Komiser Guido Brunetti… Dedektif klişelerinin antitezi. Yazarının anlattığına göre son derece düzgün, zeki, iyi eğitimli bir adamdır. Kravatı özenle bağlanmıştır. Saçları dönemin modası gereği daha kısadır. Kıyafetleri tam bir İtalyan olduğuna işaret eder. Konuşma ritmi onun Venedikli olduğunu gösterir. Gözlerindense polislik fışkırır. Ve Donna Leon… Aslen Amerikalı yazar ve akademisyen Leon, serinin 92’de yayımlanan ilk romanında (Operada Cinayet) okurları opera dünyasının merkezinde bir gizeme taşıdı. Venedikli Komiser Brunetti, o günden bugüne polisiyenin kült karakterlerinden biri haline geldi. Donna Leon, Brunetti ve onların Venedik’i 30 yıldır polisiye okurlarını büyülemeye devam ediyor. Modern polisiyenin en önemli yazarlarından Donna Leon ile özel bir röportaj yapma fırsatı yakaladık. Edebiyattan operaya, Brunetti’den polisiye yazarlığına kadar birçok konuda konuştuğumuz harika bir röportaj gerçekleştirdik. Bu arada Brunetti serisinin dilimizde kronolojik sırayla Ayrıksı Kitap tarafından yayımlandığını da belirtelim. Keyifli okumalar…
Bayan Leon, bir akademisyen olduğunuzu biliyorum; dünyada çeşitli üniversitelerde ve kolejlerde İngiliz edebiyatı üzerine dersler veriyordunuz. Kariyerinizin bu yönünden ve gittiğiniz tüm o farklı ülkelerden bahseder misiniz?
Tabii ki, bir düşüneyim. Hangi ülkeye ne zaman gitmiştim tam olarak hatırlamıyorum aslında. İran ilkiydi sanırım. Tabii kendimi akademisyen olarak tanımlıyorum, akademisyenim. Ama İran’a gittiğim dönem, 70’ler dönemiydi. Bulabildiğim tek iş de ordu mensubu helikopter pilotlarına temel İngilizce eğitimi vermekti. Bunu yaklaşık üç ay yaptıktan sonra fark ettim ki, geri kalan zamanımı yine orada ve yine bunları yaparak geçirmek istemiyordum. Bu yüzden kendimi bir arkadaşım aracılığıyla test bölümüne transfer ettirdim ve kalan dört yılımı benden 10-15 yaş genç tenis partnerimle tenis oynayarak geçirdim. O da yine bu gereksiz işlerden birine sahipti. Sabah on gibi ofise gelirdi. Ofisimin kapısında bir süre dikilir, sonra giderdi. Ben de masamdan kalkar, elime bazı evraklar alır, patronuma gider ve “Bu evrakları merkeze götüreceğim,” gibi bir şeyler söylerdim. Sonra aşağı iner, tenis beyazlarına bürünür ve saat üçe kadar tenis oynardık. Harikaydı.
Siz aslında Amerikalısınız, New Jersey’de doğup büyüdünüz. Ama zaman içinde Venedik’le derin bir ilişki geliştirdiniz. Bu tam olarak ne zaman başladı? Venedik ne ifade ediyor sizin için?
Venedik’e ilk olarak 60’ların sonunda turist olarak gitmiştim. Ne kadar güzel bir şehir olduğuna şaşırmıştım, birçok insan gibi. Bir sonraki yıl tekrar gittim ve şans eseri genç bir Venedikli kadınla ve erkek arkadaşıyla tanıştım. Zamanımın çoğunu onlarla sohbet ederek, atölyelerinde onları ziyaret ederek geçirdim. İtalyanca konuşurduk çünkü onlar her zaman birbiriyle İtalyanca konuşurlardı. Ben de onların izniyle orada oturup dinler ve sorular sorardım. Bu şekilde Franco ve Roberta’dan İtalyanca öğrendim. Sonrasında sürekli onları ziyaret ettim. Bir tür arkadaşlığa düştük diyebilirim. Ne zaman Venedik’e gitsem Roberta ve ailesiyle kalırdık. Gerçek bir aile kadar yakındık. 50 sene geçti, hâlâ en yakın arkadaşımdır. Venedik’e her gittiğimde, ki ayda en az bir defa gidiyorum, mutlaka ziyaret ediyorum. Bir şekilde ailenin içine alındım. Grubun bir parçası oldum; arkadaşlarıyla, meslektaşlarıyla tanıştım ve böylece hızla sistemin içine entegre oldum. İtalyanca öğrenmeyi de çok istiyordum, o yüzden öğrenmem hızlı oldu. Onlar da çok iyi öğretmenlerdi. Tabii aslında işleri bu değildi ama oturup ilginç bir konu hakkında konuştuğunuzda sözcükleri hemen kapıyorsunuz.
Ve sonra da Venedik’te, opera dünyasının tam göbeğinde geçen bir polisiye yazmaya karar verdiniz. Brunetti serisinin ilk romanı Operada Cinayet, 92’de okurlarla buluştu. Bu süreçten biraz bahseder misiniz?
Lisansüstü eğitimime devam ederken İngiliz edebiyatı dalında ileri bir seviyeye erişebilmek için çabalıyordum. Aynı zamanda öğretim görevlisi olarak çalışıyordum. Yani ciddi kitaplar okuyor, onlar hakkında konuşuyor, dersler alıyor ve dersler veriyordum. Hal böyle olunca akşam eve gittiğimde daha fazla Henry James ya da Jane Austin görmek istemiyordum. O yüzden kütüphaneden aldığım gizem romanlarını okurdum. Yüzlercesini okumuşumdur herhalde çünkü zaten yapıyı öğrenince bir romanı bir gecede bitirebiliyorsunuz. Çok rahatlatıcı bir aktiviteydi benim için. Televizyonum yoktu. O yüzden sürekli polisiye okudum. Zamanla olay örgüsünü, şablonu, yapıyı öğrendim.
Opera içinse deli oluyorum. 60’larda bir opera eserinin provalarında bulunmuştum. Kondüktör, arkadaşımdı. O, ben ve karısı soyunma odasındaydık ve bir şekilde başka bir orkestra şefi hakkında kötü konuşmaya başladık. İşler kızıştı ve birdenbire onu öldürmekten bahsetmeye başladılar ve ben de, “Vay, bir polisiye roman için ne harika bir fikir!” diye düşündüm. Şef, soyunma odasında ölü bulunur ve kapı da kilitlidir. Çok fazla kilitli oda polisiyesi okumuştum. Teşekkürler, Agatha Christie! Peki, bunu nasıl yaparım diye sordum kendime. Nasıl bir roman yazabilirim? Çok iyi bir makarna yerken içindekileri tahmin etmeye benziyor bu. Hangi baharatlar kullanılmış, sosu nasıl yaparsınız, ne kadar pişirirsiniz, hangi tür domates kullanmak gerekir..?
Böylece bir polisiye roman yazdım ve bu roman bir buçuk yıl çekmecede durdu çünkü yazmak aslında istediğim bir şey değildi yani bunu yayımlamakla ilgilenmiyordum. Sadece yapıp yapamayacağımı görmek istemiştim. Bir arkadaşım, romanı Japonya’daki bir yarışmaya göndermem için epey ısrarcı davrandı. Ben de gönderdim ve romanım kazandı. Hemen sonrasında Amerikalı bir yayıncıyla iki kitaplık bir anlaşma imzaladım, böylece ikinci romanı yazmayı zorunluluk haline getirdim kendim için. Çok keyif alıyordum. O yüzden yayıncım iki kitap daha teklif edince kabul ettim. Yani aslında her şey neredeyse bir şaka sonucu başladı. İnanılmaz bir serüven oldu benim için, hâlâ inanılmaz keyif alıyorum yazarken. Kendinizle satranç oynamak gibi, tahta üzerinde parçaları hareket ettiriyorsunuz. Diğer tarafa nasıl geçtiğinize çok dikkat etmelisiniz. Ve engeller kurabiliyorsunuz çünkü hem beyaz hem de siyah taşların komutası sizde.
Komiser Guido Brunetti… Dünya genelinde milyonlarca okur tarafından sevilen bir karakter. Bu çekiciliğin arkasında ne yatıyor sizce?
Kesinlikle zekâsı derim. Ve kadın okurlar için de şöyle bir durum var: İnsan olarak ondan etkileniyorlar çünkü Brunetti, kadınları seviyor. Bir insanın başka birini sevebileceği gibi seviyor. Kitapların seyri boyunca kadın okurlar, bu sevginin kendi kendine yeten bir şey olduğunu fark ettiler. Yani onunla yalnız olduklarında ya da bir durumun içindeyken Brunetti’nin sevgisini gösterme biçimi hiç değişmeyecek. Güvendeler.
Brunetti aslında modern dedektif kalıplarının dışında birisi. Mutsuz bir adam değil. Alkolik değil, kaybeden biri değil. Brunetti bir entelektüel. Cicero’dan alıntılar kullanıyor. Müzik, edebiyat ve sanatla ilgileniyor. Bu karakteri yaratırken esinlendiğiniz biri var mıydı yoksa tamamen yaratıcılığınızın ürünü mü?
İtalyan arkadaşlarımın birleşimi diyebilirim aslında. Biri avukat, biri doktor… Uzun zamandır tanıdığım adamlar. Bazı özelliklere sahipler: Bir insan olarak kadını seviyorlar. Zekiler, eğitimliler. Birlikte oturup saatlerce bir sanat eserini, bir operayı ya da bir romanı tartışabilirsiniz. Yani onlarla olmak keyiflidir. Karşı tarafa içsel bir üstünlük duygusu yansıtmıyorlar. Erkeklerin çoğu farkında olmadan bunu yapıyor.
Özellikle barok operaya ilginiz olduğunu biliyorum. Romanlarınız da her zaman bir operadan alıntıyla başlar. Bu ilişkiden bahseder misiniz?
Operaya ve barok müziğe 1960’larda ilgi duymaya başladım. O zamanlar New York’ta yaşıyordum yani Met ya da New York City Opera eserlerine ulaşabiliyordum. Bir seferinde yanlışlıkla bir operanın konser versiyonuna gitmiştim. Sahne, kostüm yoktu. Carnegie Hall’da oynuyordu. 70’lerin başı olmalı. “Alcina”… En sevdiğim Handel operalarından biri. Daha önce duymadığım bir şey dinledim. Daha önce “Messiah” eserini birçok defa dinlemiştim ama burada barok bir orkestra ve barok solistler vardı. Adeta büyülenmiştim. Orada yön değiştirdim. Dinlemek istediğim müzik buydu. O zamanlardan beri opera hayranıyım. Sadece izlemek ve dinlemek değil, onları destekliyorum, konserlerinde onlarla beraber seyahat ediyorum. Gerçek bir tutku benim için.
Biraz Venedik mekânından bahsetmek istiyorum. Polisiye edebiyatın önemli unsurlarından biri mekân. Dedektifin yaşadığı, çalıştığı, nefes aldığı dünya. Venedik mekânı Brunetti’yi nasıl etkiliyor? Venedik ne ifade ediyor onun için?
Venedikliler memleketlerine bayılıyorlar. Başka hiçbir ülkenin vatandaşlarında denk gelmedim buna. Belki Konstantinopolis’i ve Bizans’ı okuyup bilenler, İstanbullular da memleketleri hakkında böyle düşünüyorlardır. Çünkü bir binanın önünden geçiyorsunuz, kim bilir kaç yüz yıllık… Bir keresinde Venedikli bir arkadaşıma ailesinin ne kadar süre Venedik’te olduğunu sormuştum. Yaklaşık bin yıl dedi. İnanılmaz çünkü belgelere sahipler. Kocaman bir arşiv var ellerinde, böylece insanlar ailelerinin soyunu takip edebiliyorlar. Venedikliler bugünde yaşarlar ancak kadim tarihlerinin adımlarını hep arkalarında duyarlar. 15. yüzyıldaki ihtişam, 16. yüzyıldaki ihtişam… Şimdilerde 50.000 kişinin yaşadığı bir tür birinci sınıf turizm şehri olan Venedik’ten bahsediyoruz. Bir zamanlar denizlere, Avrupa’nın çoğuna hükmettiler ve tüm dünyayla ticaret yaptılar. Şimdi sadece turizm için yaşayan 50.000 kişilik küçük bir şehir. Zafer dolu yıllardan şimdi geldikleri noktayı görmek yürek parçalayıcı. Brunetti’de de o yüzden sürekli bir melankoli tonu var.
Romanlarınızda kuzey ve güney çatışması üzerinde de duruyorsunuz.
Evet, İtalya, 1800’lerin ortalarında bir araya gelmeye başladı sanırım. Küçük prensliklerden, krallıklardan oluşuyordu aslında. Garibaldi’den sonra da tek bir dile, tek bir devlete ve tek bir anayasaya sahip tek bir ülke olarak birleştiler. Fakat o ufak tefek yerlerde yaşayanlar kendi dillerini konuşmaya devam ettiler. Venedikliler hala Venedikçe konuşur. İtalyanca da konuşuyorlar elbette ancak yine de çok sayıda insan var İtalyanca konuşmayan, özellikle ileri yaşta olanlar. Sadece Venedikçe konuşuyorlar. Her bir bölge halkı, İtalyan olmakla değil, örneğin Romalı olmakla, Napolili olmakla, Sicilyalı olmakla, Venedikli olmakla gururlanır. Bağlılıkları ülkelerinden çok şehirlerinde yatar.
Mekân hazır, karakterimiz de hazır. Bir olaya ihtiyacımız var. Blood from a Stone romanınız elmaslara, Afrika savaş bölgelerinde çıkarılan kanlı elmaslara odaklanıyor. Through a Glass, Darkly, çevre suçları ve cam işçileriyle ilgilenen bir roman. Acqua Alta bizi sahtecilik sanatının dünyasına götürüyor. Transient Desires, insan ticareti temasına odaklanıyor. Fine Friends’te Brunetti bir yolsuzluk ve uyuşturucu ağına takılıyor. Bu fikirlere nasıl ulaşıyorsunuz?
Gazeteleri takip ediyorum ve insanlarla konuşuyorum. Süreci size biraz açıklayayım. Ne zaman oturup yeni bir kitaba başlayacağımı hiç bilmiyorum. Kitap ne hakkında olacak? Ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Bir taslak yapmıyorum. Nasıl bir taslak çizeceğimi bilmiyorum fakat tuhaf bir şey yakalıyorum. Bir açıklama gerektiren garip bir durum. Afrikalı kadınların Avrupa’ya götürüldüğü Transient Desires romanının sürecini örnek verebilirim. Gece saat ikide bir hastanenin acil servisine gelen iki genç adamın vakasını okumuştum bir gazetede. Yanlarında iki yaralı genç kadın getirmişler. Birinin kolu kırıkmış sanırım, diğeri de epey dayak yemiş. Kızlar acil servise kayıt yaptırırken çocuklar aniden kaybolmuş. Sabah çocukları kolaylıkla bulmuşlar. Lagünün etrafında geziniyorlarmış. Kızlar da, bu arada Kanadalılardı sanırım, yanlarındaymış. Kimse kaçakçılık yapmamıştı. Kimse yasadışı bir şey yapmıyordu. Ama içim içimi yiyordu. Neden hastanede kalmadılar? Neden kızları bırakıp gecenin ikisinde oradan ayrıldılar? Ne olmuştu? Bu çocukların polis tarafından görülmek istememesinin sebebi ne olabilir? Kızlar da sonradan her şeyin kaza olduğu yönünde ifade vermişlerdi. Buradan çıkıyorum ve nereye gittiğine bakıyorum. O çocukların orada olmak istememesinin nedeni üzerine kuruyorum. Neden-sonuç ilişkisini takip ediyorum. Genelde böyle oluyor, biri bir hikâye anlatıyor ya da bir yerden bir şey duyuyorum, okuyorum. Bir kere Zürih’te operadaydım ve yüz gerdirme operasyonları geçirdiği aşikâr olan genç bir kadın gördüm. Derin gözleri vardı, mükemmel bir cilde sahipti. 30-70 arasında herhangi bir yaşta olabilirdi. Genç değildi ama genç bir yüzü vardı. Onu iki saniyeliğine gördüm ve genç bir kadının neden onlarca yüz estetiğine ihtiyaç duyacağını anlamaya çalıştım. Bu da bana kitabımla ilgili bir fikir verdi. Bir de dedikodu diyebilirim. İnsanlar her zaman konuşmaya, anlatmaya isteklidir. Ben de onları dinlemeye bayılırım.
Romanlardaki diğer karakterlerden de bahsetmek istiyorum biraz. Brunetti’nin yardımcısı Vianello, şahane karakterlerden biri. Brunetti’nin davaları çözmesine yardımcı olan harika içgörüleri var. Ve sonra Signorina Elettra var, Brunetti’nin bir asistanı daha. Bu karakterler nasıl ortaya çıktı ve hikâyelerinizde nasıl bir rol oynuyor?
Evet, Brunetti’nin yardımcılara ihtiyacı vardı. Vianello göründüğünden çok daha akıllı biri. Çok daha zeki fakat hırslı değil. Hayatından memnun, işinden memnun. Brunetti’yi çok destekliyor. Elettra ise bilgisayar hakkındaki beceriksizliğimi gizlemek için bir araç. Hiç ilgimi çekmiyor bilgisayar. Bütün gününü bilgisayarıyla geçiren birçok insan tanıyorum. Ben de kullanıyorum elbette, haberleri okuyorum, e-posta yazıyorum ve romanlarım üzerinde çalışıyorum ama o kadar. Papa’nın özel hattına mı ihtiyacınız var, Signorina 10 dakikada bulur.
Bir de Brunetti ailesi var. Anne, baba, büyükanne, iki çocuk. Birbirlerini seviyorlar. Brunetti’nin eşi profesör, sanat konuşuyorlar, edebiyat konuşuyorlar… Mutlu bir aile bu. Polisiye kurguda gerçekten alışık olduğumuz bir şey değil.
Bir yazarın yapmaması gereken şeylerden birini yaptığımı itiraf etmeliyim. Bu, birçok yönden benim aileme benziyor. İtiraf ediyorum, yüksek sesle söylüyorum, ben mutlu bir aileden geliyorum. Yaşadığımız dünyanın geldiği hale bakar mısınız! Mutlu bir aileden gelmek olağandışı bir durum. Ama sanırım birçok aile bir şekilde mutluluğu bulmayı başarıyor. Brunetti ailesinde iki ebeveyn de zeki ve duyarlı. Çocuklarına vaaz vermiyorlar, onlara kendi davranışlarıyla örnek olmaya çalışıyorlar. Hem neden mutlu bir aile okumayalım ki, özellikle de polisiye edebiyatta.
Her sene bir roman yazıyorsunuz. 30 yılda 31 roman kaleme aldınız. Yazmaktan, Brunetti maceraları yazmaktan hâlâ keyif alıyor musunuz? Romanlarınızın ve Brunetti’nin elde ettiği başarıyı nasıl sürdürülebilir kılıyorsunuz?
Bir yöntemim var, size söyleyince sırrı kalmayacak tabii ama şöyle: Bir romanımı bitirdikten sonra dönüp ilk taslağının kaç sayfa olduğuna bakmıştım. Sonra bir önceki kitabın ilk taslağının sayfa sayısını kontrol ettim. 365’e yakın sayılar çıktı. Peki, bu sayıyı başka nerede duydum? Evet, bir yılda bu kadar gün var. Orkestrayla ilgilenmek epey zamanımı alıyor aslında. Ama yazmak zorundayım elbette. Günde bir sayfa yazıyorum. Yani hiçbir şey yazmadığım haftalar oluyor ama sonra günde 10 sayfa yazdığım zamanlar oluyor. Bence işin sırrı bu konuda çok sıkı olmamak.
“Dedektifler Ne Yer Ne İçer?” köşemde konuk ettiğim dedektiflerden biriydi Brunetti. Gastronomi, İtalyan mutfağı, romanlarınızın güçlü öğelerinden. Brunetti her zaman akşam yemeği için eve gider, karısı Paula ya da kızı, oğlu ile vakit geçirmekten hoşlanır ve bu sahnelerde sohbet edip birlikte yemek yerler ve biz dedektifin aile dinamiklerine daha yakından tanık oluruz. Gastronomiyi hikâyelerinizi ve karakterlerinizi güçlendirmek, onlara doku katmak için nasıl kullanıyorsunuz?
Brunetti bir İtalyan sonuçta. Biliyor musunuz bu soruyu çok almıyorum zaten ama İngilizler, Almanlar ve İskandinavlar, Paula’nın nasıl günde iki öğün yemek yapabildiğini merak ediyor. Cevap basit: O, bir İtalyan üniversitesinde akademisyen. Muhtemelen haftada üç saat ders veriyordur. Gerçekten böyle arkadaşlarım var. Bu soruyu hiçbir İspanyol’dan, Portekizliden ya da Fransız’dan duymadım. Muhtemelen bir Türk de bunu merak etmez. Öğle yemeği yemek normaldir çünkü. Öğle yemeği hızlı bir sandviç ve kola değildir.
Bir arkadaşınızla birlikte bir tarif kitabı da çıkardınız sanırım değil mi?
Evet, size bahsettiğim arkadaşım Roberta ile birlikte. Sanırım 20 yıl önce Zürih’teki yayıncım beni aradı ve özellikle Alman okurlardan gelen tarif kitabı taleplerini iletti. Ben bir tarif kitabı yazamayacağımı söyledim. Başka bir öneriyle gittim onlara. İtalyanların gastronomiye nasıl yaklaştığını ele alan makaleler yazabilirdim. Arkadaşım da tarifleri yazacaktı. Kabul ettiler. İtalyanlar hakkında, yiyeceklere dair tuhaf fikirler hakkında altı ya da yedi makale yazdım. Roberta da tüm hayatı boyunca yaptığı yemekleri, annesinden, anneannesinden öğrendiği tarifleri yaptı. Her hafta buluşur ve belirli bir yemeğin en iyi tarifini bulmaya çalışırdık.
Son romanınız, 31. romanınız, Give Unto Others (2022) pandemi dünyasında geçiyor. Brunetti’nin uzun zamandır tanıdığı birine iyilik yapmasıyla açılıyor. Sonra kendisini sahtekârlıklar ağında buluyor. Son romanınızdan bahseder misiniz biraz?
Evet, bir arkadaşım bana yaptığı bir işten bahsetmişti. Muhasebeci olarak çalışıyordu ve şirkette doğru olmadığına inandığı şeylerle karşılaşmıştı, artık orada çalışmak istemiyordu. Bu bir hayır kurumuydu. Muhasebecinin artık çalışmak istemeyeceği kadar pis işler dönüyordu. Tabii bu kurumun ne olduğunun bilinmemesi gerekiyordu. Ama üzerine düşünmeye başladım. Kim bunu neden yapar? Nasıl yapar? Avukatlarla konuşarak, hükümet kurallarını ve düzenlemelerini okuyarak çok zaman harcadım. Daha önce bu tür bir araştırma yaptığımı sanmıyorum çünkü bazı şeylere nasıl izin verilebileceği ve bazı şeylerin nasıl yapılabileceği konusunda doğru bilgiye sahip olmam gerekiyordu. İnsanların sadece para için yapabileceği şeylere inanamazsınız.
Romanlarınız aslında sinemaya da uyarlandı. Romanlarınızın film versiyonları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kariyerimin çok başlarındaydım ve neyse ki o zamanlar uyarlamayla hiçbir şekilde ilgilenmediğimi belirtmiştim. Ben sinemaya gitmem. Televizyonum yoktur. Onların yapacağı işi değerlendirebileceğim bir gözüm yok. O yüzden siz kendi işinizi yapın, ben kendi işimi yapayım dedim. İki filmi izledim sanırım. İkisinin de hangi romandan uyarlandığı konusunda hiçbir fikrim yok.
Polisiye romanın işlevlerinden biri de topluma ayna tutarak sisteme dair eleştiriler sunmaktır. Kendinizi, suç tasvirini toplumsal eleştiri aracı olarak kullanan geleneğin bir parçası olarak görüyor musunuz?
Hayır, bu benim işim değil diye düşünüyorum.
Romanlarda cinayeti/suçu kimin işlediğinden çok suçun örgütlü durumuna yani kapitalizmin işleyişine, hayatın her alanındaki yozlaşmaya odaklanıyorsunuz. Bunu 90’larda başladığınız bir seriyle yapıyorsunuz. 90’lardan günümüze dünya tek kutuplu devam ediyor. Kapitalizm de neoliberal söylemin sonuna geldi, işler zorlaştı, yolsuzluk arttı. Son yıllarda bu güncel ve nesnel durumu ele alan romanlar, diziler ve filmler giderek daha fazla karşımıza çıkıyor. Bunu yapıtlarınızda, polisiye romanda ve belki de genel olarak edebiyat ve sinemada nasıl temellendiriyorsunuz?
Evet, kapitalizm. Bana göre açgözlülüğün bir diğer adı. İçimizdeki doymak bilmeyeni temsil ediyor. İhtiyacımız olmayan şeyleri istiyoruz. İnsanları eşyalara sahip olmaya iten bir düzenin içindeyiz. Alt metinde şunu sunuyorlar: Ne kadar çok şeye sahip olursanız o kadar mutlu olursunuz. Yapmamız gereken şey, hayatımızı servet edinmeye adamak. Sonra mutlu olacağız, önemli hissedeceğiz. Ama hayır, işler bu şekilde yürümüyor. Romanların bu özel vaazı vermek için doğru bir yer olduğunu düşünmüyorum. Ama aynı zamanda kötü adamı açıkça açgözlü biri olarak tasvir etmek çok sinsice ve çok etkili bir yöntem. Okur, açgözlülüğün nelere yol açacağını görebilir böylece. Fakat kapitalizme tam anlamıyla saldırmadan önce, sonrasında neyin geleceğini bilmek isterim. Kapitalizmin karşısında birçok ideoloji durdu. Komünizm, en etkili ve önemli olanıydı. Bir yıl kadar Çin’de öğretmenlik yaptım. O süre beni bu düzenin çalışmadığına ikna etti. İşlemesi için çok çabaladılar ama olmadı. Kapitalizme her zaman şüpheyle yaklaştım ama onun karşısındaki her şeye de aynı şüpheyle yaklaşıyorum.
Siz bir edebiyatçısınız. Sizce iyi polisiye roman nedir?
İyi bir polisiye roman, bir gizem yaratmalıdır, bir sürpriz öğesine sahip olmalıdır. Harika bir polisiye roman olduğuna inandığım tuhaf bir örnek vereyim size. Ruth Rendell yaklaşık 10 sene önce aramızdan ayrıldı. En büyük İngiliz polisiye yazarlarından biriydi. A Judgement in Stone, 70’lerde yayımlanmıştı, ilk cümlesi şöyleydi: “Eunice Parchman, Coverdale ailesini öldürdü çünkü ne yazabiliyor ne de okuyabiliyordu.” İnanılmaz bir cümle. Size katilin adını veriyor, kurbanların kim olduğunu söylüyor, katilin motivasyonunu da açıklıyor. Henüz romanın ilk cümlesindesiniz. Okuyacağınız daha 350 sayfa var. Ne olacağını biliyorsunuz ve süreci izliyorsunuz. Birçok defa okuduğum, üzerine dersler verdiğim bir roman. Tavsiye ederim. Ruth’la uzun yıllardır tanışıyorduk. İnanılmaz bir mizah diline de sahipti.
Polisiye nereye doğru gidiyor peki sizce?
Times Literary Supplement ve The New Yorker incelmelerini özellikle takip ediyorum. Kadın dedektiflerin artmaya devam ettiği bir gerçek. Şiddet dozunun da arttığını söyleyebilirim. Tek bir insanı öldürmek yetmiyor artık. Bir binayı patlatmalısınız. Bundan sonra nereye gider bilemiyorum.
Brunetti için planlarınız nedir?
İlginç fikirler bulmaya devam ettikçe, bundan keyif almaya devam ettikçe Brunetti romanları yazmaya devam edeceğim.
Seride favori bir romanınız var mı?
Tek bir favorim yok sanırım ama çok sevdiğim romanlarım var. Falling in Love bunlardan biri örneğin. Tuhaf bir opera hayranı hakkındaydı. Opera çevrelerinde çok bulunduğum için o romanı yazarken çok keyif almıştım. Romanın kalitesiyle ilgili bir belirteç değil bu elbette, ben sadece opera hakkında yazabildiğim için seviyorum o romanı.
Peki, genç yazarlara verebileceğiniz tavsiyeler var mı?
Aslında var, evet. Polisiye özelinde söylemiyorum, herhangi bir türde kurgu eser yazmak isteyen genç bir aday, çok okumalı ve sürekli okumalıdır. Ne okuduğunuz çok önemlidir. Boksta sıkletler vardır. Bir üst ya da bir alt sıkletten rakibiniz olamaz. Kendi sıkletinizde mücadele etmeniz gerekir. İyi roman yazmak isteyen biriyse mutlaka bir üst sıkletten okumalar yapmalıdır. İyi bir polisiye yazmak isteyenler Charles Dickens ile başlayabilir. Bleak House, bir cinayet romanıdır. Kurguyu oturtmak istiyorsanız Agatha Christie. Fakat sonra mutlaka Chandler, Hammett, Ross McDonald… Kesinlikle John le Carré. Bunlar çok iyi bir kaleme sahip yazarlar. Kurgu zaten okuduktan sonra beyninize işliyor. Gizemin verilmesi, çözülmesi, şüpheliler, dedektifler… Bir yandan da iyi yazmayı öğreniyorsunuz. Bir adamın tehlikeli olduğunu anlatmak için “yarası var, elinde de tabancası var” yazmak yerine okurun karakterden bir şekilde rahatsız olmasını sağlamalısınız. Ben de bunu yapmak için çalışmadım. O kadar çok polisiye okumuştum ki kalıpları biliyordum. Kalıpları yıkmak istiyorsanız önce onları çok iyi bilmeniz gerekir. Bir kalıbı kırmak aynı zamanda onun varlığını da kabul etmektir. Ama her durumda kalıpları bilmeniz gerekir. “Kapıdan giren yabancı her zaman kötü adamdır” kalıbını bilirseniz bunu tersine çevirebilirsiniz. Çalışan bir şey bulana kadar bunlarla oynarsınız.
Brunetti özelinde şöyle bir şey söyleyebilirim: Bu karakterle, bu adamla uzun yıllar geçireceğimin farkındayım. Sanırım bilinçaltımda saygı duyabileceğim bir karakter yaratmak istedim. 32 yıldır onunla beraberim. Üstüne başına dikkat etmeyen, tıraş olmayan, yemek kültürüyle ilgilenmeyen, okumayan, her gece televizyonda futbol maçı izleyen bir adama bunca yıl katlanamazdım.