Bu yazı, 221B Dergi’nin 32. sayısında yayımlanmıştır.
Sanatın uçları sivri de olabilir, yumuşak da. Ne kadar açtığınıza göre değişir. Dostoyevski, dikkatsiz okurun kanını daha ilk sayfada akıtır ama Tolstoy mesela. Tolstoy okuyorsanız kanınızın aktığını fark etmeniz zaman alır, belki en sonda, ölmeden hemen önce. Hangisine yakın duracağına okur kendi tecrübesiyle karar verir elbette.
Sinemada da benzer bir durum var, Godard siz daha yerinize oturmadan kulağınıza yapışır, bu onun sabırsız ruhudur, kapılır gidersiniz ama daha finale varmadan yorulursunuz. Fellini diyelim, yolu siz seçmişsiniz de o yanınızda yürüyüp hayallerinden söz ediyormuş gibidir, fakat nihayet aslında bütün yol boyunca onun hayallerinin peşinden gittiğinizi anlarsınız.
Kıtalar, ülkeler için de bu karşılaştırma belki işe yarayabilir: Asya kıtası hayatta kalmamız için çabalamayan ama öldüğümüzde arkamızdan ağlayan içten bir dost gibidir; Avrupa, hayatta kalmamız için çabalayan bir yapay zekâdır, ölünce sosyal medya hesabımız sahipsiz kalır. Bu, bu kıtaların sanatına da yansır.
Demek istediğim, hangi ölçünün doğru olduğunu bize kimse söyleyemez –sanatsal yaratının ideal bir ölçü birimi yoktur.
Köpek yılında doğdum, adım Yusen Wu
John Woo aksiyon yönetmeni olarak tanındı. Benzerlerinden onu ayıran, hesapsız, hazırlıksız gibi duran kaotik sahneler çekmekteki cüreti ve takdire şayan meziyetleri oldu. Karakterleri aynı anda hem iyi hem de kötü olabilen John Woo aynı anda hem çiğ hem de kayıtsız kalınamayan estetikte filmler üretmeyi başardı.
Uzun yıllar Hong Kong’un önce kendi seyircisine ardından hızla tüm dünyaya hitap eden, fizik kurallarına meydan okuyan macera filmlerinin setinde pişti: Kung Fu filmleri, karakterlerini anın doğasına teslim eden Woo için bir kuluçka işlevi gördü. Asya kültürünün bir parçası olan Kung Fu’ya batılı seyirci fantastik muamelesi yapmıştı. Marquez’in büyülü gerçekçilik başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık’ta olup biten tüm imkânsız olaylar için, mealen “kimse bu hikâyelerin olağanüstü olduğunu düşünmez, inanarak ve kabullenerek anlatılagelen hikâyelerdir bunlar,” sözlerini hatırlatırcasına, dünyanın geri kalanı bu ayakları yere basmayan karakterlerde gerçeklikten kopuk süper kahraman anlatıları buldu. Oysa halklar hayatı doğal/doğaüstü diye ayırmaz, aynı gerçekliğin parçaları olarak algılar, sindirir ve sürdürür. Kung Fu filmlerinde yerçekimine meydan okuyan bütün o karakterler, uzun mesafeleri çıplak ayakla kateden Çin köylüsünden başkası değildir sonuç olarak. O köylü diyar diyar dolaşıp bir yandan geçinmenin, bir yandan da diyelim intikamını almanın yolunu arar. Hayat zordur ve asıl imkânsız olan dövüşen insanların havada uçması değil, bu hayatın sürdürülebilmesidir. Batılı seyirci, uçan adamları fantastik birer figür olarak aldı, oysa o insanları fantastik birer kahraman yapan şey çok azla yetinip adalet, sadakat, fedakârlık gibi kadim düsturları ölümüne savunmalarıydı. John Woo bu kadim hikâye ve karakterlerin arasından, ilmek ilmek oluşturacağı kendi sinema diline öncelikle bu düsturları kattı.
Baba, oğul ve kutsal sinema adına!
Hiçbir filmi pür polisiye olarak kabul edilemese de tüm filmleri suç temasının çeşitlemeleri olarak görüldü. Hong Kong dönemi başyapıtları A Better Tomorrow serisi, Hardboiled, The Killer; Hollywood yapımları Broken Arrow, Hard Target, Face/Off ve Görevimiz Tehlike 2 açık bir şekilde kriminal bir dünyada geçer. Bir dedektif muamması içermeseler de polis prosedüründen sert polis alttürlerine kadar polisiyenin bütün birikiminden cömertçe faydalanır.
John Woo filmlerinde Hong Kong ve Hollywood dönemleri belli bazı farklar gösterse de asıl dikkat çekici olan, Hollywood’a göçtükten sonra çoğu yönetmende görülmeyen kendi dil ve karakterini korumadaki istikrardır.
Karakterlerinin temel motivasyonu (katı kuralları olan ve bir kült karaktere odaklanan Görevimiz Tehlike’yi ayrı tutarsak) hiçbir zaman açıklanamaz, dayanaksız, önemsiz bir hırs değildir. Dünyayı kurtarmak da değildir. Karakterler her zaman kendi güç ve potansiyellerini fersah fersah aşan belalı işlere kalkışırlar. Ölümü göze alan bu karakterler duyguları olan, bir çocuk hasretiyle kıvranan, bir anne şefkatine sonsuz kere ihtiyaç duyan, kaybettiği dostunun yokluğunu her an yüreğinde taşıyan birer tabancaya dönüşürler. Çoğu kez arabeskin ellerine teslim olurlar ve bu noktadan sonra tabanca neden ateşleniyor, kimse kestiremez. Dahası tabancalar neden susar, bir süre sonra asıl soru bu olur. Kötü adamlar, dünyayı tehdit ettikleri için değil, örneğin Hardboiled filminde olduğu gibi bir dostun ölümünden sorumlu oldukları ve karargâhı bir hastaneye kurdukları için imha edilmeyi hak eder. Benzer bir tema Face/Off filminde de görülür, orada da kötü adam masum bir çocuğu öldürdüğü ve bir kamusal alana tahrip gücü yüksek bir bomba yerleştirdiği için yok edilmelidir. Polis karakteri ilgilendiren şey dünya barışı, insanlığın geleceği ya da devlet başkanlarının hayatı değildir. Kamunun güvenliği tehdit altındadır, karakter için en önemli şey budur. Sözgelimi, Hardboiled filminde karakterin kucağındaki yeni doğmuş bebekle yüzlerce gangsterin kurşun yağmurunun ortasına atılmasında mantıklı bir sebep yoktur ama önemli bir mesaj vardır: Woo’nun karakterini o acımasız gangsterlerden ve binlerce mermiden koruyan şey uzaylı genleri, illegal kimya denemeleri ya da tanrısal herhangi bir şey değildir, o bebeğin masumiyeti ve kamunun bu cesarete duyduğu ihtiyaçtır. Woo karakterleri asla çok akıllı ve çok güçlü olmaz ama mecburiyetin emrindeki fedakâr köylüler gibi sırası geldiğinde uçarak Kung Fu yapabilir, ateş edebilirler.
Bir söyleşisinde, aksiyon sekanslarının zihninde hazır olduğunu ama karakterin oradan oraya uçması, silahını çılgınca kullanması konusunda oyuncuları serbest bıraktığını, doğal akışa ayrıntılı ön hazırlıkla müdahale etmediğini söylüyor Woo. Bu, onu eski ve klişe yaptığı kadar, insani de yapar. Onun Hollywood’la kan uyuşmazlığı yaşamasının sebebi de budur. Ölçülüp biçilmiş, matematik bir kesinlikle hareket eden aksiyon yıldızları ruhsuz kas yığınları ya da en hafifinden birer robot gibi görünürken Woo’nun karakterlerini alelade biri gibi gösteren bir sebep de budur. Oyuncular kamera karşısına yönetmenin ne anlama geldiğini bilmedikleri talimatlarını yerine getirmek için çıkmazlar, hikâyedeki intikamın tecellisi için çıkarlar. Hardboiled filminin finalinde patlayan bombalardan son anda kucağındaki bebekle kendini dışarı atan ikonik yıldız Chow Yun-fat’in gerçekten de ölümün eşiğinden dönmesi ve buna rağmen kucağındaki bebeği (maketi) sıkıca tutarak hem çekimi hem kurtuluşu başarıp başarmadıklarını sorması bundandır. John Woo’nun kamerası aksiyon sinemasını kendi uçlarına ağır çekimlerle ulaştırmıştır.
Ağır çekimler estetik bir tercihi işaret etmesinin yanında dramatik bir tercihtir de. Kalabalıkların günlük ritüellerinin kıymetinin altı bu şekilde kalın kalın çizilir. Kötü adam sıradan insanı hedef aldığı için kötüdür. Woo’nun ağır çekimleri sadece elinde silahıyla uçarak ateş eden adamları göstermez. Huzuru kaçmış kuşları da gösterir. İşte o çılgın aksiyonun yıkıma uğrattığı şey budur: Avlularımızda yemlenen, dallarımızda dinlenen kuşların artık olmayacağı bir hayat, insan hayatının da sonudur.
Sam Peckinpah’tan Sergio Leone’ye nice ustanın izlerine rastlanabilecek sinemasında mermilerin öldüremediği tek şey sıradan insanın duygularıdır. Oyunculuk hevesleri kursaklarında kalmış onlarca güvercinin ağır çekimde kanat çırptığı kilise avlularından cüppelerinden uzun namlulu silahlar çıkaran rahiplerine dek Hıristiyanlık figürlerini filmlerinden eksik etmeyen Woo, bu özelliği sebebiyle aksiyon sinemasının vaftiz babası olarak da anılır.
Ne diyelim, Tanrı Woo’yu korusun!