Ahlak Savaşçıları

25 dakikalık okuma

Katı muhafazakârlığıyla tanınan ABD’nin ilk kadın doktoru Elizabeth Blackwell (1821-1910) şiddet ve cinsellik içeren yayınlardan kaynaklanan tehlikenin ebeveynler tarafından hafife alınmaması gerektiği konusunda sivil toplum propagandası yürütürken kendisini geniş bir örgütsel yapılanma içerisinde bulmuştu. Ahlak Savaşçıları olarak adlandırılan sivil hareket, 1870’lerden itibaren hızla yayılarak muhafazakâr halk kitleleri tarafından sahiplenildi. Kendilerini toplumsal reformcu olarak gören Ahlak Savaşçıları, şehvet suçlarının artmasının baş nedeninin sert dedektiflerin tekinsiz maceralarını anlatan avantür kitaplar olduğunu savunuyordu. 

ABD’de bu tür kitaplara “on paralık roman/dime novel” denmekteydi ve şehvet katilleriyle tecavüzcülerin büyük kısmı on paralık roman meraklısıydı. Kötü adamlar, boğaz kesen korsanlar ve maço dedektiflerin cinsellik içeren vurdulu kırdılı “aksiyon” filmlerine ve kadınların seks nesnesi olarak gösterildiği bu tür yayınlara düşkündü. 

O dönemde Batı Avrupa’daki birçok ülkede “zararlı yayın” olarak tanımlanan ürünlerin yasaklanması için yoğun bir kamuoyu baskısı oluşturulmuştu. Yasakçı kanun tekliflerinin meclislere taşınmaya başladığı yıllarda topluma zararlı neşriyatın basım, yayın ve ticaretini yapanların da ağır şekilde cezalandırılmasını içeren yasa tekliflerinin gerekçesiyse suç oranlarının tüm dünyada hızla artmasıydı. 

ABD toplumunda infial uyandıran ve Ahlak Savaşçıları’nın örnek gösterdiği önemli olaylardan biri de Jesse Pomeroy davasıdır. 1874 Nisan’ında 14 yaşındaki Bostonlu çocuk katilinin duruşması sürerken bir yandan da adliye kapısı önündeki protesto gösterileriyle alevlenen gergin günler yaşanıyordu. 

Tartışmaların odağındaki -tuhaf görünümlü- Jesse Pomeroy daha 11 yaşındayken diğer çocuklara işkence yapmaya başlamış, birkaç yıl sonra iki çocuğu vahşice öldürerek terfi etmiş, ABD’nin en genç şehvet katiliydi. İki erkek çocuklu bir ailenin küçük oğluydu. Tek gözü, ağabeyi tarafından yaralanmış ve iris tabakası zarar görmüştü. Bu fiziksel kusuru, işlediği ağır suçlardan sağ kurtulan çocukların onu tanımlamasında belirleyici olmuştur.

Yaşadığı çevredeki çocukların küçük Jesse’nin fiziksel şiddetine maruz kaldığına dair kanıtlar olmasına rağmen Pomeroy o dönemdeki vahim olaylarla tam olarak ilişkilendirilememiş, ancak 1872 yılında bazı tanıkların kendisini teşhis etmeleriyle sadistik eylemlerinden suçlu bulunarak ıslahevine yollanmıştır. 

Jesse Pomeroy iki yıl yatıp serbest kaldıktan sonra Boston’daki ailesinin yanında gitti. Bir manifatura dükkânı açan annesi aynı zamanda gazete de satıyor ve ağabeyi bu işle ilgileniyordu. Gazete dağıtımı işinde ağabeyine yardım etmeye başladı. Boston’a dönmesinden sonra, 9 yaşındaki Katie Curran’ın kaybolduğu yolunda haberler kulaktan kulağa yayıldı. Küçük Katie’den uzun süre haber alınamadı. Başına ne geldiği konusundaki arama ve soruşturmalar sonuçsuz kaldı.

Hemen akabinde, 1874 yılının Nisan ayında Boston sahilinde Horace Millen adlı 4 yaşında bir çocuğun cesedi bulundu. Boynu kesilmiş ve ağır işkenceye maruz kalmıştı. Polisler Jesse Pomeroy’dan şüphelenip onu gözaltına aldılar ve yüzündeki kesiklerin nedenini açıklamasını istediler. Pomeroy tıraş olurken yüzünü kestiğini iddia etse de ifadesi inandırıcı bulunmadı. Kendisine ait bir bıçağı olup olmadığı sorulduğunda, evde bir çakısı olduğunu söyledi. 

Tahkikatı derinleştirmeye karar veren ve arama izni çıkartan polisler, Pomeroyların evine gidip üzerinde kurumuş kan izleri olan bıçağı bulup getirdiler. Cinayet mahallinde tespit edilen ayak izleri de katil zanlısının ayak izlerine uymaktaydı.

Jesse’nin itirafına göre; Pomeroyların manifaturacı dükkânına gelen Katie bir defter almak istediğini söylemiş, Jesse Pomeroy aşağıdaki depoda bulabileceklerini söyleyerek onu merdivenlerden aşağıya inmeye ikna etmişti. Bodrumun basamaklarında Katie Curran’ın boynunu çakısıyla kesen Pomeroy, aşağıya düşen zavallı kızın kafasını taşla vurarak ezmiş ve Horace Millen’a yaptığı gibi onun da cinsel organını parçalamıştı.

Bu korkunç saldırı, Jesse Pomeroy’un işlediği cinayetten iki gün sonra ortaya çıkmış, bir ay önce öldürdüğü diğer genç kızın cesedi mahzende tanınmaz halde bulunmuş, katil zanlısı hemen tutuklanmıştır. Pomeroy’un yaptıklarını itiraf ederken, “Lütfen beni bir yere hapsedin ve kötü şeyler yapmamı engelleyin!” diye ağladığı rivayet olunur. 

Pomeroy davası sırasında, başta öfkeli Ahlak Savaşçıları olmak üzere kamuoyu hezeyanından etkilenen iddia makamı on paralık romanların yozlaştırıcı ve suça yönlendirici etkisini gündeme getirmiş, ancak bu iddialar Pomeroy’un hayatında hiç kitap okumadığı gerçeği karşısında boşa çıkmıştır. Bu davadaki bilirkişi raporları, aktivist örgütün iddiasını çürüten bir antitez oluşturmuştur.

Davada söz alan uzmanlar, zararlı neşriyat yasaklarına karşı çıkarak, şehvet katillerin pembe aşk romanlarından hoşlanmasının daha şaşırtıcı olacağını öne sürdüler. Sorulması gereken esas soru, üstü kapalı cinsellik ve macera içeren bu tür yayınların ağır suç oluşturan hastalıklı eylemlere somut biçimde yönlendirip yönlendirmediğiydi.

Dünyaca ünlü Alman nöropsikiyatr Dr. Richard von Krafft-Ebing, suçbilimcilere yol gösteren kültleşmiş yapıtlarında, cinsel içgüdünün duyarlılığı -hızlı uyarılma refleksi- veya hiperseksüalite olarak tanımladığı aşırılığın cinsel eylemin sapkınlığı ile karıştırılmaması gerektiğini söyler. Ona göre, cinsel psikopatlık ile ahlaksızlık arasındaki farkı ayırt edebilmek için bireyin tüm kişiliğinin ve onu sapık eyleme yönelten özgün güdünün araştırılması gerekir. Hastalığın teşhis edilmesinin anahtarı oradadır.

Sapık olmayan kişinin normal seviyede bir uyaranla cinsel olarak tahrik olup normal ilişkiye ya da mastürbasyona yönlenmesi doğaldır, bu içgüdüsel bir eğilimdir. Sapık kişilik ise çevresinde gördüğü cinsellikle ilgili ya da ilgisiz her imgeyle uyarılabilir ve hatta hiçbir uyaranın olmadığı bir ortamda dahi düşünsel imgeler ve sanrılar üretebilir.

1930’ların yamyam katili Albert Fish, cinsel içerikli neşriyat konusunda son derece katı bir insandı ve yüzüne dahi bakmadığı bu türden “muzır” kitapları değil de İncil’deki bazı pasajları tahrik edici buluyordu. Din fanatiği Fish için öldürdüğü çocuklar Tanrıya sunulan kurbanlardı. 

15’ten fazla kurbanını işkenceyle öldüren ABD’li seri katil Albert Fish oğlan çocuklarını hadım edip acılar içinde ölmelerini izlemeyi severdi. Çocukları işkence ederek öldürmekle kalmamış, kendini de -kasıklarına dikiş iğneleri batırmak ve dikenli gül saplarını idrar yolundan içeri sokmak gibi- bir dizi işkenceye tabi tutmuştur. Fish hem bir sadist hem de mazoşistti.

1870’te Washington’da doğan Albert Fish, henüz 5 yaşındayken, annesinden 43 yaş büyük olan babasını kaybetmişti. Hasta kardeşlerine güçlükle bakan annesi, büyük oğlunu 9 yaşına gelinceye kadar yetimhaneye bırakmak zorunda kalmış, küçük Albert iğneli fırçayla dövülmek ve kırbaçlanmak dahil her türlü kötü muameleyi ilk olarak burada görüp öğrenmişti. 

Annesi bir iş bulur bulmaz, küçük Albert’i tekrar yanına aldı, ancak en hassas olduğu döneminde aile ortamından uzakta sahipsiz bırakılan oğlu zihnen hastalanmıştı. İlk cinselliğini yetimhaneye gelip giden telgrafçı bir çocukla yaşamış olan Albert Fish, boş zamanlarında semtteki yüzme havuzlarını ziyaret ederek, soyunan erkek çocuklarını izliyor, yetimhanede edindiği idrar içmek ve dışkı yemek gibi çeşitli sapkınlıklardan hoşlanıyordu.

Elektrikli sandalyede idama mahkûm edildiği 1935 yılındaki duruşmasında, kendisini muayene etmesi için mahkemeye çağrılan Psikiyatr Dr. Frederic Wertham, sanığın suç tarihinde kimsenin duymadığı türden bir psikopat olduğunu belirtmiş, Albert Fish’in hapishanede çekilen pelvis bölgesi röntgeninde, mesanesinin çevresine saplanmış yirmi dokuz adet dikiş iğnesi tespit edilmişti.

Uzmanlara göre, hiçbir zararlı neşriyat uyaranına ihtiyacı olmayan Albert Fish’in bulunduğu kategorideki şehvet katillerinin pek çoğu, kurbanlarına işkence etmekten büyük haz duyar çünkü aslında kendisi de ıstırap içerisindedir. Erotik doğalarını altüst eden yetiştirilme süreçlerinden geçen bu insanlar, cinselliklerini sevgi ve şefkatle değil, saldırganlık ve hükmetme duygusuyla birleştirirler.

Yayıncılıkta ve görsel medyada teknolojik gelişmelerin artması ve büyük kitlelere ulaşımının yaygınlaşması -özellikle de sinemanın gelişimiyle birlikte- 1950’ler ABD’si ve Batı Avrupa’sında ağır suç vakalarının giderek daha hızlı tırmanmasına yol açmıştır. Bunlardan biri de Pommerencke davasıdır.

Kara Orman Canavarı olarak bilinen ve yetiştirilişindeki muhafazakâr yapıyla içindeki taşkın şehvetin çatışması delice bir saldırganlığa dönüşen Alman şehvet katili Heinrich Pommerencke, “zararlı yayınların suça yönlendirdiği yanlış algıdır” antitezini doğrulayan önemli vakalardan biri olarak suç tarihine geçmiştir.

1937 doğumlu Heinrich Pommerencke henüz 15 yaşındayken dans salonlarındaki kızları gözetleyip onlara tecavüz etmeye başlamış, 1953’te işlediği hırsızlık ve tecavüz suçlarının ortaya çıkmasından korktuğu için önce Avusturya, sonra İsviçre’ye kaçmış ve buralarda yirmiden fazla taciz ve tecavüz suçu işlemişti. 50’li yıllar boyunca Pommerencke’nin sicilinde pek çok suçtan hüküm oluşmuş, sayısız kez hapse girip çıkmış ancak herhangi bir cinayet girişiminde bulunmamıştı.

26 Şubat 1959’da Hamburg’da bir sinemaya giden ve filmin sahnelerinden birinde -kendi ifadesiyle- cıbıldak kadınların oynaştığını gören Heinrich Pommerencke, tüm kadınların ölmeyi hak ettiğine kanaat getirdi ve filmi izledikten kısa bir süre sonra dört vahşi cinayetinden ilkini işledi. Bu ölümcül öfkeyi yaratan film, Cecil DeMille’in Musa Peygamber’in hayatını anlatan meşhur On Emir’iydi.

Belki de filmde umduğunu bulamayan dindar Pommerencke, sinema salonundan çıkar çıkmaz kendine bir bıçak satın alıp şehrin sokaklarında avlanmaya çıktı, peşine düştüğü ilk kurbanını -bir taksinin oradan geçmesi nedeniyle- elinden kaçırdıktan sonra, zavallı bir genç kıza tecavüz edip boğazını keserek öldürdü. Sonraki dört ay boyunca on iki cinsel saldırı ve üç cinayet suçu daha işledi. 

Peş peşe gelen saldırı haberleri şehirde panik havası estiriyor, bir yandan da silahlı soygunlarla geçimini sağlayan Kara Orman Canavarı dört bir köşede aranıyordu. 10 Haziran 1959’da Hornberg’deki bir terziye yeni bir takım elbise yaptıran Pommerencke, eski elbiselerini -içinde namlusu kesik bir tabanca bulunan- bir çantayla beraber terzihanede unutunca, eşyaları görüp paniğe kapılan dükkân sahibinin polise ihbarda bulunması sayesinde gözaltına alınmıştır.

Balistik incelemesi sonucunda, namlusu kesik tabancayı çevredeki silahlı soygunlardan biriyle eşleştiren polis, sonradan şüphelinin eski elbisesindeki kan lekesiyle son kurbanı arasındaki bağlantıyı da tespit edince Heinrich Pommerencke yakayı ele vermiş, suçlarını itiraf etmiş ve 22 yaşındaki “doğuştan cani” ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştır.  

Ahlak Savaşçıları, Pommerencke davasını yakından izlemiştir. Muhafazakâr Almanlar iflah olmayacak bir canavara verilen cezayı rahat bir konaklama ödülü gibi görerek adaletin tecelli etmediğine kanaat getirmişler, hukuk sisteminden kaldırılan idam cezasının geri getirilmesini talep etmişlerdir. 

Bir yandan sertleşerek sürdürülen tüm sansürcü tepkilere rağmen on paralık avantür romanların satış grafiği bu dönemde yükselmeyi sürdürmüştür. Özellikle 1970’lerin ikinci yarısında, sert cinsellik içeren yayınlar -görsel teknoloji devrimini de arkasına alarak- büyük bir endüstri oluşturmuştur. Tahrik edici unsur, mal ve hizmet pazarlanmasında kullanılırken, daha sonraları reklam içeriğinin kendisi “pazarlanan meta” haline gelmiş ve özellikle gelişmiş toplumlarda şehvet katili patlaması yaşanmaya başlamıştır. 

Önce 8mm sinema bantları, daha sonra da video kasetlerin evlere girmesiyle başlayan film çılgınlığının hüküm sürdüğü 80’li yıllar, pornografik filmlerin patladığı, satışlarının zirve yaptığı dönemler olmuştur. Cinsel içerikli yayınların kurbanı olduğunu iddia eden seri katillerin en tanınmışlarından biri, işlediği inanılmaz vahşilikteki cinayetlerini Japon pornografisinden -bilhassa “porno manga” adı verilen sert çizgi romanlardan- etkilenerek yaptığını iddia eden Tsutomu Miyazaki’dir.

Namı diğer “Otaku Katili” Tsutomu Miyazaki, parka götürdüğü küçük kız çocuklarını -fotoğraflarını çektikten sonra- boğarak öldüren, kanlarını içip ellerini yiyen bir iblisti. Lakabındaki “otaku” terimi Japonya’daki manga/anime tutkunu asosyal kişiler için kullanılırken, manyak seri katilin 1989’da tutuklanmasıyla “tehlikeli derecede takıntılı” anlamı içeren bir kelime haline gelmiştir.

Bir kolu doğuştan sakat olan Tsutomu Miyazaki, penis boyunu kendine sorun edinmiş, zayıf ve çirkin bir görüntüsü olduğu için yoğun aşağılık kompleksi içindeki bir psikopattı. Daha önce birkaç kez akrabalarına ve kendi kız kardeşine saldıran Miyazaki, beşinci ve son kurban adayı olan küçük kızın babasının fedakârca çabasıyla yakalandığında -evinde yapılan aramada-  öldürdüğü kızların giysileri ve fotoğraflarıyla birlikte üç bine yakın video kaset bulunmuştur. 

Bu kasetlerin bir kısmı porno ve dönemin bol kanlı korku temalı filmleri olduğundan kamuoyunda, “pornografik yayınlar insanları psikopatlaştırıp suça yönlendiriyor” algısı oluşmuştur.

Çoklu kişilik bozukluğu ve şizofreni hastası Tsutomu Miyazaki’nin avukatının mahkemede müvekkilinin pornografiden etkilenip de suç işlediğini savunması, birçok seri katil tarafından başvurulan geçersiz bir iddiadır. Kaldı ki şizofrenler çevrelerinde suçlanacak kişi ya da nesneler ararlar. Miyazaki, 1997’de idama mahkûm olmasına rağmen hüküm giydikten 11 yıl sonra, 2008’de asılarak infaz edilmiştir.

Günümüzde cinsellik, şiddet ve korku içeren filmler, oyunlar ve çizgi romanlar, gençlerin suç oranlarının artmasının başlıca nedeni olarak gösterilmeye devam etmektedir. Bu tür yayınlarla insan davranışı arasında doğrudan bağlantı kurmak hayli güçtür. Cinsel içerikli yayınların suça yönlendirdiği konusu neredeyse yüz elli yıldır tartışmalıdır ve pornografiyle suç arasındaki ilişki bulanıktır.  

Pornografinin suçla doğrudan bağlantılı olduğu iddiasını savunan ahlakçı uzmanlara karşılık, seks ve şiddet içeren yayınların saldırgan güdülerin fitilini söndürdüğünü öne süren uzmanlar da vardır. Onlara göre, erotik yayın okuyup izlemek deşarj olma yoludur.

Satanist hippi tarikatının lideri olan Charles Manson, tüyler ürpertici cinayet fantezilerini kurarken popüler sanatın en ılımlı, en yumuşak çalışmalarından biri olan, Beatles’ın White Album’undan esinlenmiştir. Yoga, meditasyon, barış, “savaşma, seviş” sloganı dahil beyaz öğretilerin cinsel saldırganlığı köreltip şehvet cinayetlerini engelleyebileceği savı da ne yazık ki gerçekçi bulunmamıştır. 

Bir başka davada, Heinrich Pommerencke’nin işlediği cinayetlerin en az on katı sayıda genç kadını öldürmekten suçlu bulunan, sevimli bir üniversite öğrencisi görünümündeki Ted Bundy (1946-1989) çok erken yaşlarda cinsel şiddet görüntülerine bağımlı hale geldiğini ve pornografinin onu bir şehvet katiline dönüştürdüğünü iddia etmiştir. 

Hapishane duvarlarının dışında yüzlerce kişinin şampanyayla kutladığı idamına giderken tek suçlunun cinsel içerikli muzır neşriyat olduğunu söylemiş ve “Bana bunları pornografi yaptırdı,” demiştir. Ahlak Savaşçıları, Ted Bundy’nin bu ifadesine dört elle sarılmış ve o güne dek iddia ettikleri “pornografi suça sevk eder”  hipotezine güçlü bir kanıt olduğunu savunmuşlardır. 

Ancak Ted Bundy’nin sözleriyle ilgili birkaç küçük sorun vardı: Birincisi, bu vicdan yoksunu katilin 1950’li yıllarda geçen çocukluğunda sadomazoşist medyaya erişmesi imkânsız denebilecek kadar zordu. İkinci sorun ise Bundy’nin psikopat bir yalancı olması ve işlediği cinayetlerin suçunun hep başkalarında -hatta ikinci kişiliğinde- olduğunu iddia edip durmasıydı. Ted Bundy aslında hep masumdu; iç ve dış mihraklar suçluydu.

Cinsel içerikli neşriyatın insanları tahrik edip saldırganlaştığı yolundaki pek çok iddia somut gerçeklerle örtüşmemiş, tartışmalar yüz yıl boyunca sürüp gitse de kesin bir sonuç alınamamıştır. Gördüğünüz gibi, erotik film izliyorsunuz diye vicdan azabı çekmenizi gerektiren bir durum yoktur. İstatistiklere göre, Batı’nın bu kadar çok seks suçlusu üretmesinin en büyük nedeninin yalnız ve ailesiz ortamlarda bozulup patolojik hale gelen psikolojileri olduğu, araştırmalarla ortaya konmuştur. Eğer illaki üçüncü taraftan bir suçlu bulmak gerekiyorsa sorunu pornografide değil, belki de kahreden yalnızlıkta aramalıyız.

Ercan Akbay

Psikolojik gerilim romanlarıyla tanınan yazar, 12 Şubat 1959’da İstanbul’da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji ve İ.Ü. İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Turizm ve elektronik sektörlerindeki deneyimlerinin akabinde bir caz kulübü kurdu, sanat ürünleri ve tasarımla ilgili çeşitli işlerde çalıştı.
1996’da ilk kitabı Kuraldışı Öyküler’i ve 1997’de ilk romanı Erkekler Ağlamaz’ı yazdı. Bir polisiye film senaryosu olarak başladığı Tilki Tilki Saat Kaç 2006’da, Değirmenlere Karşı 2010’da, Ten Kokusu 2012’de, Fotoğrafçılar Kulübü 2015’te, Akılçelen 2016’da ve “Dünya Kitap Yılın Polisiye Romanı Ödülü”’nü alan Yağmurdan Önce 2019’da yayımlandı.
Romanları dışında öykü, makale ve senaryolar da yazan Ercan Akbay’ın gerçek suç hikâyeleri -seri katiller- üzerine araştırma ve incelemeleri 221B’nin yayımlanan sayılarından okunabilir. Türkiye Polisiye Yazarları Birliği’nin kurucu üyelerindendir.

Önceki Hikaye

Ildikó Enyedi, “Angel’s Trompet” dizisinin pilot bölümünün çekimlerine bu ayın sonunda başlayacak

Sonraki Hikaye

Evvel Zaman Koleksiyoncusu │ Kayahan Demir

En Son Yazılar