayan kitaplar”.

Önce Gillian Flynn’ın yazdığı ve genç bir kocanın kaybolan eşini aradığı Gone Girl/Kayıp Kız”ı geldi. Flynn’i, The Girl on the Train/Trendeki Kız’ın yazarı Paula Hawkins izledi. Onların ardından ise In A Dark Dark Wood (Ruth Ware), First One Missing (Tammy Cohen), Black Eyed Susans (Julia Heaberlin) ve In Bitter Chill (Sarah Ward) geldi. Kadınların yazdığı, baştan aşağı sürprizlerle dolu, okuru diken üstünde tutan psikolojik gerilimler. İlk ikisinin uyarlamaları sinemada da çok iyi iş yaptı. 

İsveç’te “toplumsal ayna” işlevi taşıyan polisiyeler…

Ama sinemacılar asıl İskandinav yazarları baştacı etti. Sinemacıların İskandinav polisiye yazarlarına olan hayranlığı bitmek bilmedi. Stieg Larsson’un Milenyum Üçlemesi, Jo Nesbo’nun Snowman’i, Henning Mankell’in Kurt Wallander’i derken bunun geçici olmadığı anlaşıldı. İlginç karakterler, daha da ilgi çekici bir iklim, bolca sosyal bilinç ve şaşırtıcı cinayetlerin karışımı olumlu sonuç verdi. 

Onların sihrine ise, ilk kez yıllar önce İsveçli gazeteci-yazar Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nun Martin Beck dizisiyle tanık olmuştuk. İsveç’te “toplumsal ayna” işlevi taşıyan polisiyelere öncülük eden de onlardı. İsveç televizyonu mutsuz komiser Martin Beck’i Peter Haber’in oynadığı bir TV dizisi yaptı hemen.

Aynı sosyal bilinci, haksızlıklara karşı çıkmayı, dünya ahvalini sorgulama isteğini daha sonra Henning Mankell’de de gördük, karakteri Wallander, Kenneth Branagh’ın şahsında, polisiye sevenlerin aşinasıdır. Gerçi ekrana önce kahramanını Krister Henriksson’ın oynadığı İsveç yapımı bir TV dizisi olarak gelmişti. Sonra, Milenyum Üçlemesi ve Lisbeth Salander karakteriyle (gene İsveçli) Stieg Larsson geldi. O da, Sjöwall ve Wahlöö gibi, gazeteciydi. 

İskandinav yazarların roman uyarlamalarının en heyecanla bekleneni, Stieg Larsson’un Millenyum Üçlemesi’nin ilk kitabı The Girl with the Dragon Tattoo/ Ejderha Dövmeli Kız’dan yapılan David Fincher filmi oldu. Kitap daha önce Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev tarafından beyazperdeye aktarılmıştı.

Dizinin sonraki iki kitabını, The Girl Who Played with Fire/Ateşle Oynayan Kız ile The Girl Who Kicked the Hornet’s Nest/Arı Kovanına Çomak Sokan Kız’ı ise İsveçli yönetmen Daniel Alfredson yönetti. Fincher, yazar Gillian Flynn’in Kayıp Kız’ını da sinemaya uyarlayınca “Uyarlama Kralı” olduğu söylenmeye başlandı. Oysa yönetmen olarak beğendiğim Fincher bence yazarın ruhundan çok uzak. Hele punk intikam meleği Lisbeth için İsveç yapımlarında çok başarılı olan Noomi Rapace’yi değil de Rooney Mara’yı seçmesi düpedüz hata. 

Jo Nesbo da The Snowman ile sinemayla tanıştı. Ancak yükselen yıldız Nesbo’nun bütün kusurları ve fobileriyle sevdiğimiz, çok içen karakteri Harry Hole’un macerası The Snowman (2017, Tomas Alfredson) eleştirmenlerce beğenilmedi. Headhunters (2011, Morten Tyldum) ise olumlu puan aldı. İzlandalı yazar, sabık gazeteci Arnaldur Indriðason depresif dedektifi Erlendur Sveinsson da sinemanın malı oldu. Uyarlamayı yazarın yurttaşı ve İstanbul Film Festivali’nin gözdelerinden Baltasar Kormákur yönetti (2006). Jar City’nin Amerikan tekrar-yapımında, yönetmen David Gordon Green’in imzası var. 

2011’de başlayan İsveç/Danimarka ortak TV serisi Bron/Broen/Köprü de unutulmaz bir İskandinav ortak yapımı. Dizi, biz dahil, 100’den fazla ülkede yayınlandı, özellikle Saga karakteri çok ilgi çekti. Danimarka ile İsveç arasındaki köprüde bir ceset bulununca iki ülke dedektifleri işbirliği yapar.

İsveç’in cinayet dedektifi Saga Norén’i Sofia Helin, Kopenhaglı meslektaşlarını 1 ve 2’de Kim Bodnia ve 3 ile 4’de Thure Lindhardt oynadı. Evet, doğru hatırladınız. 2013 yapımı Britanya/Fransa polisiye dizisi The Tunnel/Tünel de Köprü’nün başarısından yola çıktı. Bu tekrar-yapımda bir Fransız politikacı Manş Denizi Tüneli’nde ölü bulunur. Doğrusu, Clémence Poésy’nin Elise’i de unutulur cinsten değil.

Christie, hayranlarına sadece kitaplarıyla değil, filmler, oyunlar ve dizilerle, radyo oyunları ve seslendirmeleriyle de ulaştı ve ulaşıyor.

Dame Agatha Christie’ye gelince, satış alanında onu geçen tek yazar olan William Shakespeare gibi, her mecraya uyarlanmıştır. UNESCO’ya göre dünyanın en çok tercüme edilmiş yazarı. Kolay anlaşılan dili, ustaca kurulmuş olay örgüsü, insanda aşinalık hissi uyandırıp kendilerini sevdiren karakterleri, özellikle de okurlarının bağrına bastığı iki unutulmaz başkarakteri Hercule Poirot ile Miss Jane Marple onun şimdiki yerine gelmesini sağladı.

Christie, hayranlarına sadece kitaplarıyla değil, filmler, oyunlar ve dizilerle, radyo oyunları ve seslendirmeleriyle de ulaştı ve ulaşıyor. Bir de halen hayallerde yaşayan bir İngiliz dönemini insanları, binaları, kültürü, âdetleriyle yeniden başarıyla canlandırması, özellikle ekran ve perdede akılda kalan görüntüler yarattı.

İlk Christie uyarlaması The Passing Of Mr. Quin’den (1928) beri, yazarın eserleri beyazperdeye aktarılıp duruyor. 1931’de, Alibi/Ölümün Sıcak Eli isimli oyun ve The Murder of Roger Ackroyd’dan yapılan uyarlamada, Hercule Poirot, aktör Austin Trevor’ın şahsında ilk kez sinema seyircilerinin karşısına çıktı.

Ancak aradaki onca meşhur aktöre rağmen en başarılı Poirot performanslarının sahibi, TV dizisi Poirot’da (1989-2013) bu işi çok ciddiye alan titiz David Suchet’dir. Bayan Jane Marple ise, 4.50 from Paddington’ın uyarlaması olan 1961 yapımı Murder, She Said ile ilk kez perdeye yansıdı. 

“Perdede, ekranda, sahnede.” Meseleyi bu kadar veciz şekilde anlatan başka başlık da yok zaten. Altın Çağ’ın “Kraliçe”si Agatha Christie, aslında her çağda polisiyenin kraliçesi. Ama biz yazıyı onunla değil, başka bir janrın aklımıza çöreklenmiş filmleriyle bitireceğiz. Açık uçlu polisiyeler bizi onları izlerken de, daha sonra da esareti altına almıştır. Martin Scorsese’nin ustalığına şapkamızı çıkarırız (Shutter Island) ama bu janrın kralı, Inception ve Memento ile Christopher Nolan’dır.

221B’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.

Editör

Türkiye'nin ilk ve tek polisiye kültür dergisi.

Önceki Hikaye

Mutlaka Okumanız Gereken 5 Ada Polisiyesi

Sonraki Hikaye

İnsan Neden Rakka'ya Gider?: Kalifat

En Son Yazılar