Anlatıya dayalı sinemanın ilk örneklerinden biri aynı zamanda dramatik bir suç olgusunu ilk defa resmeden bir yapımdı; Edwin S. Porter’ın The Great Train Robbery (1903) isimli filmi, Western türünün öncülerinden olarak da görülüyordu ancak anlatıya güç veren şey suç olgusunun kendisi ve suçlunun yakalanma süreciydi. Sonrasında İngiliz Sineması, kritik ve rahatsız edici suç unsurlarının tansiyonunu düşürmek için komedi ögelerine ve rüştünü ispatlamış dedektif figürlerine yer vermeye başladı.
Bu nedenle Sherlock Holmes Baffled (1900) isimli film, gelecek yirmi sene boyunca büyük dedektifi ve icraatlarını bir eğlence unsuruna dönüştüren trendin fitilini ateşleyen yapımlardan biri oldu. D. W. Griffith, 1911 – 1912 seneleri arasında Mack Sennett’in başrolde olduğu bir dizi Holmes komedisi daha çekti. Sherlock Holmes’ün hikayelerinde olduğu gibi ciddi bir karakter olarak çizilmesi, William Gillette’in 1916’da, 1899 tarihli Sherlock Holmes isimli oyunu beyaz perdeye uyarlamasıyla gerçekleşti.
Sinematik suç filmi serileri Fransa’da da popülerdi ancak bu filmler ağırlıklı olarak resmi polis güçlerini alt eden usta suçluları odağına alıyordu, Louis Feuillade’nin Fantômas (1913 – 1914) ve Les Vampires (1915 – 1916) eserleri bunların örneklerindendir. Amerika’da ise durum biraz daha farklıydı.
Sessiz seri filmler suçla savaşan kadın karakterleri konu alıyordu; Pearl White’ın başrollerinde olduğu The Perils of Pauline (1914) ve The Exploits of Elaine (1914 – 15) gibi. Sessiz filmler, karmaşık gizemler ya da soruşturma süreçlerindense kılık değiştirme ya da aksiyon sahneleri gibi görsel ögeleri öne çıkarmayı tercih ediyordu. Bazı eleştirmenlere göre ekranda kadın karakterlerin öne çıkması, görselliğe verilen önemin uzantısıydı.
Klasik Dedektif
Klasik dedektif hikayesinin beyaz perdede asıl temsili, 1920’lerin sonunda sesli sinema dönemine geçişle başladı çünkü bu türün alameti farikası, karmaşık bir hikaye ve ipuçlarıyla çözülmesi gereken bir gizem sunmasıydı. Dedektif karakteri tıpkı edebiyatta olduğu gibi sinemadada popülerdi çünkü bu figür, izleyicilere şunu vaadediyordu; eğer resmi yetkililerin çözemediği bir vaka olursa, amatör dedektif ya da özel dedektif muammayı mutlaka çözüme ulaştıracaktı.
Amatör dedektif karakteri 1930’lar ve 40’lar Amerikan sinemasında oldukça popülerdi. Film stüdyolarının çoğu bünyelerinde mutlaka başarılı bir dedektif karakteri barındırıyordu. (Bulldog Drummond – Paramount, The Saint – RKO, Perry Mason – Warner Bros, The Lone Wolf – Columbia, Nick Charles – MGM, ve Michael Shayne – Twentieth Century- Fox.)
Kadın karakterlerin büyük bir çoğunluğu, merak içgüdüsüyle harekete geçen amatör kadın hafiyeler olarak resmediliyordu
1930’lu yılların sinemadaki kadın dedektifleri, kariyerlerini geleneksel evlilik ve aile kurma gibi kadına özgü işlerin önüne koyan bağımsız kadınlar olarak tasvir ediliyordu. Her biri suçun ve suçlunun peşinden, polis departmanını dolduran adamlara eşit bir şekilde, başarıyla koşuyordu. Suç peşinde koşan kadın karakterlerin bazıları özel dedektifti, Private Detective (1939) isimli filmdeki Jane Wyman karakteri gibi; ya da devlet adına çalışan gizli bir ajandı China Passage (1937) isimli filmdeki Constance Worth gibi.
Ama kadın karakterlerin büyük bir çoğunluğu, merak içgüdüsüyle harekete geçen amatör kadın hafiyeler olarak resmediliyordu. Bu, Miss Marple ekolünün bir devamıydı ve bu karakterler o kadar popülerdi ki kendi film serileri bile vardı. (gazeteci Torchy Blane 1937–9 seneleri arasında dokuz filmde rol aldı, genç hafiye Nancy Drew 1938–9 seneleri arasında dört filmde boy gösteri ve ilkokul öğretmeni Hildegarde Withers 1932–7 yılları arasında altı filmde karşımıza çıktı).
Kara Roman Okulunun Dedektifleri
Kara Roman, bir bakıma Britanya hafiyeliğinin Amerikan kent mekanına uyarlanmasıydı. Bu karakterler resmi polislerden ziyade, sokağa dair bilgisiyle suçları aydınlatan özel dedektiflerdi. Suçu tespit etme ve suçluyu yakalama sürecini amatör bir hafiye gibi kitaplardan ya da polisler gibi akademide öğrenmemişlerdi, onların okulu sokaktı. Kara Roman okulu sinemada da kendini gösterdi ancak romanlarda olduğundan daha yumuşak bir çizgide ilerliyordu.
O zamanlar Hollywood’un The Production Code isimli bir sansür sistemi vardı; 1930’ların başlarında öne atılmış ancak 1934 senesine kadar sıkı bir şekilde uygulanmamıştı. Aynı sansür durumu Britanya sineması için de geçerliydi. Bu sansür sistemi kara romanın belirleyici ögelerinden olan seks, şiddet ve kaba dilin beyaz perdede tasvir edilmesini yasaklıyordu. Dashiell Hammett ve Raymond Chandler gibi kara roman yazarlarının sert dedektiflerinin yerini nazik hafiyeler almıştı; Philo Vance ya da Nick Charles (ikisini de William Powell canlandırmıştı) gibi kentli amerikalı elitlerin arasında yaşayan karakterler resmediliyordu.
Film Noir, savaş zamanlarının ve savaş sonrası toplumun bir eleştirisini sunuyor ve eski askerlerin problemlerine odaklanıyordu.
Kara Roman dedektifinin beyaz perdede gerçek anlamıyla yerini bulması 2. Dünya Savaşı döneminin, Film Noir akımına denk geliyordu. The Maltese Falcon (1941) ve The Big Sleep (1946) gibi filmlerde, Humphrey Bogart bu karakterlere model oluşturmuştu. Film Noir terimi ilk olarak 1946’da fransız film eleştirmeni Nino Frank tarafından kullanıldı. Savaş zamanı Hollywood sinemasının, savaş sonrası dönemde de suç ve gerilim türlerini etkileyecek olan yeni bir kolu olarak tanımlamıştı.
Film Noir, savaş zamanlarının ve savaş sonrası toplumun bir eleştirisini sunuyor ve eski askerlerin problemlerine odaklanıyordu. Amerika’nın ikinci dünya savaşına girmesiyle birlikte kahramanlık ve kötülük konseptleri de yeniden tanımlanıyordu. O zamanlar Amerika’da bir yandan Freud’un psikanalizle ilgili çalışmaları da popülerlik kazanıyordu. Amerikalılar suçu sosyal problemlerin sonucu ya da organize bir kötülük olarak değil, psikolojik sorunları olan bireylerin kişisel eylemleri olarak görmeye başlamıştı.
Dolayısıyla beyaz perdede izledikleri kahramanın kendilerine yakın ve sağlam bir karakter olmasını istiyorlardı. Örneğin; Malta Şahini isimli filmde Cairo ve Gutman karakterleri tıpkı Hammett’in romanında olduğu gibi zengin ve eşcinsel olarak tasvir ediliyordu ama aynı zamanda belirli bir şekilde Avrupalı gibiydiler. Bu da ana dedektif karakterinin yani Sam Spade’in işçi sınıfına mensup, heteroseksüel, sert bir Amerikan kahramanı olarak tasvir edilişini iyice göz önüne çıkarıyordu. Birtanya’da ise “İngiliz işçi sınıfına mensup sert adam” prototipi, Stanley Baker’ın başrolde olduğu Hell Drivers (1957) isimli filmle başlayan bir dizi suç filmiyle sağlamlaştırıldı.
1950’lerden sonra kadın dedektif karakteri sinemadan neredeyse tamamen çekildi, ta ki 1980’lere kadar.
Bu film dizisi ABD’nin Film Noir ve Western türlerinden bazı özellikler alıp, suç ve suçluya İngiliz refah devletinin stiliyle cevap verecek şekilde yeniden şekillendirdi. Serinin diğer bir filmi, Hell is a City (1960) Baker’ı kuzeyli bir polis müfettişi olarak tasvir ediyordu. Savaş sonrasında cinsiyet rollerinin yeniden şekillenmesiyle birlikte Film Noir sinemasında bir takım kadın dedektifler de izledik. 1950’lerden sonra kadın dedektif karakteri sinemadan neredeyse tamamen çekildi, ta ki 1980’lere kadar.
1950’lerin ortalarında, sinema Atlantik’in iki yakasında da izleyici kaybediyordu. Çünkü televizyon gibi yeni eğlence araçları ortaya çıkmıştı ve özellikle de Britanya söz konusu olduğunda yeni kurulan konut bölgeleri, yerel halkın her hafta sinemaya gitme geleneğini kırmaya başlamıştı. Britanya televizyonlarında suçun tasviri tamamıyla sosyal problemlere odaklanıyordu.
İlk BBC yapımı polis dizisi Fabian of the Yard (1954–6) gerçek bir polis dedektifi karakterine odaklanıyordu ve dizinin ilgi görmesinin nedeni polis teşkilatındaki dedektiflerin suçları aydınlatırken uyguladıkları yöntemlerdi. Bu yapımdan sonra İngiliz dizilerindeki ana tema, polis prosedürü olmaya devam etti. Başka bir uzun soluklu BBC dizisi Z Cars (1962–78) İngiltere’nin kuzeyinde geçiyordu ve hem tasvir ettiği yeni suç türleri itibariyle hem de polis memurlarının kişisel ve profesyonel hayatlarında karşılaştıkları problemleri ele alması nedeniyle realizm akımına daha yakın bir çizgide ilerliyordu.
Bu dönemin filmlerinin teması polistik yolsuzluk ya da aile içi yozlaşma gibi temalardı.
1970’lerde ise başka bir savaşın, Vietnam Savaşı’nın sonrasında, dedektifler Retro ve Neo Noir sinemaya gerçekleri görmüş ve hayal kırıklığına uğramış dedektifler olarak geri döndüler. Bu dönem aynı zamanda Watergate Skandalı ve Kadın Hakları Hareketine de denk geliyordu. Gölge tezatları kullanarak yapılan ışık oyunları ve siyah beyaz gece çekimlerinin olduğu eski filmlerin aksine, gelmişte, şimdide ve gelecekte geçen yeni Noir filmleri, maskülinite endişelerini gün yüzüne çıkarıyordu. (Roman Polanski – Chinatown (1974), Robert Altman – The Long Goodbye (1973), ve Ridley Scott – Blade Runner (1982)).
Bu filmlerle birlikte Francis Ford Coppola’nın The Conversation (1974) ve Arthur Penn’in Night Moves (1975) isimli filmleri en nihayetinde dedektif olarak başarısızlığa uğrayan ana karakterlerinin kahramanlık vasıflarını sorguluyordu. Bu dönemin filmlerinin teması polistik yolsuzluk ya da aile içi yozlaşma gibi temalardı. 80’lerin ve 90’ların bazı Noir filmlerinde de (Angel Heart (1987) ve Basic Instinct (1992)) özel dedektif karakterleri ya da polisler vardı ancak buradaki karakterler dedektif figürü olarak önem kazanıp sıyrılamıyordu.
Amerikan yapımı dizilerde durum şöyleydi; 70’lerde ve 80’lerde televizyon dizileriyle yeni bir dönem başlamıştı. The Rockford Files (1975–82) ve Magnum PI (1981–7) gibi diziler bunların örneklerinden. James Rockford 1970’lerin özel dedektif karakterinin simgesel örneği haline geldi. Polisin kapattığı dosyaları ya da içinde bizzat polis parmağı olan suçları araştırıyor ve çözmeye çalışıyordu. Magnum PI dizisinin kahramanı Lance White ise çok daha dişli bir karakterdi. Vakaları biraz şans biraz da yeteneği sayesinde kolaylıkla sonuca ulaştırabiliyor ve görkemli hayat tarzıyla alışılmışın dışında bir dedektif karakteri çiziyordu.
Kriminalist Dedektif
Neo Noir sinemasından sonra 1980’ler polisiyesi “duyarlı” ve “düşünen” erkek karakterleri merkezine aldı. Bu yeni kahraman dedektif gücünü kaslarından değil beyninden alıyordu. Bu zeki dedektif karakteri işlenen suç anlatısının parçalarını mantığıyla birleştiren eğitimli ve profesyonel kahramanlardı. The Silence of the Lambs (1991) kriminalist sinemaya popülerlik kazandırdıktan on yıl sonra, onu takip eden Murder by Numbers (2002) ve Blood Work (2002) gibi filmler zeki ve ilgi çekici katil profillerini barındırsa da bu karakterler teknik olarak asla filmlerin kahramanı haline gelmediler, ana kahraman her zaman dedektif karakteriydi.
Bu, bilgi ve teknolojiyle şekillenen bir dönemdi ve bu yönetemleri kullanarak suçluları adalete teslim eden dedektif karakteri izleyicilerin epey beğenisini topluyordu. Bu trend kendini sonraları da hem sinemada hem de TV’de göstermeye devam etti. Kiss the Girls (1997) ve Untraceable (2008) gibi filmlerde ya da CSI: Crime Scene Investigation (2000–2015) gibi dizilerde bunu gözlemlemek mümkün. Bu yeni dedektif karakteri, yeni dünya düşüncesiyle uyuşuyordu. Suçları tespit etme süreci artık şansla ya da güçle üstesinden gelinebilecek gibi süreç değildi ve dedektifin çözmesi gereken şey sadece bir bulmacadan ibaret değildi. Suçları aydınlatmak artık tamamen bilimle alakalıydı.
Sinemada ve televizyonda kadın kriminolog dedektifler boy göstermeye başladı
Polisiye türü sinemada ve televizyonda hem dedektif hem de suçlu karakterleri tasviri bakımından erkek egemen portre çiziyordu ancak dedektifin gücü, fiziksel güçten ziyade zeka ve eğitime dayandırıldıktan sonra kadın dedektifler de ekranda sıklıkla karşımıza çıkmaya başladı. Özellikle de The Silence of the Lambs filmindeki FBI ajanı karakteriyle Jodie Foster’dan sonra Copycat (1995) and Untraceable gibi filmlerde de kadın kriminolog dedektifler boy göstermeye başladı. Televizyonda da benzer bir durum söz konusuydu. Crossing Jordan (2001–7), Law and Order: Special Victims Unit (1999–), CSI ve Prime Suspect (1991–2006) gibi dizilerle birlikte kadın dedektif figürü iyice pekişti.
CSI gibi dizilerin yavaş yavaş sona ermesiyle birlikte ise yeni bir dönem başladı ve izleyiciyle daha yakın ilişki kurmaya çalışan yapımlar ortaya çıktı. Kendine has bir anlatı tarzı ve karakter skalasıyla ekranlarda yer alan True Detective (2014 – ) bu yapımlardan biriydi. Matthew McConaughey’nin dedektifi Rust Cohle, CSI’ın fotojenik ve ışıltılı dedektiflerinden çok farklı bir portre çiziyordu. Rust Cohle, evrenin tanrısızlığı ve var olmanın beyhudeliği üzerine kafa patlatan bir karakterdi. Bu diziyle birlikte izleyiciler yeni bir sürece daha şahit oldu. Artık ekranlarda ve beyazperdede okurun ilgisini çeken tek şey soruşturma süreci değildi. Dedektifin iç dünyasına ve beyninin içine yapılan yolculuk en az soruşturma süreci kadar önem kazanmıştı.
221B Dergi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.