Bu yazı 221B Dergi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
Polisiye türü Edgar Allan Poe’nun yazı masasında dünyaya gözlerini açtığı günden bugüne hep dışarı baktı. Yazı masasına kapanan büyük yazarın sancılar içinde bize kazandırdığı bu fevkalade tür, tıpkı Poe gibi dünyanın her kıtasıyla, yerin altıyla ve bulutların ötesiyle, insan beyninin enginleriyle, toplumların kaotik düzeniyle yakından ilgilendi.
Polisiye için, sosyal eleştirinin dolaysız bir şekilde göründüğü, toplumsal yapıdaki her türden şaibenin hiç değilse nesnel bir tasvirinin gözlenebildiği yegâne tür denebilir. Bunda hikâyesini toplumun çatlaklarında arama ve bulma mecburiyetinin payı olduğu kadar, okuruna vaat ettiği dolaysız macera ve gerilimin yazara çıplak bir anlatımı dayatmasının da payı var kuşkusuz. Bu nedenle parlak zekâ gösterilerinin hikâyenin önüne geçtiği “Altın Çağ” polisiyelerinde bile cinayetler sınıf çatışmasının bir tezahürü olarak belirirler. “Altın Çağ” polisiyelerinde katil, biz gülelim diye ya da yaratıcı bir yazardan yoksun olduğu için değil, devam eden bir çatışmanın (sınıf savaşının-tarihselliğin) kaçınılmaz sonucu olarak uşaktır. Ne zaman ki işletmeleri kamulaştırılan, iflasa sürüklenen bir işadamı borç yükü altında çıldırmanın eşiğine gelir ve cinayetler işler, polisiyeciler işte o zaman katillerini uşakların arasında aramaktan vazgeçer. Bu bir zaman sorunudur. Olup biteni inkâr etmeyen, kabul de etmeyen, kayda geçiren dürüst bir tür polisiye.
Son ana kadar muamması havada kalsa da matematik kesinlikteki bu dürüst türün altını çizdiğimiz bu özelliği belki de en çok mahkeme süreçlerini odağına alan hikâyelerde karşımıza çıkıyor. Kalın dava dosyalarına düzensiz bir şekilde giren onlarca belge, çoğu kez bir polisiye roman taslağıdır: Onu yeniden üretecek yazarını bulana dek elbette. Polisiye gerçeğin kendisi değildir ne de olsa, zamandan kesilip alınmış bir dilimdir, özel, yoğun, buruk bir dilim.
ŞEYTAN DÜĞÜMÜ
Birkaç “angaje” filmini bir kenara koyarsak Atom Egoyan için, ağır bir hüzün ve izleyeni hikâyenin içine, karakterlerin yanına çeken hissedilmez kamerası ile gergin aile dramlarının yönetmeni denebilir. Başka Bir Dünya filmi hemen tüm meziyet ve fikirlerini sergilediği, belki de en iyi filmi olarak anılabilir. 2013 yapımı Şeytan Düğümü de (orijinal adı Devil’s Knot) yönetmenin ısrarla üzerine gittiği izleği takip ediyor sonuna kadar aslında: Ailenin bir toplumsal kurum olarak dışsal ve bileşenleri tarafından tam olarak kavranamamış, kavranamayan yapısı bir yanda, onun tartışmasız, sorgusuz kabulünün zaman içinde baş veren problemleri diğer yanda. Egoyan filmlerinde ailenin zayıf karnı olarak birliğe sonradan dahil olan çocuk işaret ediliyor. Çocuk, ya varlığı ya da yokluğu ile birliğin, ailenin aslında doğal bir tamamlayıcısıyken yıkımın, süregelen mutsuzluğun müsebbibine dönüşüyor. Hemen her seferinde çocuk ya hiç var olmadığı için ya da bir şekilde ortadan kaybolduğu için aile (kadın ve erkeğin duygusal, cinsel gerilimi) kendi zıddına yani bir “aile yıkıcı”ya dönüşüyor. Egoyan’da aile kutsal fakat tutucu, travmatik bir olgu olarak gerilimin temel unsurudur. Şeytan Düğümü’nde de böyle bir aileyle tanışıyoruz. Öyle ki karı koca olduklarını anlamak zaman alıyor, ilişkinin “ne” olduğu, çocuk ortadan kaybolduktan sonra netleşiyor.
Senaryo gerçek bir dava dosyasından yola çıkılarak, gerçeklere sadık kalınarak yazılmış. Küçük ve tutucu bir Amerikan kasabası. Kaybolan ve sonrasında nehirde cesetleri bulunun küçük çocuklar. Hızla ele geçirilen katiller ve çok daha hızla sanıklar için idam yolunun açılması. Sanıklar kasabanın metal müzik dinleyen, metal kültürünün başkaca nişanelerini de sahiplenen, sorumsuz ebeveynleri olan gençler. Kaba bir hayat görüşüne sahipler, olumsuzluklar görüyor ve olumsuzluklar üretiyorlar. Yansız bir gözle, kayıp çocuklar oldukları itiraf edilebilir. Onları kasabalının gözünde suçlu yapan şey de zaten esas olarak bu özellikleri. Öyle ki aleyhe elle tutulur bir delil neredeyse yok. Buna karşılık sanıkların evlerinde satanist ayin videoları izledikleri, sağda solda inançlı insanları rencide edecek şekilde davrandıkları herkesin malumu. Kasabalılar, çocuklarına kötü örnek, inançlarına tehdit olarak gördüğü bu çocuklardan başka şüpheli bulup çıkaramıyor. Çünkü diğer herkes kasabadaki diğer herkese benziyor. Burası önemli: Bir tür skolastik, Amerikan kasabalarını, kadınların cadı diye yakıldığı çağlarla eşitliyor. Kasabalılar için, metal müzik dinleyen birkaç serserinin infazı, çocuklarının katilinin elini kolunu sallayarak sokakta dolaşmasından daha önemli oluyor.
Kasabanın dışından bir dedektif zayıf delillerle çocukların idama iteklenmesine razı olmuyor ve sanıkların avukatlarına yardım etmeye karar veriyor. Dedektif, cinayetin arkasındaki gerçeği ararken kasabanın gerçeğiyle yüzleşiyor, apaçık ortada olan gerçekle: Son derece tutucu bir halk ve adaletten ziyade hıza önem veren kokuşmuş bir yargı sistemi.
HÜKÜM
Orijinal adıyla The Verdict’i yıllar önce, çok sevdiğim oyuncusu Paul Newman’ın ya da Hollywood’un sakıncalılarından ve belki de tüm zamanların en ünlü mahkeme filminin (12 Öfkeli Adam’ın) yönetmeni Sidney Lumet’in hatırına değil de senaryo ustası David Mamet için seyretmiştim. Yönetmen ya da oyuncuyu değil de senaristi ilk kez o zaman, 90’lı yıllarda, bir saat gibi tıkır tıkır işleyen Mamet filmlerini/senaryolarını izlerken merak eder olmuştum. Alameti farikası hem de yönettiği Oyun Evi’dir.
Hüküm’de (The Verdict) detayları, karakterlerin kademe kademe açılması, dönüşleriyle neredeyse gene kusursuz işliyor. Daha zorlayıcı gelmesi beklenen finalin bir anda ve sıkışmadan gelmesi bir yana bırakılırsa kusursuz.
Saf bir mahkeme filmi. Hikâye dürüst, bu sebeple kaybetmiş yaşlı bir avukatı takip ediyor. Avukatın (yaşını başını almış Paul Newman’ın) eline, yıllardan sonra para kazandıracak iyi bir dosya geçiyor. Tek yapması gereken, sanığın teklifini kabul edip tazminatı alıp müvekkiline vermek ve içinden kendi payını almak. Amerikan hukuku buna izin veriyor. Hem mahkemeyi bir davayla uğraştırmamış, hem de bir davayı hızla çözmüş olacak. Fakat onu kaybeden bir avukat yapan ahlakı yine devreye giriyor ve ne kadar yüklü de olsa sanıkların hâkim karşısına çıkmadan, ceza almadan, sadece tazminatla kurtulmalarını içi kaldırmıyor. Sanık, bir kilise hastanesinin tüm Amerika’da tanınan namlı bir doktoru. Mağdur ise doğum esnasında doktor hatasıyla çocuğunu ve sağlığını kaybeden, bitkisel hayata giren yoksul bir anne.
Davanın güçlü tarafı kilise ve doktor, zayıf tarafı ise güvencesiz anne ve dürüst avukattır. Avukat, kiliseye dürüst ve ahlaklı olmayı; doktora meslek yeminini; meslektaşlarına adalet tanrıçasını hatırlatmak zorundadır. Bu bir sistem tartışması değilse nedir?
Yönetmen Sydney Lumet, yukarıda andığımız 12 Öfkeli Adam’da da Serpico’da da filmografisinde yer alan çok sayıda nitelikli filmde de toplumsal kurumlardaki bir çıkmaza yakından bakıyor. Polis teşkilatına, hukuk sistemine, sağlık sistemine, medyaya vb. Çalıştığı müthiş metinlerin de katkısıyla, şikâyet eden, mızmızlanan bir görüntü vermekten kurtulmayı her defasında başarıyor. Karakterleri aracılığıyla arızayı gösterdiği gibi, basitleştirilmiş bir düzeyde de olsa restore etmenin yolunu da gösteriyor. Bu formül The Verdict’te de benzer bir şekilde işliyor. Arka planda açık sözlülükle gösterilen sosyal, idari çözülmenin güçlü sahipleri, işçi sınıfına mensup bitkisel hayattaki bir hasta ve onun “kaybetmiş” öncüsünün (avukatının) bir fiskesiyle yıkılıyor: İtiraf etmek gerekir ki, dramatik yapıyı zayıflatan bu “bir fiske” meselesi, politik açıdan güçlü ve umutlu duruyor!
İKİ DÜNYA
Amerikan mahkeme filmlerini jüri sisteminin varlığı kadar, yargı sürecinin başlangıçta, avukatlar ve savcılar arasında yürütülen bir alışveriş (uzlaşma) mekanizmasına dayanması da izlenir kılıyor. Her iki film de bu sistemin istismara, büyük hatalara ne kadar açık olduğunu göstermesi açısından kayda değer. Amerikan sinemasının bu alttürdeki onlarca filminde, aynı mekanizmaların farklı yönlerinden eleştirildiğini de göz önünde bulundurursak zaten gözü bağlı olan tanrıçanın elinden kılıcının da alındığı sonucu çıkıyor. Sadece Amerika’da değil elbette, kılıcı kim tutacak, en büyük tartışma bu değil mi?
Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi’nin etkileyici ilk cümlesi, sadece bir romana nasıl girilmeli sorusunu neredeyse tartışmasız bir isabetle yanıtladığı için değil, hemen tüm altüst oluş dönemlerinde zamanın soğukkanlı bir analizini yapmak isteyeceklere ışık tuttuğu için de unutulmazdır: Zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü! Ne lanetlemeli, ne görgüsüz alkışlarla methetmeli! İki şehri, çatışan iki dünyayı anlamalı.
Yukarıda bahsi geçen iki film, halk sağlığı için örgütlenmemiş bir sağlık siteminin ve “adalet”ten ziyade “anlaşma”ya odaklanmış bir hukuk sisteminin varacağı yerleri işaret ediyor. Filmlerde gösterilenin kurgudan, hikâyeden ibaret olmadığınıysa pandemi sürecinde canlı, ham görüntüler ve binlerle telaffuz edilen can kayıplarıyla görmüş olduk. Polisiye hikâyeler hayatla, bugünle bağı sağlam yapılar kurarlar fakat son tahlilde muammayı çözmek ya Hüküm’deki gibi idealist bir öncüye ya da Şeytan Düğümü’ndeki gibi özel hayatı baş aşağı giden dedektiflere kalır. İki dünyanın çatışması tarihin bir noktasında donup kalmış değildir, dünyanın tüm şehirlerine, zamanın her dakikasına yayılmıştır. Bugünlerin polisiye hikâyeleri yazılırken fonda, halk sağlığı için ölümü göze alan otoriter sistemler ve halk sağlığını öncelikleri arasında tanımlamayan demokrasiler yine olacak.
Bekleyip görelim: Tüm muammaları çözecek tek dedektif zaman’dır!