Colin Dexter, 1972’de Kuzey Galler’deki bir aile tatilinde Woodstock’a Son Otobüs’ü yazmaya başlamış. Yağmurlu bir Cumartesi öğleden sonra mutfakta otururken, Morse adında bir dedektifle ilgili birkaç paragraf kağıda dökmüş. Nerede geçeceğini, Oxford’u ve hikayenin nasıl biteceğini bilerek, sonraki 18 ayı romanı yazarak geçirmiş. Woodstock’a Son Otobüs bizim Başkomiser Morse (ilk adı uzun zaman bilinmedi, bu yüzden genel olarak da kullanmayacağım) ve Başpolis Robert (Robbie) Lewis ile tanıştırdı.
Morse, tam ağır abi. Elit, aristokrat, rafine zevkli, bohem, alkol sever ve kadınlara aşırı derecede zaafı olan bir arkadaştır. Karizmatik, entel, beyefendi, klasik operaların tadını çıkaran, zaman zaman fırlama, hazır cevap, şaşırtıcı derecede eğitimli bir adam. Ancak çok az kişisel bağı vardır. Yaşı ilerlemekte olmasına rağmen bekardır. 60’lardan kalma, gözü gibi baktığı Jaguar Coupe’si vardır. Özetle; Morse klasik detektif arketipine uygun bir polisiye karakterdir, tam bir Oxford’ludur. Lewis ise tam halk çocuğu, aile babası havalarındadır. Genelde Morse ve yardımcısı Lewis olayı çözene kadar 3-5 kişi ölür. Morse ile Lewis güzel bir ikilidir. Soruşturma sırasında görüşülmesi gereken kadın bir şüpheli ya da tanık olursa Morse genelde bu kişilerin evine akşam 8-9 gibi (yani hava karardıktan sonra) gider. Taciz olarak kabul edilmeyecek olsa da mutlaka uygunsuz bir laf sarf eder kadınlara. Bazı insanların sandığının aksine kadınlar da bu hareketlerine hasta falan değildir. Alenen “yürüdüğü” onlarca kadından sadece 2 tanesiyle öpüşmüş, bir tanesiyle de sevişmiştir. Kalanların neredeyse hepsi kendisini reddetmiştir. Zaten bu kadar pervasız olması da başarı oranının oldukça düşük olmasından bence. Bir de şiddetli derecede şüpheli ama çekici bir kadın karakter denk gelirse suçsuzluğunu ispatlamak için gece gündüz çalışır Morse. Bu kadınların da günün sonunda suçlu olma ihtimali %50-60 arasındadır. İşin ilginci herkes de bunun farkındadır ama bu yüzden başı hiç belaya girmez. Şu yaptıklarının yarısını bu zamanda yapsa hemen açığa alınacağı aşikar. Morse ayrıca bulmaca çözmeyi sever. Morse ve Lewis’in sahip oldukları kanıtlara baktıkları, bir parça kağıt alıp beyin fırtınası yaptıkları ve nihai bir sonuca vardıkları bir yer var kitapta. Hercule Poirot ve Sherlock Holmes’un, Sherlock’un abisi Mycroft’un oturma odasındaki kanepede oturup, akıllarını ve hayal güçlerini kullanarak bir suçu çözmeleri gibiydi, harikaydı.
Hikayemiz iki kızın Woodstock’a gitmek için bir otobüs beklemesiyle başlıyor. Bekledikleri otobüs bir türlü gelmeyince, maceraperest ruhlu kızımız Sylvia otostop çekmeye karar veriyor. Kendilerini götürecek bir araba bulmakta zorlanmadıklarını kitabın ilerleyen sayfalarında öğreniyoruz. Ertesi gün ‘Tatlım, sen keyfine bak ama ben otostop çekiyom.’ diyen kızımız Sylvia’nın cansız bedeni bir Pub’ın otoparkında bulunuyor. Feci şekilde öldürülmüş ve muhtemelen de tecavüze uğradığı düşünülüyor. 1975 doğumlu olan bu kitabın yaşı göze alındığında, olay yeri inceleme veya adli tıp nimetlerinden şimdiki gibi faydalanılamadığını göz ardı etmeyin. Şüphelilerin başında olan ve cesedi bulan ise porno bağımlısı olan ve bazen seks için Sylvia’ya ödeme yapan genç bir adam olan John Sanders. Cinayet gecesi Pub’da onu beklediğini itiraf ediyor ama ölümüyle bir ilgisinin olmadığını söylüyor.
Morse ve ortağı Lewis, görüştükleri tanıkların birinden o gece kızın otobüs durağında yalnız olmadığını öğrenince, cinayet şehrin her yerinde duyulmuş olmasına rağmen hala polise ‘ben de oradaydım’ demeyen diğer kızı aramaya başlıyorlar. Ölen Sylvia’nın iş yerindeki tüm kızlarla görüşmeye gidiyorlar. Kızlara gelen tüm özel yazışmalara varana kadar inceleniyor, tüm kirli çamaşırlar ortaya saçılıyor. Başkomiser Morse, otostop çeken kızları alanın kırmızı bir araba kullandığını keşfediyor ve sahibi hakkında çeşitli bilgiler tahmin ediyor. Kuzey Oxford’da tüm kriterleri karşılayan kırmızı bir araba bulmak Morse için zor olmasa gerek. Tahminleri doğrultusunda araç Southdown Road’dan Bernard Crowther’e ait çıkıyor. Crowther, evli olmasına rağmen başka bir kadınla ilişkisi olduğunu itiraf ediyor. Metresiyle buluşmaya giderken iki kızı arabasına aldığını, onları Woodstock’a bıraktığını da itiraf ediyor ama kızın ölümüyle bir ilgisinin de olmadığını söylüyor. Genç kadının kim olduğu, nereye gittiği, onu öldürmek için kimin nedeni olduğu, şüphelilerin kim olduğu, sırların nasıl ortaya çıktığı gibi unsurlar hikayenin geri kalanını oluşturuyor. Başkomiser Morse ve Lewis, kurbanın temas etmiş olabileceği her kişiyi incelemeye başlıyor ve altına bakılmamış taş bırakmıyorlar. Morse ve Lewis ikilisinde en çok takdir ettiğim şey de bu. Sadece bir davayı çözmüyorlar. Görüştükleri her insanı cücüğüne kadar inceliyorlar.
Karakterlerle ilgili olarak, Colin Dexter’ın hem Morse’u hem de Lewis’i bize çok iyi tanıttığını düşünüyorum ve özellikle Morse’a oldukça erken bağlandım (keşke Lewis’e bu kadar sert davranmasa). Umarım bu daha sonraki romanlarda değişir çünkü karakterler ve başkalarıyla olan ilişkileri, okuduğum her bir romanda benim için büyük bir faktör. Bir de suç ve gerilim romanlarında, sadece ana karakterleri değil, takip edecek bir sürü karaktere sahip olmayı çok seviyorum.
Ah Morse! Seni çılgın kadın budalası. Yooo tatlım hiç kusura bakma, giderin olduğu muhakkak, sapyoseksüel bir insanım ama kesinlikle tipim değilsin. Yine de seninle geçireceğim ikinci macerayı heyecanla bekliyorum. Ve Sylvia, seni aptal kız! O otobüs senden hemen sonra geçti. Keşke az daha bekleseydin…