ABD’li gerilim-polisiye yazarı Thomas Harris’in yarattığı yamyam doktor Hannibal Lecter karakterinin insan eti yeme tutkusunun arka planında gerçek seri katillerden esinlenilmiş psikopatik dürtüler vardırr. Acı çektirmekten zevk alan şehvet katillerinin davranış örgüsünde -tecavüzün yanı sıra- kurbanı deşip parçalamak, kanını içmek, nekrofili ve yamyamlık dahil her türlü sapkınlık, yaygın alt eylemler arasında kabul edilir.
Cinsel ilişki esnasındaki makul taşkınlığın katbekat üzerinde, adeta bir gözü dönmüşlük girdabına kapılan psikopat katilin, kurbanının etlerini parçalayıp yemesine sıkça rastlanır ve bu iğrenç eylem, “zincirin bir halkası” olmaktan öte anlam taşımaz. Bununla birlikte yakın tarihteki bazı istisnai dönemlerde insan eti yemenin kıtlık ve açlıkla yakından ilgisi olmuştur.
1959-61’de kuraklık sonucunda kitlesel ölümlerin yaşanıp -36 milyon Çinli açlığa bağlı nedenlerle kırıma uğramıştı- yamyamlık faaliyetlerinin kontrolsüz biçimde artmasına neden olan Büyük Çin Kıtlığından yıllar önce, Almanya’daki Weimar Hükümeti yönetiminde (1918-1933) yaşanan benzer olaylar, insanlık tarihinin sıradışı dönem hikâyelerinden birini oluşturmuştur.
I. Dünya Savaşı, Almanya’da mahvolmuş bir ulus bırakmıştı. Erkek nüfusunun %20’si savaşta kaybedilmiş, verimli topraklar, sanayi tesisleri ve limanlar teslim alınmış, intikam hıncıyla körüklenmiş ablukanın sonucu olarak ülkedeki sivil nüfus beslenme yetersizliği yaşamaya başlamıştı. Yoksulluktan kırılan işçiler greve gidiyor, Almanya dökülüyor, dağılıyor, kıtlığın getirdiği açlık genellikle ölüme neden oluyordu.
Sefalet ortamının en ciddi sonuçlarından biri de suç tarihinin en tüyler ürpertici seri katillerinin Almanya’da ortaya çıkmasıdır. Bunlardan ilki, 1879 yılında Hannover kentinde bir işçi ailesinin oğlu olarak dünyaya gelen Fritz Haarmann’dır. Fazla zeki olmayan, az konuşan ve az gülen Haarmann, henüz 17 yaşındayken çocuk tacizcisi olarak tutuklandı, ardından akıl hastanesine yatırıldı.
Altı ay sonra buradan kaçıp İsviçre’ye gitti. Sahte kimlikle izini kaybettirdiği sürenin sonunda Hannover’e dönüp yeni mahallesinde kendine farklı bir kişilik edinen Fritz Haarmann, saygın bir hayat sürmeye gayretliydi. Bir puro fabrikasında iş buldu ve genç bir kızla nişanlandı. Ancak bu dönem uzun sürmedi, bir yıl sonra nişanlısını terk ederek orduya katıldı. 1903 yılında sivil hayata geri döndüğünde yankesicilikten hırsızlığa kadar nispeten küçük suçlarla dolu karanlık bir hayatın içine yeniden daldı.
1914’e kadar hapse girip çıktı, dünya savaşını demir parmaklıklar arasında geçirdi. 1918’de tahliye olduğunda bir kaçakçılık çetesine katıldı. Burada hevesle çalışıyor, savaştan çıkmış Almanya’da geçimini karaborsa malların ticaretiyle sağlıyordu. 1919’da muhbirlik yaparak illegal faaliyetlerine karşı sağladığı yasal koruma -işlediği cinsel suçlar nedeniyle- sona erdi.
Bir yıl süren hapishane günlerinden sonra Haarmann daha önce örneği görülmemiş seviyedeki sapkınlık ve seri cinayet kariyerine ilk adımını attı. Hannover’in batakhanelerle dolu eski mahallesinde, Hans Grans adında eşcinsel bir fahişeyle birlikte savaşın yıktığı şehri dolduran genç erkek göçmenleri avlamaya başladı.
Ruhunu zapteden canavar rahat durmuyordu. Kurbanlarını öldürme yöntemi her seferinde aynıydı. Karnı aç genci yemeye davet edip eve getiriyor, ona yiyecek bir şeyler veriyor ve daha sonra da üzerine çullanarak -çoğu zaman Grans’ın yardımıyla- gencin boğazını parçalayıp öldürüyordu.
Haarmann ve Grans, zavallı kurbanların cesetlerini karaborsada sığır eti olarak, eşyalarını bitpazarında kullanılmış kıyafet olarak satıyor ve kadavraların yenilemeyecek kısmını kanala atıyorlardı.
Hannover’de kaybolan gençlerin sayısı artınca polisin şüphesi Haarmann üzerinde toplanmaya başladı. 1924 yazında kanalın kıyısında birkaç kafatası ve bir çuval insan kemiği bulundu. Pazarda Haarmann’dan biftek alan bir kadın, bunun insan eti olduğundan şüphelenince polise gitti.
Laboratuvarda analiz edilen bifteğin insan eti olduğu saptanınca polis, Haarmann’ın adresini tespit etti. Büyük bir operasyon düzenlendi. Fritz Haarmann’ın odasını araştıran dedektifler kaybolan gençlerin giysilerini buldular. Haarmann sonunda her şeyi itiraf etti, 1924’te yargılandı ve idama mahkûm edildi. İnfaz edilmeyi beklerken -dönemin medyası tarafından- Hannover Vampiri olarak anılmaya başladı.
Yazılı bir itirafname hazırladı ve yaptığı korkunç eylemlerden aldığı hazzı gizlemeden anlattı. Haarmann yamyamdı. İnsan eti yiyor, ticaretini yapıyor, bununla geçiniyordu ancak mahkemede kendini “işsizliğin ve kıtlığın pençesinde bir kader kurbanı” olarak savunan caninin bunun ötesinde bir psikopatiye sahip olduğu açıktı.
Toplamda 27 cinayetten suçlu bulunan -ki bu sayının en az 50 olduğu tahmin edilmektedir- Fritz Haarmann bir pazar alanında başı kılıçla kesilmek suretiyle idam edildi. Kesik başı ve beyni, adli tıp uzmanları ve patologlar tarafından titizlikle incelendi ancak suç işleme yatkınlığının arkasındaki nedenleri aydınlatabilecek bir bulguya rastlanmadı.
Aynı dönemin bir diğer yamyam seri katili Georg Grossmann’ın (1863-1922) en az 50 kadını vahşice öldürüp vücutlarını parçaladıktan sonra yemesi ve geri kalan etleri karaborsada -evinin yakınlarındaki tren istasyonundaki sosisli sandviç arabasında- satarak hayatta kalabildiğini beyan etmesi dönemin ürkütücü sonuçlarından biridir.
Berlin Kasabı Georg Grossmann’ın gençlik yıllarına ilişkin, sadist zevkleri olduğu ve cinsel suçlardan sabıkaları bulunduğu dışında fazla bilgiye sahip değiliz. Ağustos 1921’de Grossmann 50’li yaşlarının ortalarındayken Berlin’de kirada oturduğu köhnemiş apartman dairesindeki bitişik komşuları polise ihbarda bulundular. Söylediklerine göre, yan daireden kadın çığlıkları duyulmuş, sonra da silah seslerini bir sessizlik izlemişti.
Polis, Georg Grossmann’ın evine girdiğinde genç ve yoksul bir kadını yatağın üzerinde öldürülmüş buldu. Zanlı gözaltına alınarak nezarethaneye atıldı. Komşuları onun yıllardan beri evine pek çok genç kadını kandırıp getirdiğini ve bunların büyük bölümünün daireden çıktığını görmediklerini söyleyince soruşturma derinleştirildi.
Grossmann da en az Hannoverli akranı Haarmann kadar acımasız, insan eti yiyen bir seri katildi. O da ifadesinde Almanya’daki kıtlık ortamını ve geçim sıkıntısını gerekçe gösterdi. “Açlıkla başka türlü baş edemiyorum,” dedi.
Toplam kaç kişiyi katledip de etlerini yediği belirlenemeyen Grossmann fazla konuşmayı sevmiyordu. 1921 yılında, tutuklu bulunduğu hapishanenin hücresinde kendini astığı için sıradışı faaliyetleri sır olarak kalmıştır.
Weimar Cumhuriyeti’nin liderleri her yandan bastıran güçlüklerle boğuşmayı sürdürüyorlardı. Savaşın aşırı yüksek maliyeti Almanya’nın sivil ekonomisini adeta bitirmişti. Versailles Barış Antlaşması’yla savaş masraflarının sarsıcı tazminatı üzerlerine yüklenmiş ve ülkenin en verimli bölgelerinin büyük kısmı işgal edilmiş, kömür üretiminin %16’sı, demir cevheri üretiminin %48’ini içeren topraklarının %13’ü kaybedilmişti.
Almanya’da yaşamanın maliyeti -1914 ile 1922 yılları arasında- on iki kat artmıştı. Hükümet, savaş tazminatını ödemek için çareyi daha fazla para basmakta bulunca yerel para biriminin değeri hızla düşmüş ve bu durum hiperenflasyona yol açmıştı. Ocak 1920’nin döviz kuruyla 1 dolar 64,8 Mark iken, Kasım 1923’te 4,2 milyar Mark olmuştu.
Ekonomik felaketin sosyal sonuçları nedeniyle Almanya dönemin en çok suç üreten ülkesi haline gelmiştir. Ağır suç makinesi seri katillerin en tanınmşlarından biri, Münsterberg kilisesinde orgcu olarak çalışan koyu dindar Karl Denke (1860-1924) en az 42 kurbanını benzer şekilde öldürüp parçalamış ve cesetleri Breslau -şimdi Polonya’da Wroclav- pazarında domuz eti olarak satmıştır.
Komşuları tarafından zararsız bir adam olarak tanınan, oysaki vahşetin sınırlarını sonuna kadar zorlamış olan bu korkunç cani, yoksul göçmenlere hizmet veren bir pansiyon olarak işlettiği evinde konuk ettiği son pansiyonerine -her zaman yaptığı gibi- yemek çıkarmış, pansiyoner, bilmeden yediği insan etinin tadının farklı olduğunu söylemiştir.
Karl Denke yemeğini yemekte olan adama arkadan yanaşmış, çekiçle başına nişan almış ancak hedefi ıskalamıştır. Pansiyonerin kurtulup kaçmasından sonra polisin kapıya dayanması uzun sürmemiştir. Yetkililer bir kasap dükkânını andıran pansiyonun mutfağına girdiklerinde Denke’nin üzerinde insan derisinden dikilmiş bir pantolon askısı vardı; askının üzerinde yine bir insan göğsünden kopartılıp oraya dikilmiş meme uçları görülüyordu.
Aralık 1924’te tutuklandığında Denke’nin mutfağında -her çeşidinden- kilolarca insan organı bulundu: Sirkeye yatırılmış et parçaları, kemik dolu bir kova, eritilmiş insan yağıyla dolu tencereler ve içinde yüzlerce insan dişi bulunan bir çuval… Sorgulamalarda hemen hiç konuşmayan Karl Denke, hapse konmasından iki gün sonra intihar etmiştir.
Weimar döneminin sonlarına doğru, tüm zamanların en ürkütücü canilerinden Peter Kürten, namı diğer Düsseldorf Canavarı, 1929’da -yalnızca 10 aylık bir dönem içinde- 29 vahşi saldırı gerçekleştirmiştir. Çok sayıda kurbanını parçalayıp öldürdüğünü itiraf etmiş olsa da Kürten, çıkarıldığı mahkemede kanıt yetersizliğinden ancak dokuz cinayetten suçlu bulunabilmiş ve 1931’de giyotinle idam edilmiştir.
Kürten’in son arzusu, kafası kesilirken çıkan kan sesini duymaktı. Aynı zamanda dizginlenemez bir piromanyak -yangın çıkarma tutkunu- olan Kürten, diğer bütün sapıklıklarının yanı sıra parkta uyuyan zavallı bir kuğunun başını kesip fışkıran kanını içerken orgazm olacak ve kurbanlarının yaralarından sızan kanları emecek kadar hasta ruhlu bir canavardı.
1883’te Almanya’nın Mülheim kentinde 13 çocuklu bir ailede doğan ve daha beş yaşında bir çocukken iki arkadaşını öldüren Peter Kürten’in, 10 yaşındayken bir arkadaşını Rhine nehrinde boğduğu söylenmiş, bu erken dönem cinayetleri tam olarak aydınlatılamamıştır.
Peter Kürten küçüklüğünde babasının hareketlerini taklit ederdi. Felaket derecede psikopat olan babasının hastalıklı davranışlarını hafızasına işleyerek büyüyen Kürten, kanın tadına ve öldürmenin hazzına ilk kez dokuz yaşındayken kümes hayvanlarını katlederek varmıştı.
Düsseldorf Canavarı Kürten, I. Dünya Savaşı’nın tamamını hapiste geçirdi. 1921’de tahliye edildi ve 1925’te bir hayat kadınıyla evlenerek Düsseldorf’un merkezinde bir apartmana taşındı. 1929’da dedektifler, sokaklarda bir seri katilin gezdiğini ve kırktan fazla cinayetin aynı kişi tarafından işlendiğini anlamışlardı.
Bir makas veya bıçak yardımıyla kurbanlarının boğazını kesiyor, kafatasını parçalıyor ve kanını emiyordu. Kürten yalnızca kadınları öldürmüyordu. Tecavüz ettikten sonra serbest bıraktığı -neden yaptığı bilinmiyor- bir kadının kendi arkadaşına yazdığı mektup sayesinde yakayı ele veren Peter Kürten, bir psikiyatr tarafından sorgulanan ilk seri katil olarak kriminoloji tarihindeki yerini almıştır. (Düsseldorf Canavarı’nın yaşam öyküsü ünlü yönetmen Fritz Lang’ın 1931 yapımı aynı adlı filmine ilham vermiştir.)
Versailles Barış Antlaşması’nın yaptırımları Alman halkını büyük açlık, soğuk ve salgın hastalıklarla uzun yıllar boyunca savaşmak zorunda bırakmanın yanında aşağılık duygusunun toplumsallaşmasına ve yoğun hınç birikmelerine neden olmuştur.
Gidişatın vehametini fark eden İtilaf devletlerinden İngiltere ve İtalya savaş tazminatlarından vazgeçmiş olsa da Fransız hükümeti ısrarını sürdürmüş ve -siyasi uzmanlara göre- bu durum Nazilerin yükselişi sonrasındaki II. Dünya Savaşı’nın çıkmasındaki baş nedenlerden biri olmuştur.
Nazi Almanya’sında yamyam seri katil salgını büyük ölçüde sona ermiş ancak vahşet bitmemiştir. Bu geçiş döneminde, Kıta Avrupa’sının en ölümcül seri katili unvanına sahip olan Bruno Lüdke, 1908’de Kopenick’te doğdu. 1928’den başlayıp 1943’te tutuklanana kadar 84’ten fazla cinayet işleyerek kendi alanında bir rekor kıran Lüdke, öldürme maratonuna henüz 20 yaşındayken başladı.
Nasyonal Sosyalistlerin itibar kazanmaya başladığı yıllardaki otorite boşluğu ve kargaşa ortamından istifade ederek ağına düşürdüğü genç kızları ve kadınları rahatça avlıyor, -cinayet öncesi ya da sonrasında- tecavüz ettiği kurbanlarını elleriyle boğarak ya da bıçaklayarak öldürüyordu.
İriyarı ve düşük zekâlı olan Lüdke’nin temel öldürme dürtüsü, insan eti yeme tutkusu olmadığı gibi, yalnızca cinsel açlık da değildi; kurbanlarının para ve değerli eşyalarını çalıyordu. Nazi Almanya’sı yönetimi, Bruno Lüdke davasının uzamasını istememiş ve 50’den fazla eski dosyanın açılmasının arkasındaki ihmal ve beceriksizlikleri örtbas etmişlerdir. Bruno Lüdke bir akıl hastanesinde müşahade altına alınmış ve -Fritz Haarmann’da olduğu gibi- üzerinde kanlı canlı klinik deneyler yapılırken zehirli bir enjeksiyonla infaz edilmiştir.
Almanya’nın bunalımlı yıllarındaki toplumsal çalkantılar, kıtlık ve yoksulluğun yarattığı gerçek suç hikâyeleri savaş sonrası kuşağın polisiye kültürü ve edebiyatındaki zenginleşme konusunda tüm hinterlanda -Almanca konuşan İsviçre ve Avusturya dahil- esin kaynağı olmuş, acı deneyimlerle sertleşip ustalaşan polis dedektiflerinin ve halkın -yargı sisteminin revizyonuyla birlikte- bilinçlenmesini olumlu yönde etkilemiştir.
II. Dünya Savaşı’ndan önce rejim karşıtı Erich Kästner ve Almanca yazan İsviçreli yazar Friedrich Glauser, Weimar Cumhuriyeti döneminin kasvetli atmosferini yapıtlarına taşıyan gerilim-polisiye ustaları olarak isim yapmışlardır. 1945’ten sonraysa aynı zamanda polisiye film senaristi de olan -35 adet ilginç polisiye romanın yazarı- Hans Jörg Martin ve “Katharina Ledermacher” adlı kahramanının serüvenleriyle tanınan Richard Hey, yazarlık birikimlerini bu karanlık yılların gerçek suç öyküleriyle harmanlamışlardır.