24 Kasım’da adeta Çağatay Yaşmut’a doğum günü hediyesi gibi raflarda yerini aldı Felsefe Cinayetleri. Bu zaman ayarlamasında Oğlak Yayınları sahibi Senay hanım’ın parmağı olduğunu düşünürüm hep. En son 2019 yılında içinde üç novella bulunan öykü kitabı ‘Benim Canım Ailem’i yazdıktan sonra bizi iki sene bekleterek kanırtan Çağatay Yaşmut bence kendi topuğuna sıktı. Bunu kendisine de söyledim hatta. Çünkü bence Felsefe Cinayetleri kendisinin ustalık eseri oldu ve çıtayı arşa taşıdı. Bundan sonra artık ağzıyla kuş mu tutar, burnuyla kelebek mi yakalar bilemem. Ama emin olduğum şu ki; bu çalışkan ve azimli adam hep bir öncekinden daha iyi bir kitapla biz okurlarının karşısına çıkmaya devam edecek.
Başkomiser Galip benim oldukça sevdiğim bir adam. En az Çağatay Yaşmut kadar seviyorum. Yazarlara hep sorulur ya; ‘Kendinizden neleri kattınız karakterinize?’ diye, Çağatay’ın cevabı enteresandır. ‘Kendimde olmayan her şeyi bu adama yükledim, merak ettim böyle bir hayat nasıl oluyor diye. Aslında fena da olmuyormuş.’ diye cevap verir. Kolay değildir kendinden zıt bir karaktere hayat vermek, onu ete kemiğe büründürmek, kabul ettirmek. Ama o bunu büyük ustalıkta başardı. Ben şimdi emniyete gitsem gözlerim Galip’ i gerçekten arar.
Galip ilk kitaptan itibaren oldukça değişti aslında. Eh değişmeli ve gelişmeli de zaten karakter, yazarı gibi. Diğer türlüsü pek sıkıcı olurdu. İlk kitap Beyoğlu Çıkmazı’nda karşımızda sert, sorgu odalarında şiddete başvuran, kadınlara karşı kibar olmayan, çapkın, hatta silahı şakağına dayayacak kadar depresif bir adam varken son kitap Felsefe Cinayetleri’nde karşımızda daha kibar, sevdiği kadın için çabalayan, sağlığına çok daha dikkat eden, düşünceli, kısacası daha olgun bir Galip çıktı. Bazı okurlar eski Galip’i görmek istiyorlar, okuyorum sosyal medyadan. Genelde bunu isteyenler erkek okurlar. Çünkü eski Galip tam bir hırt, o kadın senin bu kadın benim eğlenen bir adam haksız mıyım? Bol sevişme sahneli, müstehcen içerikler vs. Çakallar sizi… Kadın okurlar ise hallerinden memnun gibi duruyor. Gerçi bu durumdan Çağatay’da çok rahatsızdı, çünkü başta da dediğim gibi kendinin zıttı bir adam Galip. İlk başlarda karakterde kendinden hiçbir şey olmazken şimdi Galip’in Çağatay’a benzemeye başladığını görüyoruz. Bu kitabında polisiyeye olan tutkusuna bir başka tutkusu olan Felsefe’yi de ekledi ve ortaya şahane bir şey çıktı. Ben de bir ara Felsefe’ye merak saldım, girip bir baktım arkadaşlar. Hayat benim için ciddiye alınacak bir şey olmadığından aradığımı bulamadım açıkçası. Baktım sorgulamaya başlıyorum, kafaya takacağım her şeyi, yol yakınken döndüm. Sadece Socrates’i sevdim. Dik başlı, mağrur, sevilesi. Aynı ben. Selam olsun sana Socrates. Felsefe Cinayetleri’yle bir de Boethius ile tanıştım. Pek de memnun oldum. Gelelim benim için çok özel olan bu kitabın konusuna.
Bir iş adamı olan Şefik Gören sevgilisinin evinin önünde öldürülüyor. Adam ne hayallerle gitti ne buldu. Ama o bunu haketmişti bence çünkü arkası çok güçlü ve iktidar yanlısı bu adam pis işlerle uğraşan, usulsüz ihaleler kapan bir müteahhit. Cinayeti, yaklaşık bir yıl önce Şefik Gören’ in inşaat şantiyesinde çıkan yangında ölen iki işçinin ailelerinin işlediğinden şüphelenilir. Bu ailelerin de terörle bağlantısı üzerine davaya Terörle Mücadele de dahil olur. Galip ve ekibi daha bu cinayetle uğraşıp tek bir ip ucu bile bulamazken peş peşe cinayetler işlenmeye başlanır. Önce bir oyuncu, ardındanda bir taksici. İş adamının ardından öldürülen tüm bu kurbanların tek ortak noktası, öldürülmelerinden önce onların hayatlarıyla ilgili, uyarı mahiyetinde kendilerine gönderilen, Boethius’un Felsefenin Tesellisi kitabından şiirler. Galip sadece cinayetlerle uğraşsa yine iyi. Cinayetlere bir de polisin içindeki örgütlenme de eklenince Galip ve ekibi uyku uyumaya zaman bulamaz. Çağatay Yaşmut’un her kitabında takık olduğu bazı sosyal meseleleri olur, bunda da var elbet. Devletin içine sızmış cemaatler, kentsel dönüşüm, usulsüz ihaleler, neler neler… Bir taraftan katili arıyor, bir taraftan Serdar’ın karıştırdığı haltlarla uğraşıyor, bir taraftan da Oya’nın triplerini çekiyor, (nefret ediyorum bu Oya’ dan. Neyse ki…) hatta saldırıya uğruyor, vuruluyor, ölümlerden dönüyor. Her şerde bir hayır var diye boşuna dememişler, bu sayede de huzuru bulmasına ramak kaldı bence, alıyoruz sinyali kitabın ilerleyen sayfalarında. Huzur kızıllarda arkadaşlar, bunu daha önce de Brunetti yazımda belirtmiştim.
Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyolojik ve politik durumu öyle güzel eleştirmiş ki. Suya sabuna dokunmayan yazarlardan olmamış. Kim demişti anımsayamadım, Sue Grafton olabilir; ‘Polisiyede adeta yemek sonrası yenilen tatlı gibi’ olan‘ adalet’i bize kurnazca oluşturduğu kurgusuyla cinayetlerin peşinde koşarken, muazzam gözlem yeteneği ve yazımıyla bize şahane de bir İstanbul turu attırıyor. Gizem ve muammayı son sayfaya kadar canlı tutarak kitabın finalinde bizi şaşırtmayıda başarıyor.
Galip’i bu kitapta eminim daha çok seveceksiniz. Ona bazen acıyacak, bazen gülecek, hem de çok üzüleceksiniz. Ve iddia ediyorum en insancıl yönlerini de bu kitapta göreceksiniz. Umarım ve aslında biliyorum ki yeni bir Galip romanı için çok fazla beklemeyeceğiz, değil mi sevgili dostum?