“Kanunun korumasından yoksun bırakılanı ben devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım… Benim huzur ve barış içinde zanaatımı uygulayabilmem için bu koruyuculuğa ihtiyacım var… Bunu kim benden esirgerse beni ıssızlığın vahşiliğine doğru itmiş demektir, işte o kişi, sizin de inkâr edemeyeceğiniz üzere, kendimi koruyacağım silahı elime vermiş olur!”
2020, sinema salonlarından uzak kaldığımız bir yıl oldu -tiyatrodan, konserden, sokaktan, meydanlardan olduğu gibi. Film izleme alışkanlıklarımız uzun zamandır değişmeye başlamıştı ama yine de sinemaya gitmemekle sinemaya gidememek aynı anlama gelmiyor tabii. Birincisi (bir ölçüde) tercihken ikincisi bir zorunluluk/mahrumiyet. Film üretimi de ya durdu ya da bu olağanüstü yılın dayatmalarında kendine yeni biçimler aradı. Daha düşük bütçe, daha sınırlı mekân tercihleri, daha az efekt ve daha az oyuncuyla kotarılmış filmler yapıldı. Bu süreçte sinema seyircisinin (ve film yapımcılarının) imdadına dijital platformlar yetişti. Filmler doğal habitatlarına giriş izinleri olmadığından doğrudan televizyonların dar çerçevelerinin içine yerleştirildi. Bu süreç sona erdiğinde bazı yeni uygulamalar kalıcılaşacak ve bazı eski alışkanlıklar da terk edilecek. Mesele ayak uydurma meselesi değil elbette; mesele 125 yaşındaki bu sanatın, kapitalizmin bu altın yumurtlayan tavuğunun hangi dayatmaları göğüsleyeceği ve etkisi altındaki milyonlara neleri dayatacağı.
Clint Eastwood dünyaya geldiğinde Amerika büyük ekonomik krizlerinin en esaslılarından birini yaşıyordu ve sinema sanatı 35 yaşındaydı. Bir bakıma krizin ve sinemanın çocuğudur Eastwood. Çağdaş Amerika tarihi, hayatından da filmografisinden de okunabilir -liberal bir sağcıyken tabancasını ateşlemeye bayılırdı, kasabanın şerifiydi. Kendi filmlerini yönetmeye başladığı ikinci dönemindeyse silahı evinin duvarında asılı bir demokrata dönüştü Eastwood, gerektiğinde ateşlemekte tereddüt etmeyecekti ama artık kasabanın şerifi olmak istemiyordu. Soğuk savaş geride kalmıştı, herkesi ajanlaştıran “komünizm tehdidi” bertaraf edilmişti, biraz kendimize bakmanın, insanların serbest ve özgür hareket edebildiği bir ülke olmanın vakti gelmişti: Bu kadarına bile tahammülü olmayan bir Amerikan sağcısı için şüphesiz ileri bir tutum.
Eastwood dünyanın dört tarafında hayranları olan bir sinema canavarı. Sadece oyuncu ya da yönetmen deyip geçemeyeceğimiz biri. O büyük yapının kolonlarından biri, bir Roma sütunu. Bu nedenle ne yapsa dikkate değer oluyor, bir zamane yıldızının eserinden daha dikkatli takip ediliyor, daha şiddetle alkışlanıyor ya da yeriliyor.
İnatçı bir katır
The Mule, 2020’den önce çekilmişti neyse ki. Yine de bizim burada izlememiz pandemi dönemine ve dönemin şartlarına göre mümkün olabildi. Maskemiz, mesafemiz ve hijyenimizle sinemada değil, televizyonda.
Film gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak yazılmış. Leo Sharp ismli bir uyuşturucu kuryesinin gerçek hikâyesinden. Hikâyenin kayda değer yanı kuryenin ve elbette Eastwood’un yaşı. Yıllarca yakalanmadan, park cezası bile yemeden kendisine büyük paralar kazandıran işini yapıp ölmeden önce yakayı ele veriyor Sharp, bir yıl sonra da 2016’da ölüyor. Film, gerçek hikâyede olmayan dramatik detaylarla yeni bir hikâye anlatıyor. Gerçekte kurye Sharp hayata veda ettiği tarihte evli ve çocukludur. Filmdeyse Eastwood’un canlandırdığı karakter boşanmış, geçimsiz aksi bir ihtiyar olarak resmediliyor. Yine Sharp işini yıllardır yapan bir profesyonelken Eastwood artık ömrünün son demlerinde biraz tesadüf biraz da maddi şartların zorlamasıyla kendisini direksiyon başında bavul ticareti yapan bir kurye olarak buluveriyor.
Hem gerçekte hem de filmde bu ihtiyar kuryenin yakalanması zaman alıyor. Saklanmak için özel bir çaba harcamayan sıradan biri olmasına rağmen kuryenin yakalanamaması da bir süre sonra alelade bir şekilde tespit edilip cezaevine gönderilmesi de sönük ve beceriksiz bir operasyonla oluyor. Bu sebeple filmde suçun tespiti, ortaya çıkarılması, operasyon süreçleri olduğundan daha kompleks verilmek istenmiş ama yine de gerçeğe sadık kalınmış. Kısacası filmden yüksek bir polisiye haz beklememek gerekiyor.
Eastwood yaşlanmadı
Amerika’da filmi beğenenler kadar nefret edenler de olmuş. Beğenenler Eastwood’u beğeniyor, bu durumda nesnel olmak zor. Nefret edenlerse hikâyeyi samimiyetsiz, basit, saçma bulmuşlar. Filmi de Eastwood’u da açıkça demode olmakla itham ediyorlar.
Eastwood artık yaşlanmaya başladığı günlerden bugüne, herhalde bir 40 yıldan bahsediyoruz burada, dingin, hikâyesi olan filmler yönetti. Çoğu da kalburüstü işlerdi. Amerikan banliyölerini kurşuna dizdiği ilk döneminin aksine, ikinci döneminde o da banliyölere taşındı. Yaşlanan ve değişmesi gereken, o banliyöleri dolduran milyonlara, çalışan sınıfa direnenlerdir, bu anlamda Eastwood yaşlanmadı.
Diğer taraftan sinemanın, Hollywood tekeline bağlı olarak yaşlanmaz, ölmez, yenilmez insanüstü kahramanların istilası altında olduğu bir dönemde 90 yaşında bir oyuncuyla, bilgisayar efektlerinin olmadığı, hareketsiz, karakterlerin hikâyelerine, sosyal yapıya odaklanan bir film zamane seyircisine kaçınılmaz olarak yaşlı geliyor. O büyük filmlerde gördüğü her şeye sorgusuz ikna olan bu genç seyirci, The Mule’da örneğin, karakterin arabasında taşıdığı bavulun içinde ne olduğuna bakmamasını ya da bu yolla kazandığı parayla maddi sorunlar yaşayan küçük insanlara yardım etmesini inandırıcı bulmuyor. Olağanüstü olanı istemek olağan olanı reddetmek; perdede olan da bu, gerçek dünyada olan da.
Karakterin, Eastwood’un filmografisi boyunca kurduğu o katı karakterinin geçirdiği dönüşüme bakınca genç ve gençleşen bir oyuncu/sanatçı görüyoruz. İlk döneminin adaletin tesisi için suçlu/masum ayrımı yapmaksızın silahını konuşturan o görevli polis/kovboyu artık geride kalmış; yazının başında da alıntı yaptığımız Alman şiirinin kurucularından Heinrich von Kleist’ın müthiş öngörüsüyle modern zamanların öncülerinin habercisi olan Michael Kohlhaas karakteri gibi, silahını konuşturan o denetimsiz polise, emeğiyle geçinmesine izin vermeyen spekülatif ekonomiye, ordusunda tereddütsüz görev aldığı devlete isyan eden bir ermişe dönüşmüştür. Kleist’in karakteri tanıtırken dediği gibi:
“…çiftliğinde kendi halinde mesleğini icra ederek geçimini sağlıyordu; Tanrı korkusu olan, çalışkan ve dürüst çocuklar büyüttü; yardımseverliğinden ya da iyi kalpliliğinden payına düşeni almayan tek bir komşusu yoktu. Kısacası eğer erdemlerinden birini aşırıya vardırmasaydı gelecekte dünya onu hürmetle anacaktı. Ancak adalet duygusu onu bir hırsız ve katile dönüştürdü.”
Eastwood hiçbir zaman isyana çağıran bir asi olmadı ama açık bir şekilde patlayan silahların safından bastırılmış duyguların, yok sayılmış hayatların ve ortada bırakılmış insanların safına geçti. Filmleri bunu tam da yukarıdaki şekilde açıklayan ayrıntılarla doludur. Sinemada olduğu gibi gerçekte de uluslararası tekellerin küresel baskı stratejileri, olağanüstü kahramanlar olmadan bir gün bile ayakta kalamaz, yıkılmalarıysa saf değiştiren sıradan insanın atacağı bir adıma bakar. Bu nedenle ölümsüz kahramanlar ölümlü ve Eastwood ölümsüzdür.
221B’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.