Mehtap Sezer ile Edebiyatist Yayınları etiketiyle yeni baskısı okurla buluşan Kör Pusula adlı ilk polisiye romanı hakkında konuştuk.
Mehtap Hanım, ilk polisiye romanınız Kör Pusula, Edebiyatist Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Kurmaca ve kurmaca dışı türlerle ilişkiniz, yazı serüveniniz ve ilk polisiye romanınızın ortaya çıkış sürecini anlatabilir misiniz?
Kör Pusula’yı yazmak benim için uzun süren, deneyim dolu bir süreçti. İlk taslağı oluşturduktan sonra uzun soluklu bir dönem başladı. Bilgisayarın başına her oturduğumda yazdığım bölümü yeniden yeniden okuyarak ilerledim. Çok ince detayları büyük titizlikle uygun yerlere yerleştirmeye çalıştım.
Yazı serüvenim öykülerle başladı. Sonrasında romanım hayatıma öyle bir girdi ki profesyonel olarak yazmaya başlamadan önce zihnimi neler dolduruyormuş merak eder oldum. İlk adımlarımı neyse ki doğru yerden başlayarak atmışım. Bunu yeni yeni anlıyorum.
Kurmacayı seviyorum, benim için doyurucu bir alan. Kurmaca dışı deyince çok fazla şey işin içine giriyor. Kurmaca dışı türlerde özellikle otobiyografi ilgimi çekiyor. Otobiyografiler bana tecrübelerin, deneyimlerin ortak dili gibi geliyor. Öyle olunca da yeri geldiğinde karakterlerime ilham olabiliyor.
Yazma eylemi, hayatımın hiçbir döneminde bana yabancı olmadı. Her zaman günlüklerim, şiirlerim, çeşitli konularda içimden gelenleri yazdığım denemelerim oldu. Profesyonel anlamdaysa öyküyle başladım. Bu yola girdiğinizde karşınıza inanılmaz güzellikte insanlar çıkıyor. Bunu yaşayarak deneyimledim. Çok yeni kaybettiğimiz ustam Mario Levi ve editörüm Can Gazalcı yolumu aydınlattı.
Kendinizi nerede, ne yaparken görmek isterseniz hayat sizi oraya götürebiliyor. Burada söylenmesi gereken sihirli sözcüğü atlayamam: Çalışmak. Belki günde sekiz saat çalışmak ya da gece çalışmayı seviyorsanız gerekirse sabahlamak. Eserlerin öyle kolay çıkmadığını bu süreçte yaşayarak gördüm. Roman yazmak, kurguyla uğraşmak ve romanımın merkez karakteri Ahmet’le yatıp kalkmak bana çok şey kattı. Elime aldığım her türlü eserin kıymetini daha da artırdı.
Yazmaya başladığımdan bu yana, tabii daha öncesi de var, her zaman polisiye roman ve öyküler ilgimi çekti. Bana akıl oyunlarını en kolay yerleştirilebileceğim alan gibi geliyor. Bu arada öykülerimin çok azı polisiye tarzında, fantastik olanlar da var. Hatta bir okurum şöyle demişti: “O fantastik öykünüzü okuduktan sonra alt geçitlerden geçerken tüylerim ürperiyor.” Bu yorumlar beni güdülüyor.
Romanımı yazarken hayatın içinde birebir yaşananlar da olsa kurgunun bir parçası olması için çok fazla süzgeçten geçiriyorum. Okura fısıldamak istediklerimi kurguya gizleyerek konunun farkındalığını artırmak, yeniden ve yeniden kurgulamak beni en fazla cezbeden şey çünkü bir tür sihirdir yaratım. Roman özgün kendi dinamikleri olan bir yapıyı barındırır. Kelimelerle oynayarak ortaya çıkarılan bir bütünden oluşur. Beğenilir ya da beğenilmez o ayrı bir konu. Fakat her okurun mutlaka o metnin içinde farklı bir yerinden alacakları vardır. Ben de bundan sonraki süreçte her okuruma borçlu olduğumu düşünüyorum. Belki de hayatı daha yaşanabilir kılmak istiyorum, bilmiyorum.
Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da taslaklarınızı nasıl oluşturdunuz, çalışmaya başlarken ilham kaynaklarınız neler oldu?
Okuduğum kitaplar ve hayatın kendisi. Gerek öykülerimde gerekse ilk romanımda görünür kılmak istediğim konular hakkında ek okumalar ve gözlemler yaptım. Belki ilham demek çok doğru olmayabilir. Çünkü aklına gelenleri kâğıda dökmeyince yeşeren fikirler hiçbir işe yaramıyor. Hemen unutulup gidiyor. Ayrıca insanların davranışlarını, çevreyi izlemeyi seviyorum. Onlarla ilgili yorumlar, tahminler yapıyorum. Yaşı kaç, mesleği ne olabilir? Nasıl bir hayatı vardır? Kısacık senaryolar yazıyorum. Bunlar bana kurgu terapileri gibi geliyor. Karakterlerin yaratım sürecinde çok faydalı oluyor. Yeni bir eser de bu notları takip etmekle başlıyor.
İlham, çalışanı ve üreteni çok seviyor aslında. Ancak bana kalırsa hayal gücü insanın zihnini besleyen besinler gibi. Başka başka hayatların düşünü kurarak yazmak yazarı çok farklı yaşamlara sürüklüyor. Sabır burada çok önemli. Yazma eylemini yılmadan usanmadan, her seferinde başa dönerek, yazdıklarını yeniden okuyarak, düzeltmeler yaparak son ana kadar sürdürmek gerek.
Romanınız yalın ve akıcı bir dille yazılmış, yarattığınız tempolu olay örgüsü ve merak öğelerinin katkısıyla son ana kadar heyecan içinde okunuyor. “Manisa’nın bir kasabasında doğan Ahmet, küçük yaşında başına gelen ‘aile faciasından’ sonra kendini sinsice gizleyen bir örgütün eline düşer. ‘Hades’ kod adıyla bir teröriste dönüşen Ahmet, eğitimini tamamlayıp başarılı bir bilim insanı olacakken kaderini onun ve onun gibi binlercesinin hayatını zehir eden hain bir örgüte, bir kör pusulaya bırakır. Daha güzel, daha eşitlikçi bir dünya vaadiyle gençleri kandıran örgüt, Hades’i Türkiye’nin nükleerle ilgili çok kritik projesini sabote etmeyi amaçlayan eylemlerin içine sürükler. Ahmet’in çocukluk arkadaşı Yusuf da bu kanlı yolda onunla birlikte yürümektedir. Ahmet’in aynı örgüt için bir ajan gibi çalışan güzeller güzeli Selin’e âşık olmasıyla olaylar tam bir çıkmaza sürüklenecektir,” deniyor romanınızın arka kapak notunda. Romanınızda ele aldığınız temel meseleler hakkında neler söylemek istersiniz?
Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun idari kısmından tutun da, hemen her yönetim kademesinde uzun yıllar çalıştım. Kurum yurtlarında üniversitede okuyan binlerce öğrenciyle karşılaştım. Gençler en hassas konum oldu. Çünkü onların ne şartlarda memleketlerinden geldiklerine, okumaya ve bir taraftan da hayatın içinde kendilerine bir yer edinme çabalarına şahit oldum. Çok şeye tanıklık ettim. Gençlerin izledikleri, belki de ellerinde tuttukları pusula çok önemli. Bazen seçilen pusula doğruyu göstermeyebiliyor, yollarını kaybedebiliyorlar. Romanımdaki Ahmet de yolunu kaybeden bir genç, yaşadıkları maalesef bize hiç de yabancı değil.
Birilerini kendisine yol gösterici olarak seçmiş, zaman içinde nerede durduğunu kavrasa da girdiği yol içinden çıkılmaz bir hal alınca onlardan ayrılamamış. Çünkü Ahmet’i ve arkadaşı Yusuf’u onun gibi kimsesiz çocukları, ahtapot gibi sarmış yasadışı bir örgüt var.
Aslında romandaki Akrep Cemil karakterine bir metafor diyebiliriz onun yerine her türlü kötülüğü koyabiliriz. Gerçek niyetini göstermeden bir bataklık gibi çevresindekileri yavaş yavaş içine alıyor, durumu fark ettiğinizde ise boynunuza kadar bataklığa gömülmüş oluyorsunuz, kimse de sizi kurtaramıyor artık.
Romanda öteki katman Ahmet’in yumuşak karnı olan engelli kardeşi. Onun için yapamayacağı şey yok. Kendisine bir şey olursa ona kimin bakacağı, sahip çıkacağı gibi çıkmazları var. Her engelli bireyin anne ve babasının hisleri de bu doğrultuda değil midir? Ben de bir engelli annesi olarak onların yüreğindekini o kadar iyi anlıyorum ki. Oradaki ateş hiç sönmez bilirim, ne acılar ne fırtınalar kopar o nadide yüreklerde. Bunu romanın bir yerinde mutlaka hissettirmem gerekliydi.
Hikâyeler iç evrenimizin, kozmik yapımızın yansımaları olarak dünyayı daha katlanılabilir hale getiriyor. Hikâyeler ötekilere yazılıyor, öznel alana hitap ediyor, okurları etkilemeleri gerekiyor. Günlük hayatta katlanamayacağımız gerçekler hikâyede, romanda katlanılır hale geliyor. Öykü kitabınız da var, öykü yazmaya devam ettiğinizi biliyorum. Farklı türler arasında gidip gelmek ve karar vermek nasıl bir deneyim sizin için?
Yazmak kesinlikle gönül işi. Başka dillerde bu kadar güzel, dolu dolu bir karşılığı var mı bilemiyorum. Ömer Seyfettin öyküleri beni büyüttü. Onun karakterlerinde hayatın gerçeklerini buldum. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Füruzan’ın ilk öykü kitabında yer alan “Parasız Yatılı” öyküsü içimi titretir. O kadar yalın ifadelerle bizi bizden alır ki… Sait Faik Abasıyanık, Ferit Edgü, Tomris Uyar iyi ki bu topraklarda yaşadılar. Biz yeni yazarlar olarak onların serptikleri çakıl taşlarını takip etmeye çalışıyoruz.
Öykü yazmaya devam ediyorum. Hatta Kör Pusula‘yı yazdığım süreçte yirmiye yakın öyküm de yayımlandı. Kalemim öyküler aracılığıyla olgunlaştı. Roman tek bir ana kurguya eklenen ek kurgular üzerinden yazılıyor. O kurgunun içinde debelenmek, çaba göstermek beni yoruyor. Yeni bir öykü fikri yakaladığımda, yazdığımda ve bitirdiğimde kendimi tazelenmiş hissederek romanıma kaldığım yerden devam edebiliyorum. Öykü de çok meşakkatli bir tür tabii.
Çok ciddi bir birikim olmasına karşılık Türkiye’de neden siyasi polisiye bu kadar az yazılıyor sizce? Öte yandan son dönem yerli polisiye romanlarda toplumsal meselelerin görünürlüğünün arttığını düşünüyorum, ne dersiniz?
Sanırım siyasi polisiye dokunulması zor bir alan, yazılması değil tabii ki. Yazarlarda çekingenlik oluşturan yasak bölge gibi. Hep ürkülür, uzak durulur, fazla konuşulmaz. Politik meselelerin polisiye kurmacaların içinde olması gerektiğine inanıyorum. Bu, polisiyeye ilgiyi daha da artıracaktır. Çocukluğu seksenli yıllarda geçmiş nesil olarak bizden sonraki kuşaklara o dönemi polisiye kurmacalar üzerinden anlatma ve farkındalık yaratma sorumluluğumuz var. Belirttiğiniz gibi son dönemde polisiye romanlarda toplumsal konular daha fazla işleniyor. Bana kalırsa polisiyenin daha çok okunurluğunu artırıyor bu yönelim.
Kör Pusula‘daki gençlik merkezleri, gerçek yüzünü göstermeyen yasadışı örgütler olarak güya kimsesiz gençleri bağrına basıyor. Onlara maddi manevi yardımlar yapıyor. Bunu bir metafor olarak kullandım. Hayatımın hiçbir döneminde siyasetle içli dışlı olmadım. Siyasetin politikacıların işi olduğunu düşünürüm. Gençliğimde evimizde hiç siyaset konuşulmazdı. Fakat çocukluğum 12 Eylül 1980 darbe döneminde geçti. Çevremden, mahallemden birçok hikâye dinledim. Onlarla büyüdüm. O yıllarda delikanlı olan amcalarımın ne zorluklar içinde okuduklarını gördüm. Sokağa çıkma yasaklarında dışarı çıkanların başına kötü şeyler geliyordu. Siyah beyaz tek kanallı televizyon haberlerinde ölü sayılarını duyardık. Okuduğunuz gazetenin siyasi kimlik olarak üzerinize yapıştığı zamanlardı. Dedemden 40’lı yıllardaki yokluk hikâyelerini dinledim. Dört yıl askerlik yaptığını öğrendim. Hepimiz yaşadığımız ülkenin hikâyeleriyle yoğrularak büyüdük. Galiba toplumsal olaylara ilgimi buna borçluyum.
Özellikle polisiye roman ve öykü türlerinde Türk ve dünya edebiyatında başucu yazarlarınız kimler?
Edebiyatımızda bana polisiyeyi sevdiren yazar Ahmet Ümit diyebilirim. Armağan Tunaboylu, Algan Sezgintüredi, Celil Oker, Elçin Poyrazlar ve Hakan Günday’ı da sayabilirim. Dünya edebiyatında ise polisiyenin ilk adımlarını atan Edgar Allan Poe’nun öykülerini çok severim. Agatha Christie, Stephen King, Jean-Cristophe Grange, Tess Gerritsen de okuyorum.
Bir yanda robotlar, yüksek hızlı trenler, drone otomobiller, sürücüsüz araçlar, kuantum bilgisayarlar, gen editörleri, yapay organ üreticileri, veri dedektifleri gibi yeni meslekler… Öbür taraftan iklim krizi, salgınlar, savaşlar, göçler, ırkçılık, her geçen gün artan temel eşitsizlikler… Kitaplar, dergiler, dijital mecralar, sosyal medya, filmler… Yazarların, yayıncılığın ve okur kitlesinin geldiği son noktayı da göz önünde bulundurarak hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde polisiye roman ve öykü türünün bugününü ve gelecekte neler olabileceğini değerlendirebilir misiniz?
Şu anki dünya düzeni doğduğum zamanlara göre çok farklı. Benim yaş grubum jetondan, çevirmeli telefonlardan cep telefonuna, radyo pikaptan bluetoothla müzik dinlemeye kadar hepsini yaşayarak geldi. Teknoloji son otuz kırk yıl içinde inanılmaz ilerledi. Bilgisayar çok büyük rahatlık, yazmak çok daha kolay. Arama motorları merak ettiğiniz konu neyse hemen önünüze çıkarıyor. Dijital ortamda romanlara, öykülere hızla ulaşılabiliyor. Her türlü teknolojiye rağmen kâğıt kokan kitap, ellerimle dokunduğum, sayfalarını çevirdiğim matbu basım benim için hâlâ çok kıymetli.
Son yıllarda polisiye roman ve öykülere olan ilginin arttığını düşünüyorum. Özellikle polisiyenin genç hayran kitlesi var. Vakıf okullarında düzenlenen kitap günleri, imza ve söyleşi etkinliklerinde bunu birebir yaşadım. Polisiye yazarlar artık daha görünür. Burada sosyal medyanın, dijital platformların çok etkili olduğunu düşünüyorum.
Özellikle Algan Sezgintüredi ve Elçin Poyrazlar’ın çabalarıyla kurulan, üyesi olduğum Poyabir (Türkiye Polisiye Yazarları Birliği) ülkemizde polisiye edebiyata çok önemli katkılar sağlıyor. Polisiye yazarları bir arada tutmak, birliktelik yaratmak gibi bir misyonu dışında birliğin çok güzel etkinlikleri oluyor.
Bazı yayınevleri polisiye öykülerden oluşan kolektif kitaplar basıyor, gönülden tutkuyla harcanan zamanlardan kıymetli eserler çıkıyor.
Edebiyatın dünyada yaşanan her türlü olumsuzluklara rağmen görevini yaptığına, yapmaya devam edeceğine inanıyorum. Sanata ilginiz yoksa bunu göremezsiniz. Bu dünyayı edebiyatın ve iyiliğin daha yaşanır hale getireceğine inanıyorum.
Polisiye roman ve öykü yazmaya devam edecek misiniz, masanızda neler var önümüzdeki dönem için?
Polisiye roman ve öyküler yazmak artık yaşam biçimim oldu. Sabır isteyen bir uğraş. Sayfalarca yazıp sayfalarca silmek, bıkmadan usanmadan tekrar tekrar yazmak zor ama bir o kadar da huzur verici.
Polisiye roman ve öyküler yazmaya devam edeceğim. Hayatın içinde katiller, suçlular varsa romanımda da olacak. Toplumsal sorunlar, entrikalar, siyasi handikaplar hepsiyle harmanlanacak. Şu an masamda yazmayı sürdürdüğüm bir polisiye roman dosyam var.