Commissario Guido Brunetti serisinin ikinci kitabı ‘Yaban Ellerde Ölüm’. Donna Leon yine inanılmaz bir Venedik manzarası çizmiş. Brunetti’nin gözünden bizi şehirde pitoresk bir yolculuğa çıkarıyor. Okuyucunun Brunetti’nin duygularını ve endişelerini anlamasını ve hissetmesini ustaca sağlıyor. Donna Leon’un karakterleri ve olay örgüleri sade, olağan, herhangi bir eksantriklikten yoksun olarak başlıyor, ancak hikayede ilerledikçe hayal edebileceğinizden daha fazla derinlik gösteriyorlar. Donna Leon, şehri, allı pullu bir kartpostal olarak değil, gerçek bir yer olarak tanımlıyor. Hikayelerine kapılmanıza izin verirseniz, Leon başlangıçta düşündüğünüzden çok daha ikna edici ve anlamlı olabiliyor. Bir İtalyan’ın düşüncelerini ve şüphelerini muhteşem ifade edebiliyor ve İtalyanların bazen ülkelerine karşı hissettiği türden bir nefret, melankoli ve öfkeyi komplolarının merkezine koyabiliyor.
Brunetti’nin bir dedektif olarak kendine özgü bir özelliği yoktur aslında. Poirot gibi büyüleyici ya da Başkomiser Galip gibi depresif değil, özel bir çalışma tarzı ya da renkli alışkanlıkları yok. Hatta normal ve sevgi dolu bir ailesi var. Ama yine de sizi kitap boyunca yönlendirecek ve kendine bağlayacak kadar gerçek. O düşünen bir adam, bir aile adamı, hakikat kadar adalet de arayan bir realist.
Brunetti’nin eşi Paola, bu kitapta daha fazla varlığını gösteriyor. Her şeyi yapabilen kadın, iki çocuğunun annesi, yakındaki üniversitede edebiyat dersleri verir, siyaset ve sosyal adaleti takip eder ve Brunetti’nin öngörülemeyen programıyla sabırla ile ilgilenir. Zahmetsizce ürettiği akşam yemekleri; risotto, polenta, zeytin ve beyaz şarapla pişirilmiş dana but. Aynı zamanda hikayede Brunetti için çok da önemli bir bağlantıdır. Kiminle? Elbette babası Kont Orazio; kurnaz, sağduyulu ve pragmatik adamla.
Yaban Ellerde Ölüm’ün gerçek konusu aslında yolsuzluktur. Donna Leon’un İtalyan toplumunu ve özellikle İtalyan ceza ve adalet sistemini betimlemesi çok acımasızdır. Adeta yerden yere vurur. Romanlarının yerel dile çevrilmesine direnmesine şaşmamalı!
Kitabın başlığında bahsedilen ölüm, Vicenza’daki Amerikan üssünde görevli bir askerin ölümüdür. Ölen bir İtalyan değil; ooo…çok kötü. Ölen bir Amerikalı; amanın, beter! Ölen ABD ordusunun bir üyesi; işler daha kötüye gidebilir mi? Kesinlikle! Cesedi bir Venedik kanalında yüzerken bulunur. Bıçaklanmıştır ve görünüşe göre ölümü yanlış giden bir soygundan kaynaklanmış gibidir. Ancak Brunetti, bu açıklamaya şüpheyle yaklaşır. Ölen Çavuş Michael Foster, ordu üssünde bir halk sağlığı müfettişidir ve Brunetti, ölümünün bir şekilde işiyle ilgili olabileceğinden şüphelenir. Acaba halk sağlığıyla ilgili olarak, yetkililerin, medyanın ve halkın bilmesini istemedikleri sorunları mı ortaya çıkarmıştır? Brunetti, Vicenza’ya gider, Foster’ın komutanıyla konuşur, onun da Foster’ın sevgilisi olduğu ortaya çıkar ve içinde, bir şeylerin çok yanlış olduğuna dair huzursuzluk duygusu büyür. Venedik’e döndüğünde, öfkeli patronu Vice-Quetore Patta’dan, davanın kapatılacağını ve bir soygun neticesinde öldürüldüğünün kayıtlara geçeceğini öğrenir, çünkü iktidardakilerin istediği şey budur. Tahmin edersiniz ki Venedik’te bir Amerikalının öldürülmesi fikri turist ticaretini mahveder. Brunetti, bu adaletsizlikten dolayı öfkelenir, hatta ipuçlarını takip etmeye devam ettiğinde ve Foster’ın ortaya çıkardığı şeyin ne olduğunu öğrendiğinde çılgına döner. Foster’ın komutanı (ve aynı zamanda sevgilisi olan) aşırı dozdan ölür. Foster’ın ölümü karşısında umutsuzluğa kapıldığı için mi kendi hayatına son verdi? Yoksa sessiz kalması için öldürüldü ve ölümü intihar gibi mi gösterildi? Brunetti, elbette, ikincisinden şüphelenir. Bu olayların temeline inmek ve soruşturmasını aydınlatmak için Brunetti’nin yardıma ihtiyacı var. Bu sebeple hem hükumetle hem de mafyayla bağlantıları bulunan, zengin ve güçlü bir adam olan kayınpederinden yardım ister.
Ölü bir asker, hasta bir çocuk, zehirli atıkların bertarafı için yapılan sözleşmeler, Dr. Peters’ın aşırı dozda eroinle ‘görünüşte’ intihar etmesi, önde gelen bir iş adamının bazı ünlü tablolarının çalınmasından bahsetmiyorum bile… Buna İtalyan siyasetinin yozlaşmasını da eklersek, okuyucu Brunetti’nin kötülük karşısında çaresiz kaldığını görür bu kitapta. Sadece intikamcı bir Sicilyalı anne, Leon’un yarattığı dünyaya biraz adalet getirecektir.
Diğer kitaplarının çoğunda olduğu gibi, sonunda yolsuzluktan, gücün yasa dışı kullanımından ve her şeye rağmen dürüst bir polis olarak kalmaya çalışan Brunetti üzerindeki etkisinden derin üzüntü duyuyorsunuz. O harika bir karakter. Donna Leon ise kesinlikle en sevdiğim yazarlardan biri ve bu da bu görüşü güçlendiren başka bir kitap.
‘Benim kibar, zeki ve karizmatik Brunetti’m. Seninle tekrar buluşmak ne güzeldi. Biliyorum Philip Marlowe ile geçirdiğim iki üç günün kaprisini yapacaksın ama inan hiç gerek yok. Onun yeri ayrı senin yerin apayrı. O zırtapozu da severim inkar etmiyorum ama sen, ah sen… Sendeki kültür, şıklık, nezaket, zeka kimsede yok. Tekrar görüşeceğimiz anı iple çekiyorum Guido.’