Söyleşi: Timur Soykan

35 dakikalık okuma

Özlem Özdemir, 221B’nin 39. sayısında; gazeteci/yazar Timur Soykan ile polisiye roman üçlemesinin son halkası İblis’i Öldür, politik polisiye, ve “yeni“ Türkiye gerçekleri üzerine konuştu.

timur soykan

Herhangi bir sohbette ya da sosyal medyada en sık karşılaştığım sorular, genelde polisiyeyle ilgili. “Hangi yerli polisiyeyi okuyayım, hangi dizileri önerirsin, dünya polisiyelerinden hangi seriye öncelik vereyim?” Bu sorular ve cevapları üzerine düşünmeyi seviyorum. İlk soruya cevabım ise son birkaç yıldır değişmedi: “Zavallı ve Liste romanlarını mutlaka okuyun.” Timur Soykan bugünü, bizi, içine sıkıştırılmaya çalışıldığımız sistemi, güçlü polisiye hikâyeleri merkeze alarak gerçekçi bir biçimde anlatıyor. En önemlisi, yazdığı siyasi polisiyelerde okurun merak duygusunu diri tutmayı, polisiye kurgunun iyi olmasını, özgün karakterler yaratmayı da başarıyor. İblis’i Öldür, bence “yeni” Türkiye’yi anlatan müthiş bir üçlemenin etkileyici son halkası. Timur Soykan’la polisiye üçlemesini ve içinde yaşadığımız gerçekliği konuştuk.

İlk polisiye romanınız Zavallı’da öldürülen bir polisin katilini arayan diğer polis, cemaat gerçeğiyle tanışıyordu. İkinci romanınız Liste’de ise Fetö-AKP arasındaki savaşın yansımasına tanık olduk. İblis’i Öldür’de 15 Temmuz sonrasındayız. Devletin tüm kurumlarında farklı cemaatlere nasıl yer açıldığını görüyoruz. Bu bağlamda ZavallıListeİblis’i Öldür’e “yeni Türkiye”nin sorunlarına odaklanan bir üçleme diyebilir miyiz?

 Aslında tam tanımladığınız gibi. Türkiye özellikle son 15 yılı aşkın süredir devlet içinde örgütlenen cemaat ve tarikatlar gerçeğiyle yüzleşiyor. Siyasal İslam iktidarında devlet kurumları bu yapılara teslim edildi. Bu nedenle dünyada polisiye romanlara da sık sık konu olan komplo teorilerinin gerçeğini yaşadık. Hatta yaşadığımız gerçeklerin hayal ürünü komploları aştığına tanıklık ettik. Düşünün; devlet içinde bir örgüt var ve cumhurbaşkanının her an yanında olan, her adımını takip eden yaveri, bu örgütün mensubu. Mesela bir helikopter pilotu, Hava Kuvvetleri’nin imamı olan bir öğretmenin talimatıyla MİT binasını taradı. Binlerce metre yüksekteki devasa yakıt uçağından cemaat mensubu pilotlar yakıt ikmali yapıyordu. Bir Fetullahçı pilot, dünyanın en gelişmiş silahıyla mehdi için TBMM’yi vurdu. Polis müdürleri, marangoz olan imamlarının talimatıyla soruşturmalar yürütüyordu. Bu cemaat mensuplarının büyük çoğunluğu, 15 Temmuz günü birbirlerinin aynı örgütün mensubu olduğunu öğrendi. Yani böyle gizemli, fantastik bir örgütlenmeye dünya tarihinde az rastlanmıştır. Savaş uçaklarını, tankları, ülkenin cephanesini ele geçiren bir örgütten bahsediyoruz. Üstelik böyle bir gizem varken devletin tepesindekiler yani Erdoğan ve çevresi bu örgütü biliyor. Onlarla ittifak yapıyor. Özellikle Ergenekon operasyonlarından sonra muhalefet ve toplumun geniş kesimleri böyle bir örgütün devleti ele geçirdiğini haykırıyor ama onlar suç ortaklığına devam ediyor. Ta ki cemaat, silahını onlara çevirene kadar.

Bu örgütlenme ve ortağı iktidar, büyük acılara, Türkiye demokrasisinde derin yaralara neden oldu. Ama bir yanıyla polisiye yazarı için bu gizemli örgütlenmeler önemli bir malzemedir. Zavallı, Liste kitaplarımda bu gizeme odaklanmak istedim. Bu zehirlenmiş politik atmosfer ve ele geçirilmiş devlette gerçeğin sahipsizliğini anlattım. Zavallı’yı yazarken AKP ile Fetullahçıların çatışması henüz şiddetlenmemişti. Ortaklıkları sürüyordu. Liste’nin yazıldığı dönemde ise gerilim vardı ama ipler tam olarak kopmamıştı. İblis’i Öldür’de ise Fetullahçılardan sonra da devlet içinde tarikat, cemaat örgütlenmelerinin devam ettiği gerçeği var. Yine birileri hukukun verdiği yetki ve devlet hiyerarşisi içinde değil, şeyhlerinin emriyle yönetiyor. Bu politik iklim, polisiye romanda gerçeklik hissi ile gizemi bir arada tutuyor. Yani çok çarpıcı bir öyküyü, gerçekliğini bilerek okuyorsunuz. Bu üçleme, Türkiye’nin karanlık dönemlerini anlatıyor ama üçlemenin ana derdi çok daha basit: “Katil kim?” sorusu etrafında okurda merak uyandırmak, ipuçları vermek, şüpheler doğurmak ve sürpriz bir sonla şaşırtmak. Yani polisiye okuruna keyif vermek.

İblis’i Öldür, 63 yaşındaki Polis Başmüfettişi Yusuf Demir ile asayişten bilişime pek çok birimi gezmiş, her yerde sorun yaşamış, genç, delifişek Komiser Levent’in birlikte yürütmek zorunda oldukları bir iç soruşturmayı merkezine alıyor. Karakterleri yaratırken nelere dikkat ettiniz?

Bir roman karakteri, tanımaya değer olmalı. Gerçeklik hissini hiç kaybetmeden özgünlüğünü ortaya koyabilmeyi hedefliyorum. Hayatta da böyle olduğunu düşünüyorum insanın. Yüzeysel ya da çok sıradanlaştırılmış karakter, okurun romana girmesini engelleyen kapalı bir kapı olur. Ama okur, karakterin özgünlüğünü hisseder ve ona, tepkilerine dair meraklar, hisler biriktirirse roman için büyük avantaj. Sadece ana karakterler değil yan karakterlerin de belirgin özellikleri, özgünlükleri olmasına özen gösteriyorum. Yusuf Demir ve Komiser Levent ise kitabın ana derdini, temel soruyu oluşturan ana karakterler. Hatta Yusuf Demir’in eşi Necmiye Hanım da bahsettiğiniz çelişkiye ekleniyor. Bir yanda mütedeyyin Yusuf Demir ve Necmiye Hanım’ın hayatın gerçeklerinde test etmedikleri doğruluk, iyilik kavramları var, diğer yanda ise onlara göre yola getirilmesi gereken genç komiser. Ama bu kadar basit değil. Gerçek için göze aldığınız bedeller, sizin kim olduğunuzu belirler. Gün gelir, sahte iyilik ve doğruluk kavramları hakikat ile test edilir.

Polisiyede aşina olduğumuz bir yapıdır: Birbirine zıt iki dedektif birlikte çalışmak zorunda kalır ve olaylar gelişir. Böyle bir amacınız var mıydı bilmiyorum ama ben, okurun bu aşina olduğumuz yapıyı da sorgulamasını sağlayacak kadar gerçekçi ve güncel bir zıtlık yarattığınızı düşünüyorum. Yusuf Demir, hiç “risk” almamaya çalışırken Levent’in en büyük motivasyonu adaletin sağlanması, dolayısıyla Levent gerçekten polislik yapmaya çalışıyor ve bunu yaparken her “risk”i alıyor. Yusuf, düzenin devamını simgeliyorsa Levent düzenin yıkılması pahasına gerçeğin peşinde olan insanları simgeliyor sanki. Bu ikili yapı, romanı yazarken size nasıl alanlar açtı?

Çok iyi bir tespit. Bu üçlemede, otoriter rejimde yani yakın tarihimizde gerçeğin baskılanması kudretine odaklandım. Bu, aynı zamanda yalanı kabullenen, gerçeğe sırtını dönen bir toplumun inşasıdır. Bunu sadece baskıcı lider yapamaz. Bunun asıl mimarları; yalana çıkarları için inanıyormuş gibi yapanlar, yalanı yayanlar ve korkuyla sessiz kalanlardır. Hepsinin mazereti olabilir, çıkarları çok küçük, korkuları büyük olabilir ama özündeki toplumsal çürümüşlüktür. Gerçekten vazgeçmek ahlaki çöküştür. Zavallı kitabının alt başlığı “Gerçek kimin umurunda” idi. Liste’de de iktidarın inşa ettiği bir yalanın içindeki hakikat savaşını anlattım. İblis’i Öldür’de yalana biat etmiş kalabalıkların rejiminde ahlaki değerlerin sahteliğine de odaklanıyoruz. Cesaret ve cüret, çürümüş bir ülkede en büyük erdemdir. Kitaptaki bu tezat karakterler, kötülüğün içinde “makul” olana öfkeyi barındırıyor.

İblis’i Öldür’de bir adam, eşini ve bebeğini rehin alıyor, saatler süren bir operasyon sonucunda hem adam hem eşi öldürülüyor. Yusuf ve Levent, bu operasyondaki polislerin görevlerini düzgün yapıp yapmadığıyla ilgili bir iç soruşturmayı birlikte yönetecekler. Kâğıt üstünde kapatılması beklenen bir soruşturma zamanla emniyet içindeki işleyişi ve çıkar ilişkilerini görmemizi sağlıyor. Levent, her şeye rağmen gerçeğin ortaya çıkarılması gerektiğini düşünürken Yusuf, polislik kariyeri boyunca verdiği tavizleri bu dosyada da verip vermemek arasında kalıyor. Bu açıdan romanda, polislik nasıl bir meslek, ne ve kim için yapılır sorularının peşine düştüğünüzü de düşünüyorum.

20 yılı aşkın gazetecilik hayatımda polis, adliye muhabirliği yaptım. Mesleğimin ilk birkaç yılında AKP iktidarda değildi. 90’ların sonundaki polisleri de gördüm, Fetullahçı polisleri de, sonrasında yerlerine gelenleri de gözlemledim. Türkiye’de tüm devlet kurumları gibi polis de politiktir. İktidarın çıkarına hizmet eder, talimatı uygular. Hatta tüm kadroları bunun için politikleştirilir. Polis suç işler. Bu nedenle politik atmosferi içermeyen bir polisiyenin zayıf kalacağını düşünüyorum. Özellikle AKP iktidarında Türkiye’de sadece siyasi iktidar değişmedi, devlet değişti. Geçmişin polisi de politikti ama tamamen yalana teslim olmasına mani olan yargı sistemi vardı. Sonuçta polisler, savcıların talimatıyla hareket eder. Fezlekeleri savcının önüne gelir ve iddianame yazılır. Otoriter iktidar, yargıyı eline geçirdikten sonra polis, iktidar lehine yalanlar üretmek için kullanıldı. Fetullahçılar döneminde polislerin sahte delil ürettiğini, yasadışı şekilde dinleme yaptığını, hatta evlerdeki prizlere kamera yerleştirip şantaj kayıtları çektiğini gördük. Sahte CD’leri ev aramasında yerleştirdikleri anları bile izledik.

15 Temmuz sonrasında ise tek adam rejiminin yarattığı algı canavarında polis soruşturmaları sık kullanıldı. Muhalif kesimler terörist ilan edilirken, delilsiz, hukuksuz iddianameler yazılırken polis hakikate olan bağlılıktan tamamen koparıldı. Hatta İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Emniyet Genel Müdürlüğü’nü, diğer emniyet kurumlarını kendine kalkan yapacak, muhalefet karşıtı açıklamalar yapacak, Tweetler atacak kadar politize etti. Mesela bütün ülke, Sinan Ateş’in öldürülmesinin yani siyasi bir cinayetin üzerinin nasıl örtüleceğini izliyoruz. Bu soruşturmayı yürüten polisler katilleri, azmettiricileri yakalayabilir mi? Ya da Hrant Dink cinayeti. Halen bu cinayet tam olarak çözülmüş değil ve bunun nedeni tamamen politik. Siyasetin hakikati düşman ilan ettiği bu süreç, polis etiğinde, idealizminde büyük yaralar açtı. Son dönemde kirli polis, kirli savcı, kirli hâkim haberlerine bu kadar sık şahit olmamızın bir nedeni de bu siyasi ve zehirli iklim. Dünya mafyasını Türkiye’ye çeken bir etken de bu bataklık oldu.

Elbette halen idealist, gerçeğin peşinde, işini hakkıyla yapan, büyük emek veren çok sayıda polis ve yargı mensubu var. Politikanın henüz uzanamadığı yerlerde işlerini yapmaya devam ediyorlar. Kirli olanlardan çok daha kalabalıklar. Ama yukarıdan talimat gelip durduklarında halen onların temiz olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da yanındaki polis suç işlerken susan masum mudur? İblis’i Öldür kitabı da bunu merkeze alıyor aslında. Bu roman, sadece büyük kötülüğe karşı duruş hayali değil, hakikat çığlığına hasreti anlatıyor.

Büyük bir organize suç örgütünün emniyetle, tarikat eliyle işlerini nasıl yürüttüğünün romanı bir yandan İblis’i Öldür. Aslında siz ve meslektaşlarınız sayesinde özellikle emniyette ve yargıda 15 Temmuz sonrası Fetö’den boşalan yerlere birbirinden farklı cemaatlerin/tarikatların yerleştirildiğini öğreniyoruz. Buna rağmen romanda her biri başka bir cemaatten/tarikat şeyhinden emir alan birimleri, kamu görevlilerini görünce okur olarak öfkeleniyoruz da. Bu nasıl bir emniyet teşkilatı?

Bu, otoriter rejimin, siyasetin istismarına uğramış bir emniyet teşkilatı. Kendine “Yerli ve milli”, “Devletçi” diyen iktidar ve ortakları, bilerek ve isteyerek ülkeye, devlete en büyük kötülüğü yaptı ve yapıyor. Ülkeyi yönetenler, kendi koltuklarını korumak ya da muhalefeti baskılamak için polis ve yargıyı istismar ettiklerinde devleti çürüttüklerini çok iyi biliyor. Mesela partili devletin tüm çıplaklığıyla gözler önünde olduğu bir seçim süreci yaşadık. Hatta İstanbul seçimlerinin iptal edilmesi için polis ve yargının devreye sokulmasının üzerinden 5 yıl bile geçmedi. Türkiye’de suçtan muaf, korunan, hesap vermeyen elit bir kesim varken adil bir emniyet teşkilatı ya da yargıdan bahsedilemez.

Böyle bir düzende tarikatlar iktidarın güvenilir ortaklarına dönüşüyor. 15 Temmuz’da gördüğümüz bunun bir sonucuydu. Ama hiç ders alınmadı.

Devleti ele geçirmeyi planlayan sadece Fetullahçılar değildi. Çok uzun zamandır tarikatlar devlette kadrolaşmanın peşinde. Bunu en hızlı ve etkili şekilde başaran Fetullahçılar oldu. Ama Hakyolcular, Süleymancılar, İsmailağa Cemaati, Menzilciler ve nicesi devletin tüm kurumlarına sızıyordu. AKP öncesinde bunları ayıklayan irade vardı. Ama AKP iktidarının devletleşmesi sürecinde bunlarla ittifak yapıldı ve hepsine kadrolar verildi. Tarikatların altın dönemi başladı. Güya uhrevi, bir hırka bir lokma söylemleriyle toplumda örgütlenen bu yapılar, holdinglere dönüştü. Hepsinin devasa şirketleri, yatırımları var. İşinsanları örgütleri, yardım kuruluşları, onlarca dernekleri faaliyet gösteriyor. Yetmiyor, devletteki kadroları kapmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Fetullahçılar o kadar güçlenmişti ki diğer tarikatları baskılıyordu. Onların tasfiye edilmesinden sonra boşalan yerlere aç kurtlar gibi saldırdılar.

Bu, devlet için kâbus senaryosudur.

badeci şeyh'in sır odası

Bakın; Badeci Şeyhin Sır Odası kitabını yazdım. Bir şeyh, cinsel organından gelen meninin Allahın nuru olduğunu savunuyordu ve onlarca müridini dergâhındaki sır odasında istismar ediyordu. Yani bu tarikatın müritleri, şeyhleriyle cinsel ilişkiye girerek cennete gideceklerini düşünüyordu. Mahkemelerindeki savunmalarında “Şeyhimizi bırakın, biz ibadetimize, Allahın nurunu almaya devam etmek istiyoruz,” dediler. Bu vakayı tüm detaylarıyla inceledim ve şunu gördüm; buna gerçekten inanıyorlardı. Sır odasına eşlerini, kızlarını, annelerini, nişanlılarını kendileri götürüyor ve onlara iyilik yaptıklarını düşünüyorlardı. Tarikatlarda şeyhler Allah katındadır. Müritlerini ellerinden tutup cennete götürecek kadar kutsal tanımlanır. Bunlar kendilerine peygamber demeyen ama müritlerine peygamberden farksız anlatılan kişilerdir. Müritler ise şeyhlerini sorgularsa cehenneme gideceğine inandırılan insanlardır.

Allah katındaki şeyh ile bütün kimliği silinmiş, tamamen biat etmiş mürit arasındaki uçurum devasa bir istismar bataklığıdır. Bu nedenle tarikatlar varoluşları gereği maddi ve manevi olarak insanları istismar eden yapılardır. Bugün şeyhini sorgulamayan, onun hata yapmayacağına, günah işlemeyeceğine inandırılan milyonlarca köleleştirilmiş mürit var. Bazıları devletin içinde, kimi polis kimi asker kimi hâkim kimi savcı… Bu kişiler asla hukuka ya da devlet hiyerarşisine uymaz. Şeyhlerinin talimatı kutsal olduğu için onun emirlerine uyar. Hatta oturdukları koltukların, aldıkları kadroların borcunu şeyhlerine öderler. Maaşlarının bile önemli kısmını tarikatlarına veriyorlar. Bunun binlerce örneğini yaşadık ve yaşıyoruz. İşte böyle örgütlerin yuvalandığı bir devlet ancak kabile devleti olur. Bunların örgütlendiği bir emniyet teşkilatının da gerçeği ortaya çıkarma misyonu büyük yara alır.

Tarikatlar devletten temizlenmediği sürece bu ülkede kimse güvende olamaz. Cumhurbaşkanlarının, başbakanların, genelkurmay başkanlarının bile güvende olmadığını gördük. Tören kıtalarında ya da cumhurbaşkanının selamlayacağı asker ve polislerin mermilerinin toplandığı günleri yaşadık.

Bir yanda işini iyi yapmaya çalışan, en azından kanunları, kuralları uygulamaya çalışan polisler, savcılar, hâkimler… Diğer yanda bunların zıddı bir çoğunluk. Böylesi bir gerçekliğin içinde yaşıyoruz ve zamanla da maalesef bunlara alışıyoruz. Bu durumda adalet kavramından söz etmek ne kadar mümkün?

Böyle bir devlette adalet mümkün değil. Bu çok sistemli bir şekilde inşa edildi. Yolsuzluk yapan bir siyasi iktidar, kendisini yargılayacak mekanizmayı ortadan kaldırdı. Bu, yargılanmaktan muaf bir kesim yarattı. Ama bu henüz başlangıçtı çünkü kirli sistem, devletteki zafiyeti mıknatıs gibi birbirine çekti, örgütledi. Suçu meşrulaştırdı. Demokrasilerde bunu engelleyecek pek çok mekanizma var. Kuvvetler ayrılığı bu yozlaşmanın ilacıdır. Dünyada ve Türkiye tarihinde onlarca denge ve denetleme mekanizması var. Halen yasalarımızda bunlar duruyor aslında. Ama tek adam rejimi, bunlar işlevsizleştirilerek var edildi.

Yani adaleti sağlayacak sistemi tekrar keşfetmeye gerek yok. Mesele toplumun demokrasiye sahip çıkmaması, adaletsizliğe tepki göstermemesi. Toplumsal ahlaki çöküşte sessizlik içinde bataklığa, karanlığa gömülüyoruz.

Ülkeyi çöküşe götüren bu rejime karşı toplumun iradesini ortaya koyması gerekiyor. Buna ek olarak biraz önce belirttiğim gibi tarikatların devlet içinden temizlenmesi şart.

Romanın tüm kahramanları neredeyse antikahramanken romanın ikinci yarısından sonuna kadar Levent, bizim iç sesimizi temsil etmeye başlı yor bence. Levent tüm defolarına rağmen iyi bir polis olmaya çalışıyor. Annesi babası öldürüldüğü için artık yurtta kalan küçük çocuğu ziyaret ettiği bölümde bunu çok kuvvetli hissediyoruz. Levent’in tüm bu karanlıkta vicdanı, bu düzene teslim olmayanların aklını ve duygusunu temsil ettiğini düşünüyorum.

Levent, gerçek için gösterilecek cesaretin sembolü. Dediğiniz gibi, o da antikahraman. Zaten kahraman olması gerekmiyor. Bu sistem içinde tutunamaması, koca dünyada kendini koyacak bir yer bulamamasının sorumlusu onun keskin karakteri, öfkeli kişiliği değil. Bu sistemin yalan dünyasının makulü olamamak çok insani bir özellik. Bunu bugün bir kez daha hissettim. Uluslararası bir medyanın Türkiye’deki ekonomi kanalını izledim. Motorlu Taşıtlar Vergisi’ne yapılan yüzde 100 zam konuşuluyordu. Orada yayına bağlanan uzmanların ya da otomobil sektörünün temsilcilerinin konuşmalarını izlerken midem bulandı. Bunu mecazi olarak söylemiyorum. Gerçekten midem bulandı. Onların tedirgin, korkak açıklamaları, otomobil sektörünün bir temsilcisinin “Devletimizin yanındayız” vurgusunu izlerken bile bu ülkede gerçeğin yalnızlığını görebiliyorsunuz. Bu ülkede kahraman olmaya ihtiyaç yok. Sadece bu kadar zavallı ve sahtekâr olmamak gerekiyor. Levent sadece bu hali kabullenemeyen bir komiser aslında. Vicdan bile değil temsil ettiği…

Karakterlerin iç seslerinde iyilik ve bencillik kavramlarını da sorgulatıyor İblis’i Öldür. İçinde yaşadığımız bu sistem, pek çok insanın kendi hayatını kurtarmaya odaklandığı, gerektiğinde bazı şeylere rahatlıkla göz yumduğu ve iyilik kavramının da bencilleştiği bir dönem sanki.

Üçlemenin tamamı, topluma yönelik bu eleştiri üzerinde ilerliyor. Yusuf Müdür ve Necmiye Hanım’ın sıcak yuvasının derinlerinde sırlar var. Onların gerçeklerle test edilmemiş iyilik dolu görünen dindar dünyaları üzerinden bunu sorgulatmayı hedefledim. Üstelik bu sadece bencillik değil. Kötülüğe, adaletsizliğe karşı sessizlik kimseyi tarafsız kılmaz. Bir ideolojiye ya da siyasi partiye inanan kalabalıklar kişisel çıkarları olmasa bile adaletsizliğe destek verdiler, veriyorlar. “Alnı secdeye değmiş” sloganı dürüst, ahlaklı, yolsuzluğa bulaşmayan bir siyasiyi tarif etmiyor. 100 yıllık Cumhuriyet tarihindeki çatışmanın bir tarafını tarif ediyor. Onun için ahlaki değerlerden vazgeçiyorlar. Evet, çoğunluk bencil bir sessizliğin içinde rıza gösteriyor olabilir ama son derece politik bir tercih yaparak demokrasiyle hesaplaşan kalabalıklar var.

Finalde çok haklı ve büyük bir öfkeyle kapatıyoruz kitabın kapağını. Levent’in yaşadığı hayal kırıklığı, öfke ve yalnızlığı biz de yaşıyoruz. İblis’in tek bir kişi olmadığını, her yanımızın İblislerle kaplı olduğunu anlıyoruz. İçimizdeki İblislerden nasıl kurtulacağız?

Hepsinden kurtulmak mümkün olmayacak. Ama kötülüğün bu denli organize ve güçlü olduğu bu dönemden kurtulmak mümkün. Bunun için temiz toplum ve temiz devlet talebinin toplumda örgütlenmesi gerekiyor. Bu aynı zamanda Levent gibilerin mücadelesi olacak. Sessizliği yırtacak çığlıklar gerekecek. Ahlaki çöküş ve çürümüşlüğün bedellerinin topluma anlatılması için çaba harcanacak. İnsanların buna alışmasına, bunu kabullenmesine izin vermeyecek demokratik güçler sahada olacak. Halkın gücü ve iradesi karşısında bu yapılar, kâğıttan kaplanların kumdan kalelerinden ibaret kalır ve darmadağın olurlar. Toplumun iradesiyle temizlenecek bir devlete ihtiyaç var. Devlet çok büyük bir güçtür. Zor aygıtı tekelini elinde tutar ve bunu yasalarla uygular. Günümüzde devlet organizasyonu çok güçlü. Temiz eller operasyonlarıyla çok etkili olabilirsiniz. Toplumdaki yozlaşmayı ortadan kaldırmaksa çok ama çok daha zor. Bu ülkenin demokrasiyi, cumhuriyeti yeniden eşitlikçi, katılımcı, özgür bir anlayışla ayağa kaldırılmasına ihtiyaç var. Bu uzun yıllar sürecek. Bunun tüm adımlarıyla planlanması ve örgütlenmesi gerekiyor.

Üç polisiye romanınızda da Türkiye’nin güncelini etkileyici bir biçimde anlattınız. Siyasi polisiyeler tüm dünyada bugünün ve geçmişin gerçekliğini ortaya çıkarıyor. Siz siyasi polisiyelere nasıl yaklaşıyorsunuz?

Polisiyenin Türkiye gibi bir ülkede politik atmosferden yoksun yazılması önemli bir eksiklik olur. Elbette siyasi dönemin kayda geçmesi ve ortaya konması gibi bir amacım var. Ama polisiye keyfi ve merakının, siyasi vurgunun altında ezilmemesine dikkat ediyorum. Güncel siyasi iklim içindeki gizemi, polisiye merakın bir unsuru olarak kullanmaya çalışıyorum. Bu, romandaki gerçeklikle kurguyu bütünleştiriyor. Başarabiliyorsam romanın atmosferini okur için daha etkili kılıyor.

Farklı ülkelerden siyasi polisiyeler okurların ilgisini çekiyor tüm dünyada. Üçlemenizin farklı dillerde yayımlanması gündemde mi, buna dair çalışmalar var mı?

Keşke olsa. Ama böyle bir talep gelmedi. Elbette romanlarımın mümkün olduğunca çok insana ulaşmasını isterim. Şunu da düşünüyorum; Türkiye çok karmaşık süreçler yaşadı ve bu dönemi yabancı meslektaşlarımıza bile tarif etmekte zorlanıyoruz. Çoğu zaman anlattıklarımızın komplo teorisi olduğunu zannedenler bile oluyor. Romandaki pek çok gerçeği, yazarın hayal dünyasına ait sanabilirler.

Polisiye dizi ve belgesellerle aranız nasıl?

Gazeteciliğin yoğun temposu nedeniyle çok fazla dizi izleyemiyorum. Ama True Detective dizisini çok sevmiştim. Karakterler, atmosfer, oyunculuklar daha fazla polisiye yazma isteği doğuracak kadar iyiydi. Richard K. Morgan’ın romanından uyarlanan Altered Carbon dizisinin ilk sezonunu da çok beğenmiştim. Edgar Allan Poe’ya selam duruşu çok hoşuma gitmişti. İkinci sezonu benim için hayal kırıklığı oldu.

Son zamanlarda okuduğunuz ve okurlarımıza tavsiye edebileceğiniz polisiye romanlar hangileri?

Şu an Carlos Ruiz Zafon’un Rüzgarın Gölgesi kitabını okuyorum. Çok etkileyici. Üçlemenin diğer iki kitabı, okunacak listesinde duruyor. Politik polisiyenin zirvesinde ise Volker Kutscher var. Bütün kitapları okunmalı.

Bir sonraki polisiye romanınızla ilgili hikâyeler zihninizde gelişmeye başladı mı?

Yazmadan ölürsem gözüm açık gideceğim bir roman planım var. Yine güncel bir politik polisiye olacak. Yeraltı dünyasıyla ilgili gazetecilik çalışmalarımla da beslediğim bir hikâyeyi uzun zamandır geliştiriyorum. Mafya-devlet-siyaset üçgeninde yani bugünün Türkiye’sinde gerçeklere dayanan bir roman olacak. Şimdilik bir tarih vermem çok zor.

İblis’i Öldür’den sonra çıkacak yeni kitabınız bir gazetecilik/araştırma kitabı olacak sanırım. Ne ile ilgili olacak yeni kitap?

Evet. Şu an üzerinde çalıştığım bir araştırma kitabı var. Ama şimdilik bende kalsın… Gazetecilikte haber atlamak gibi, araştırma kitaplarının daha önce biri tarafından yazılması kaygısı korkutucudur. Umarım anlayışla karşılarsınız. Kitabımla ilgili çok değerli analizler içeren sorularınız için teşekkür ederim. Bu, benim için bir keyifti.

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Önceki Hikaye

'Persepolis': Postkolonyal Melankoli

Sonraki Hikaye

'The Man Who Played With Fire': Stieg Larsson Arşivi

En Son Yazılar