Somurtkan ve zor biri olabilir. Astlarının gözünü korkutmaya ve sanat bilgisini (özellikle şiir ve opera) biraz kendini beğenmiş şekilde sergilemeye yatkındır. Ancak merhum Colin Dexter’ın Oxfordlu polis memuru Başkomiser Morse, İngiliz polisiye edebiyatının belirleyici isimlerinden biridir. Okurların güzelce kurgulanmış, dâhiyane bir dizi roman boyunca hevesle takip ettiği çok yönlü, büyüleyici bir kahramandır. Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’üne kadar uzanan bir soy çizgisinde yer alan (özellikle lazer keskinliğindeki zekâsıyla) Başkomiser Morse, türün en iyisiyle omuz omuza durabilecek bir karakterdir. İlginç bir şekilde, yaratıcısı Colin Dexter, kahramanıyla birçok özelliği paylaşır; Dexter bilgilidir (A.E. Housman’ın Shropshire’da geçen şiirine özel bir sevgisi vardır, yazarın “A Shropshire Lad” isimli şiirinden bir çırpıda alıntılar yapabilir) ve karşılaştığı çeşitli kişilikler bağlamında son derece analitik bir zekâya sahiptir. Ancak Dexter, karakteri açısından Morse’un tam tersidir. Dexter son derece cana yakındır, son derece çekicidir, esprilidir ve en önemlisi çevresindekilerin duygularına duyarlıdır. Aslında tam bir antiMorse diyebiliriz.
Tabii karakterin popülaritesi sadece onu doğuran emsal niteliğindeki romanlardan kaynaklanmıyor. Merhum aktör John Thaw’ın yıllar içinde, son derece hafife alınan performansıyla Morse’u canlandırdığı uzun soluklu TV dizisi, Dexter’ın karakterinin popülaritesini pekiştirdi. Dizi, kitapların satışını her zamankinden daha yüksek bir seviyeye taşıdı ve dünya çapında özellikle ABD’de büyük bir Morse hayran kitlesi oluşturdu. Ancak belki de en önemlisi dizi, romanlar üzerinde bile etkide bulundu ve aslında bazı karakterlerde değişikliğe gidilmesine vesile oldu. Bu, eşsiz bir sendrom değil aslında ama üzerinde epey sık durulan bir mevzu. Bu değişiklikleri diziden dolayı yaptığını kabul etmekten mutlu olan Dexter da bu konuyu konuşanlardan biridir ki bu, birçok yazarın yapmaya isteksiz olabileceği bir şeydir.
Colin Dexter, Stamford School’da eğitim gördü ve klasik edebiyat üzerine tahsil yaptığı Christ’s College Cambridge’e gitmeden önce Royal Signals birliğinde görev yaptı. Pek çok yönden Dreaming Spiers şehrinde, kültürel hayattan derin bir zevk alan tüvit ceketli bir akademisyenin hayatı, Dexter için biçilmiş kaftandı. Ancak Dexter, dünyaya damgasını bu kariyerle vurmayacaktı. 1966’da işitme duyusuyla ilgili yeni başlayan bir sorun, öğretmenlikten erken emekliliğine neden oldu. Ama hayatını bir şekilde kazanmak zorundaydı, bu yüzden Dexter, Oxford şehri hakkındaki sevgisini ve bilgisini, polisiye türünde (söylediğine göre her zaman sevdiği bir tür olmuştu) çağdaş bir eğlence aracı yaratmak için kullanmaya karar verdi ve romanlarında Morse adında, asık suratlı, iyi eğitimli bir polis memurunu odağa aldı.
Dexter, Northampton’dan Oxford’a taşındı ve ilk polisiye romanını yazmaya başladı. Romanı yazmak kolay olmamıştı; Dexter onu hoş bulduğu bir forma dönüştürmek için epey çabalamıştı. İlk Morse romanı Woodstock’a Son Otobüs (1975), son derece bireysel bir eserdi ve Dexter’ın polisiye edebiyatın zahmetsiz bir ustası olduğunu tek çırpıda gösterdi. Ancak burada çok yerinde bir soru var: Kendinizi bir Morse hayranı olarak görüyorsanız bu ilk Morse kitabını en son ne zaman okudunuz? Yıllardır kitabı okumayan Dexter meraklılarının romanı tekrar ellerine almak için ikna edici bir argüman var. Woodstock’a Son Otobüs’te, 21. yüzyılda aşina olduğumuz karakterlerden farklı bir Müfettiş Morse ve onun Watson’ı Lewis ile karşılaşmamız ilginç bir okuma sağlıyor.
Aşina olduğumuz bazı şeyleri bu ilk romanda görmek mümkün elbette, özellikle de Morse’un çapraz bulmacalara, ciddi müziğe ve gerçek biraya düşkünlüğünü. Lewis (sonraki romanlarda daha acemidir) aslında iki polis arasında daha olgun olandır, Morse ise Lewis’e göre daha toydur. Bu ikili arasında daha aşina olduğumuz dinamiğin çarpıcı bir şekilde tersine çevrilmesidir bu. Bu durum, Morse ve Lewis’in son zamanlardaki hayranları için rahatsız edici görünse de kitaptaki diğer unsurlar, daha sonra tanıdık gelecek şeylerin habercisidir. Oxford’un hem akademik hem de akademik olmayan çevreleri parlak bir şekilde tasvir edilir. Bu sırada da temel olay örgüsü (ve müteakip ustaca çözümü) tamamen şekillenmiş olarak okurların karşısına çıkar. Bir otoparkta kadın cesedi bulunur, nasıl öldüğüne dair ipuçları yalnızca gizli referanslarla dolu bir mektup ve içi muhtemelen parayla doldurulmuş bir zarftır. Morse ve Lewis gizemi çözerken biz de hırsın, küskünlüğün ve başkalarının acılarından zevk almanın hüküm sürdüğü akademi çevrelerinin yer aldığı büyüleyici, şımarık evrenle (ilk kez) karşılaşırız. Aslında bu kapalı dünya o kadar canlı bir şekilde sayfalarda yer almıştı ki, okurların kısa sürede çok daha fazlası için feryat etmesi pek şaşırtıcı değildi, ki o zamanlar Morse ve Lewis, sonradan dönüşecekleri zengin ve karmaşık karakterler halini almamışlardı.
Her zaman en güvenilir ve tutarlı yazarlardan olan Dexter, neredeyse hiç yanlış adım atmadan bir dizi son derece başarılı romanda seriyi ve polis karakterlerini geliştirmeye başladı. 1976’da, Woodstock’a Son Otobüs’ü (başka romanların yanı sıra) Last Seen Wearing izledi ve bu roman, Hilary Waugh’un daha önceki ünlü bir romanıyla aynı adı paylaşıyordu ki bu roman aynı zamanda ilk polis prosedürlerinden biriydi. Ardından 1977’de, daha sıradan romanlardan biri olan The Silent World of Nicholas Quinn, mükemmel Service of all the Dead (1980), The Dead of Jericho (1981) ve daha birçok başka roman geldi ve seri The Remorseful Day (1999) romanıyla kararlı bir şekilde sona erdirildi.
The Dead of Jericho, en önemli Morse romanlarından biridir ve son derece analitik Morse ve daha kuralına göre oynayan Lewis arasındaki belki de en eğlenceli karşıtlığı sunar. Başlıktaki “Jericho” aslında iki polisin çalıştığı Oxford’un bir bölgesidir. Morse, partide bir kadınla tanışır ve ikisi arasında bir kıvılcım çakar. Anne Scott, bahsi geçen Jericho’da yaşar. Morse bir gün onu arar ancak Anne dışarıdadır. Hemen akabindeyse Morse, Anne’in aslında evde olduğunu ama öldüğünü anlar. Resmi ölüm sebebi kayıtlara intihar olarak geçer ancak Morse buna ikna olmaz ve Anne’in ölümünü araştırmaya başlar. Bu deneyim onun için acı vericidir çünkü Morse’un insanlığa dair alışılagelmiş kasvetli görüşü (daimi somurtkanlığından esas olarak sorumlu görüştür bu), suçluluk duyması gerçeğiyle renklenir. Morse, Anne’i aslında kurtarabileceğine ve onun ölümünden kendisinin sorumlu olduğuna inanır. Morse’un olaylara ilişkin kaderci görüşünün doğru çıkacağını söylemeye gerek yok. Dexter romanlarında hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Morse, aldatma yumağını çözerken başlangıçta basit gibi görünen bir vakayı aydınlatır ve buun yanı sıra kendi suçluluk duygusunun da üstesinden gelir. Woodstock’a Son Otobüs’te olduğu gibi, bu Dexter romanını 21. yüzyılda yeniden okumak oldukça öğretici olabilir. Çünkü bu roman, televizyon uyarlamasından ve dizinin romanlara etki etmesinden önce gelir. Morse daha genç bir adamdır ve Lewis’le ilişkileri, daha sonra dönüşeceği halden belirgin şekilde farklıdır.
The Secret of Annexe 3 (1986) romanında Dexter’ın hünerli biçimde karakteri geliştirmeye devam ettiğini ve olay örgüsünün daha da sağlam bir hale geldiğini görüyoruz. Bunlar her zaman yazarın özelliklerindendi ama şimdi karmaşık ve ustaca bir yöne doğru rafine edilmişti. Wench is Dead (1989), Dexter’a büyük bir polisiye edebiyat ödülü kazandırmıştı ve gerçekten de hak edilmiş bir ödüldü. Romanın geriye doğru akan yapısı, Josephine Tey’in ünlü Zamanın Kızı (1951) romanını çağrıştırır. Ama Dexter, ünlü seleflerine borçlu olduğunun pek tabii farkındadır ve bunu her zaman kabul etmeye hazırdır. Morse kendini onikiparmakbağırsağı ülserinden mustarip bir şekilde hastanede bulur. Yatalak olmasına rağmen 1859’da işlenen bir cinayeti araştırmayı üstlenir ve Colin Dexter burada gerçek hayattaki bir vakaya dair yürüttüğü araştırmadan faydalanır. Morse, yaşlı bir asker olan Denniston ile aynı odayı paylaşmak zorundadır. Denniston öldüğünde dul eşi, Morse’a rahmetli kocasının Oxford’da boğulan Joanna Franks adında bir kadın hakkında yazdıklarını sunar. İlginç bir şekilde, Dexter okura bu hayali kitabı eksiksiz olarak sunmayı seçmiştir ve bu kitap, Morse kanonunda karşılaştığımız en büyüleyici şeylerden biridir. Kuzeyde, Oxford ve Coventry arasında can simidi olan bir kanal sistemi (demiryollarının genişlemesinden önce) varmış gibi görünür. Kanalların ince ayrıntılarla tasviri oldukça etkileyicidir. Ama tabii romanın dayanak noktası, yatağa bağlı Morse tarafından yürütülen ve Joanna Franks’in ölümünün gizemini çevreleyen soruşturmadır.
The Riddle of the Third Mile (1984), ilgi çekici bir anlatı çerçevesiyle daha iddialı Morse romanlarından biridir. Roman, 1942’de Alamein Savaşı’nda başlar. Teğmen Browne-Smith, bir askere, yanan bir tankta mahsur kalan bir meslektaşının hayatını kurtarmamasını isteksizce emreder. Dexter romanlarında sıklıkla olduğu gibi, geçmişteki önemli bir eylemin gelecekte tehlikeli sonuçları olur. 1980’lerde Browne-Smith bir Oxford profesörü olur ancak dersin notları açıklandıktan sonra ortadan kaybolur. Kısa süre sonra Morse, Oxford kanalında kafası ve elleri kesilmiş halde bulunan bir cesedin soruşturmasına dahil olur. Soruşturma, Morse’u Oxford’un yeşil sınırlarından Londra’daki Soho’nun köhne bir bölgesine götürür; burada Browne-Smith’in ticari seks için bir daireyi ziyaret ettiği öğrenilir. Aslında Colin Dexter çok sevilen serisindeki birkaç unsurla sık sık dalga geçmiştir, özellikle de Oxford’da Morse romanlarında olduğu kadar çok ceset olsaydı, öğrencilere ders verecek kimsenin kalmayacağı gerçeğiyle. Ve Dexter, Morse’un çalıştığı vakaların çoğunda olması gerekenden fazla kişisel ilişkiler geliştirdiği gerçeğine de alaycı yaklaşmıştır. The Riddle of the Third Mile’da da durum böyledir. Morse, Oxford’da başarılı olamadığı gerçeği üzerine ve eğer olsaydı, hocalarından birinin rahmetli Browne-Smith olabileceği ihtimali üzerine derin derin düşünür (kuşkusuz Dexter’ın daha zayıf bağlantılarından biridir bu). Morse, diş ağrısının dikkat dağınıklığıyla birlikte labirenti andıran bir komployu yavaş ama emin adımlarla çözer. Belki bu tek örnekte yazar, pudinge (Yorkshire pudding) gereğinden fazla yumurta koymakla suçlanabilir çünkü romanın fazlasıyla karmaşık bir olay örgüsü vardır.
The Way Through the Woods (1992), Colin Dexter kanonunun mücevherlerinden biridir, kuşkusuz seriden tanıdık öğeleri kullanır ancak değişiklikleri de tatmin edici bir şekilde yansıtır. Çarpıcı bir genç kadın turist (“İsveçli Bakire” olarak anılır), yazın ortasında Oxford’da tatildeyken kaybolur. Bir yıl geçer ve polis gizemi çözmeye henüz yaklaşamaz. Lyme Regis’te (edebiyat çağrışımları nedeniyle Morse için özellikle çekicidir) tatil yapan Morse, The Times’ta genç kadının ortadan kaybolmasıyla ilgili ilgi çekici bir makaleyle karşılaşır. Bu yazıdan enerji alarak Oxford yakınlarındaki ormana döner ve daha önce giriştiği hiçbir şeye benzemeyecek son derece zorlu bir soruşturmaya başlar. Bu roman yayımlandığında Morse romanları ve TV uyarlaması arasındaki sinerji, kapsamlı çapraz referanslarla birlikte tamamlanmıştı. Her ikisine de aşina olan Morse hayranları, okudukları ve John Thaw’ın televizyondaki performansıyla izledikleri karakterin tüm nüanslarının tadını çıkarabildiler. Ne var ki, The Remorseful Day (1999) romanına gelindiğinde Dexter, karakterinden (Conan Doyle ve Holmes gibi) bıktığını açıkça kabul etti ve onu kalıcı olarak öldürdü (başka şeylerin de yanında Morse’un uzun süredir gizlenen ilk adını, Endeavour’ı açığa çıkardı).
Her biri bir öncekinden daha etkileyici romanlarda Colin Dexter (2017’de hayatını kaybetti), karmaşık ve hırçın ana karakterini ustaca geliştirdi ve çok yönlü bu polisin daha derin yönlerini ortaya çıkardı. Eşzamanlı olarak Dexter, Oxford şehrinin tüm yönleriyle (belediye binalarından akademinin yapraklı bahçelerine kadar) panoramik bir görüntüsünü sundu. Bunun seri roman karakterleri için edebi zeminde çok az eşdeğeri vardır (Ian Rankin’in Rebus için canlı bir şekilde tasvir ettiği Edinburgh bile Dexter’ın zengin mekân tasvirleriyle eşleşmez). Bu başarıların her ikisinden dolayı -muazzam bir ustalık ve simetriyle planlanan olay örgüsünden bahsetmiyorum bile- Morse’un mirası, polisiye türü var olduğu sürece yaşayacaktır.
Bu yazı, Barry Forshaw tarafından 221B’nin 37. sayısı için kaleme alınmıştır.