Röportaj: Özlem Özdemir
Polisiyemizin önemli yazarlarından Suat Duman’ın her romanında çıtayı daha da yükselttiğini düşünüyorum. Rakun’da aksiyonu bol bir kara macera anlatan kalemi, şimdi bizi 1918’in İstanbul’una davet ediyor. Okurları, işgal altındaki İstanbul’da yaşayan iki kadın karakterle, Ferda ve Miette’le buluşturuyor. 1918 serisinin ilk iki romanı Kalbim, Kimsesiz Yurdum ve Ah Dehşet, Dehşet, Dehşet! raflarda yerini aldı. 1918 serisini mutlaka okumalısınız, hem o çok özlediğimiz klasik polisiyelerin tadına tekrar varmak için, hem de tarihimizin en önemli dönemini ustalaşmış bir polisiye yazarının kaleminden görmek için… 1918 serisini yazarı Suat Duman’la 221B okurları için konuştuk…
Güncel polisiyeler yazarken ilk kez tarihi bir dönemde geçen bir roman serisiyle karşımızdasın. Nasıl ve neden karar verdin bugünde değil, 1918’de geçen bir seri yazmaya? Teknolojinin ve bilimsel gelişmelerin bu kadar ilerlemediği bir dönemde geçen bir polisiye yazmak, bence yazarlara çok daha zengin bir alan açıyor; karakterlere, mekânlara daha fazla odaklanmalarını sağlıyor çünkü.
Sorunun içinde cevap da var aslında, zamanımızdan hem kendimi hem hikâyemi uzak tutmak istedim. Polisiye hikâyenin o ilk dönemlerindeki dedektifin aklına, gözlem yeteneğine, analiz gücüne yaslanan yapısına hep imreniyordum. Dönemin yazarları da kendi zamanlarının teknolojik, bilimsel gündemini takip ediyorlardı, bunu biliyoruz. Fakat geldiğimiz noktada artık şehirler 24 saat kameralarla izleniyor, hepimiz bir şifreyle, birkaç basamaklı numaralarla ve kare kodlarla tanımlanmış, eski ve daha politik ifadesiyle fişlenmiş durumdayız, hem de bile isteye. Bugünün polisiyesi belki de buralardan yazılmalı, yazılıyor da. Yine de sanal izimizin olmadığı, gerçeğin neredeyse elle tutulur bir şey olduğu zamanlara gitmek istedim, hem sadece hikâyede, hayalde değil, gerçekten istedim bunu. Heyhat! 1918 serisi bana bunu vaat etti. Hayatı kolaylaştırıyor mu zorlaştırıyor mu emin olmadığım bütün bu teknolojinin henüz hâlâ Jules Verne’in uçmuş zihninin mahsulü olarak kaldığı o ilk dönem polisiyelerinin, altın çağın saf macera duygusuna yaklaşmak istedim. Eski tarz maceraları seviyorum, öyle bir maceranın parçası olabilmek, en azından hikâyesini yazabilmek için bugünle ve şimdiyle vedalaşmam gerekiyorsa buna hazırım.
1918 serisinin ilk romanı Kalbim, Kimsesiz Yurdum, Ferda ve Miette’in Fransa’dan bindikleri trenden 13 Kasım 1918, yani İstanbul’un işgal edildiği gün inmesiyle başlıyor. İşgal kuvvetlerini de ilk kez bu romanda görüyoruz. İşgal altındaki bir İstanbul’u yazmak bir yazar olarak neler hissettirdi sana?
Zor bir dönem. Öncesi ve sonrasıyla anlamaya çalıştım. İşgal, başka bir ifadeyle çöküşün İstanbul’a kadar genişlemesi bugünden bakılınca kolay tahayyül edilir şey değil. Ağır silahlar Saray’a çevrildiğinde, sokaklar, bulvarlar düşman çizmeleriyle inlediğinde bile işgali idrak edemeyenler, dünyanın almakta olduğu yeni biçime direnenler var. Herkeste, kısa süre sonra orduyu ve direnişi örgütleyecek büyük teşkilatçıda bile buradan çıkışın yöntemine dair net bir fikir yok: 1918 İstanbul’u kelimenin gerçek anlamıyla ortada kalmıştır.
Tarih okuması yaparken beni en çok, asker kadroların, yıllardır süren savaşlara rağmen hazır ve diri olmaları, buna karşılık özellikle aydınların yaşadığı yılgınlık ve sonu gelmez gelgitleri şaşırttı. Savaşların yüzyılından yeni savaşların yüzyılına askerler zinde girmişlerdi. Aydınlar sahadan uzak olmalarına rağmen daha çok yorulmuşlardı, en azından fikren.
Çok uzaktayız, buradan bakınca savrulmaların hepsi belli bir anlama bürünüyor. Çok azı hariç, teslimiyetçi siyasetlerin bile şu ya da bu yönde bir kurtuluş reçetesi içerdiğini gördüm.
Beni cezbedense zaten 72 millete yataklık eden şehre bir de Avrupa devletleri demir atınca, çok yöneticili bir başıbozukluğun doğmuş olmasıydı. Çok sevdiğim eski usul maceralar için daha uygun bir yer olamazdı.
Ferda ve Miette, yakın dostlar, ayakları üzerinde duran, eğitimli, özgüvenli ve güçlü kadınlar. Ferda’nın işgal kuvvetlerini gördüğü ilk günkü acısını ve öfkesini de okuyoruz romanda. Yurtsever bir kadın. Dönemle ilgili detaylı okumalar yapılmadığında, bir ezberle yanlış bir noktaya varılıyor genelde, dönemin kadınlarının bu kadar güçlü olmadığı düşünülüyor bazen. Bununla ilgili ne düşünürsün? Ayrıca bu iki kadını yaratırken, hangi tarihi karakterlerden beslendin?
Her şeyin, yılgınlığın, ruhsal ve fiziksel çöküşün ama aynı anda öncülüğün, fedailiğin, devrimciliğin de patlama yaptığı bir zaman aralığı. İşgal kadınlarda önce milli duyguları ateşliyor. Çok önemli roller oynuyorlar. Zaten iyi eğitimli, donanımlı, zihnini ve bedenini dini, toplumsal baskılardan kurtarmış, sanat ve siyaset bilen/üreten kadınlar, öncesinde de varlar elbette. Bu süreçteyse onların önderleştiği, yardımcı rollerde oyalanmayı bırakıp kürsüleri, meydanları ve silahları ele geçirdiği görülüyor. Hepimizin bildiği müthiş edebiyatçımız Halide Edip, önemli bir entelektüel ve yazar, kadın hareketinin taşıyıcılarından Şükufe Nihal ve diğerleri…
Bu, batıda da böyle. Daha uzun, daha eski, daha başarılı bir kadın hareketi yok batıda da. Neredeyse dünyanın bu tarafıyla paralel ilerliyor. Birinci Dünya Savaşı batıda, cephede erkekler can verirken cephe gerisinde kadınların sadece kendi hayatlarını değil topyekûn hayatı, fabrikaları, okulları, hastaneleri, devlet idaresini ele aldıkları bir süreci doğuruyor. Savaşın sonu orada, mesela Fransa’da kadınların yeniden eve kovulmasıyla sonuçlanıyor. Bizdeyse tam tersi, kadınların eşit roller üstlendiği bir Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’le birlikte her kademede ileri pozisyonlar. Bunda yanlış bir şey yok, dünyayı dönüştüren iki büyük kıyamet bu coğrafyada kopuyor: Cumhuriyet Devrimi ve Sovyet Devrimi kendi çağının bu her açıdan en ileri hareketleri kadınların ve erkeklerin omuzlarında yükseliyor.
Önceki romanlarında da kadın karakterler vardı elbette; ancak ana karakter değillerdi, bence bu kadar güçlü de yazılmamışlardı. 1918 serisiyle birlikte senin kaleminde ve dünyanda kadınların temsili de daha farklılaşmış diye düşündüm okurken. Daha gerçek bir biçimde yazılmış, nefes alan kadın karakterler var 1918 serisinde. Buna katılır mısın?
Suç hikâyelerinde, polisiyede kadının rolüne dair bir önyargı var. Acımasız, koyu bir şiddetle örülmüş bu yasadışı dünyanın kadınlara göre olmadığına dair. Beni de zapt etmiş bir önyargı bu. Kadınların sadece mağdur/maktul olarak yer alabileceği fakat asla fail ya da dedektif/kahraman olamayacağı bir dünya olduğu varsayımı. Kadına yapay bir iyilik, zayıflık, saflık atfeden ve sözüm ona koruyan gerçek dışı bir düşünce. Kadını tanımayan bir düşünce. Haliyle bu düşünce kadını edebiyattan da kovuyor. En iyi ihtimalle ona hikâyenin dramatik etkisini güçlendirmek için bir yan rol biçiyor. Dünya altüst olurken bir bankta oturmuş, ağaçlarla ve kuşlarla birlikte ortalığın durulmasını bekleyen işlevsiz canlılar olarak çiziyor onu.
Romanlarımda bu kabulün yansımaları ve bu kabulden sıyrılmanın izleri var elbette. Müruruzaman Cinayetleri’ni saymazsak ilk dört romanımda kadın karakterler baskın ya da güçlü görünmüyorlar, haklısın. Müruruzaman Cinayetleri’nde hikâyenin her şeyi, başlatanı ve bitireni bir kadındır: adalet isteği de intikam arzusu da diri, güçlü, sabırlı ve yaşayan bir kadın.
Diğer üç romanımdaysa kadın karakterler hikâyenin odağından nispeten uzak konumlanmış durumdalar ve akışa müdahale edecek kudretten yoksunlar. Fakat buna bir ekleme yapma gereği duyuyorum, ilk dört romanımda tipik bir kahraman, her şeye kadir bir güçlü erkek karakter de yok. Hemen tümü ezilen, kaçan, canını kurtarmaya çalışan, başlarındaki belayı savmaya çalışan tipler.
1918 serisinde ise silahların başrolde olduğu bir çağı, merkezinde iki kadının olduğu hikâyelerle görüyoruz. Güçlüler ve bu gücü akılcılığın sökmekte olan şafağından alıyorlar. Batıl olan yıkılıyor, 20. yüzyıl fevkalade devrimlere ilerliyor. Kadınların kurtarıldığı değil, kurtardığı bir çağ: Ferda ve Miette bu çağın kahramanları!
Ferda ve Miette, unutulmaz karakterler olacak bence polisiye edebiyatımızda ama ben Mithat’a da bir parantez açmak isterim. İlk romanda tanışıyoruz ve ikinci romanda Mithat’la ilgili gizem de artıyor. Mithat’a dair tahminlerim var elbette, ama yazarını bulmuşken sorayım. Mithat’ın Ferda ve Miette ile birlikte olmadığı zamanlarda neler yaptığını, nelerle uğraştığını kaçıncı romanda göreceğiz?
Mithat aslında Ferda ve Miette kadar önemli bir karakter. Burada, hikâyeden rol çalıp sırlarını ele vermek istemem ama herkesin kurtuluş fikrine kafa yorduğu bir dönemde Mithat gibi fedailer kuşağından bir genç, ateşin ve fırtınanın kenarında kalmayacak elbette, tersine kendini onun ortasına atmak için yanıp tutuşacak. Üçüncü romandan itibaren Mithat’ın hikâyesi de görünür, takip edilebilir olacak diye düşünüyorum.
Serinin kitaplarında o dönem İstanbul’da olan ya da İstanbul’a yolu düşen dünyaca ünlü gerçek kişiler de var… Nazım Hikmet gibi. Fakat bu tarihi karakterler, romanın ana karakterleri değiller, romandaki olayın içinde ya bir tanık, ya eski bir dost olarak bazı sahnelerde görüyoruz onları. Bunun romanın gerçekçi tarafını güçlendirirken yapıyı da çok zenginleştirdiğini düşünüyorum. Sen ne dersin?
Bugünden bakınca o tarihi şahsiyetler çok iyi yazılmış bir maceranın kahramanları gibi görünüyor bana. Yapıtları kadar hayatları da fevkalade. Öyle ki kısacık ömürlerine yedi kıtayı sığdırmış kadınlar ve erkekler. Dünya çalkalanırken başı dönen, midesi bulanan, ayağı yerden kesilenlerden değiller. Dönüşümün farkındalar, dahası ona müdahale ediyorlar, dönüşümden etkilendikleri kadar ona etki de ediyorlar. Kurmaca karakterlerimiz onların hızına yetişemez. Bu işin bir tarafı, o insanların adeta kanatlanmış hayatları, kurmacaya çok yakışıyor.
Diğer tarafı da elbette tarihe ve topluma mal olmuş, kimisi bir akımın, kimisi bir davanın taşıyıcısı olmuş gerçek kişiler. Ferda ve Miette gibi neredeyse bütün esin kaynakları kurmaca hikâyelerden gelen iki karakteri onlarla birlikte işlemek bana hem eğlenceli hem de ayakları yere basan bir hikâye kurmak adına doğru göründü. Burada elbette kişilere ve olaylara ihanet etmemek, kendi doğrularını onlara söyletmemek gibi ahlaki bir sorumluluk duyuyorsun ister istemez.
“Aklımda sadece çizgi roman estetiğine yakın, saf, çocuksu bir macera yazmak vardı”
Peki, 1918 serisi nasıl devam edecek, kaç romanlık bir seri planladın, nasıl bir yayın takvimi ile okurla buluşacak?
Uzun bir seri. 10 kitap olmasını planlıyorum. Fakat karakterler yaşayacak ve bilemiyorum belki yeni maceraları da olacak. Bunu şimdiden düşünmek istemiyorum. Eğer yazabilirsem yılda üç macera yayınlamayı planlıyorum. Demek tüm seri 2023’te son bulacak.
Cinayet Mevsimi, Müruruzaman Cinayetleri, Dünyanın Leşleri, Rakun.. Polisiyenin farklı alt türlerinde eserler yazdın. Kara roman türüne daha yakınsın, ama mesela Rakun’da macera-aksiyon yoğunluğu da önceki romanlarına göre daha fazlaydı. 1918 serisinde ise katil kim ekolüyle kara roman ekolünü çok iyi birleştirdiğini düşündüm okurken. Evet, her romanda aslında basit bir olayı o dönemin teknolojisiyle çözmeye çalışan kişilerle ilgili bir yapı var, ancak romanın tarihsel arka planı, karakterlerin iç sesleri, 1918 serisinin iyi bir kara roman olmasını da sağlıyor. 1918 serisinin taslağını ilk çıkarttığında ya da bu fikri geliştirmeye başladığın ilk dönemde buna dair de düşünmüş müydün?
Dedektifin kafası bir okur olarak beni her zaman çok ilgilendirmiştir. Onun olayları nasıl gördüğünü, bakış açısındaki farklılığı bilmek isterim. Bu bir önceki dönemde dedektifin yan karakterle konuşmalarıyla veya hikâyenin, dedektifin aklını herkesten iyi bilen bir yan karakter tarafından anlatılmasıyla çözülmüştü. Holmes/Watson örneğinde olduğu gibi.
Kara polisiyede dedektif dünyaya katlanan bir karakterdir artık, bir yardımcıya tahammül etmesi, birilerine gözlem ve analizlerini anlatması düşünülemez. Bu nedenle iç sese yöneliyor. Her ikisini de çok seviyorum.
1918’de çağının tanığı iki kadın var merkezde. Sadece alelade bir suçu aydınlatmak, sıradan bir suçluyu kodese tıkmaktan fazlasını istiyorlar, her şeyi istiyorlar. Haliyle onların kafasının içi benim için önemliydi. Onların gözünden İstanbul, onların gözünden işgal, onların gözünden Sovyet Devrimi, onların gözünden Kuvayi Milliye. Tabii hiçbir şekilde didaktizm tuzağına düşmeden, esas amacım olan saf ve eski usul bir macera hedefinden sapmadan… Nasıl ki Sherlock Holmes doğduğu kıtayı, sanayileşme devrimini, aklın bayraklaştığı bir çağı temsil eder, o çağın şövalyesidir, Ferda ve Miette de devrim coğrafyasında nefes alıyorlar, o coğrafyayı ve çağı yansıtıyorlar. İç sesleri bu sebeple de önemliydi.
Bir romana çalışırken türe, alttüre, üsluba dair bir ön çalışma yapmam -bu çalışma yazmayla aynı anda gerçekleşir. Yazmadan önce bunları göremem, çoklukla yazarken bulurum. Soruna cevap olması için, taslak çıkardığımda, yani kabaca da olsa dönem ve karakter çalışması yaptığımda aklımda sadece çizgi roman estetiğine yakın, saf, çocuksu bir macera yazmak vardı. Kalanı yazarken ve yeniden yazarken gelişti.
Özellikle Rakun itibarıyla romanlarında sinematografik dünyanın da çok kuvvetlendiğini düşünüyordum, 1918 serisine dair de bu tespiti yineleyebilirim. Belki İstanbul’un bazı semtlerinin detaylarını biraz daha kuvvetlendirmen mümkün olabilir, ama yine de görsel dünyasıyla birlikte takip ediyoruz romanı. Bunu yapmak da ayrı bir maharet. Bir yazar olarak, sinemayla sıkı bir ilişki kurduğunu biliyorum. Neler katıyor yazdıklarına bu ilişki? 1918’in dünyasına sence neler kattı?
Sinemanın hayatı taklit ettiği zamanlar çok geride kaldı, sinema artık hayatı üretiyor kanımca. Yine de özellikle 1918’de görsel bir dil öne çıkıyorsa bunu herhalde çizgi roman sanatına borçludur. Özellikle hayranı olduğum Herge’nin olağanüstü çizgi serisi Tenten hem karakterizasyon hem kurgu hem de görsel olarak tanımladığın dilin oluşturulmasında en baştan beri etkili oldu.
Şunu da söylemeden geçmeyeyim, dönemin İstanbul’unu, işgal edilmiş, esir alınmış şehrimizi gösteren çok fazla fotoğraf ve materyal yok. Dönemi canlandırmaya çalışırken sık sık yeniden üretilmiş materyallere başvurmam gerekti, sanırım bu da anlatımı etkiledi.
“Doğru yapımcılar ve doğru bir kadroyla televizyonda ya da perde de görmek isterim 1918’i”
1918 serisinin kuvvetli bir dizi de olabileceğini düşünüyorum. Tüm dünyada tarihi polisiye dizi ve filmlerde de bir yükseliş yaşanıyor. Böyle bir hedefin ya da buna dair çalışmaların var mı?
Doğrusu kitabın yayınlanmasıyla birlikte ilk dönüş tam da dediğin noktadan oldu. Dönemin hamaset içermeyen, altın çağ polisiyelerini anımsatan dokusunu seven yapımcı bir dostum serinin televizyon uyarlaması için heyecanlandığını yazdı. Ne olur bilmiyorum, iyi edebiyat uyarlamalarına asla karşı değilim. Doğru yapımcılar ve doğru bir kadroyla televizyonda ya da perde de görmek isterim 1918’i.
İşgal günlerini ve Kurtuluş Savaşı’nı anlatan, karakter ve kentin dünyasını kurarken de faydalandığın, favori dönem romanların, kitapların hangileri? Okurlarımıza önerilerini de iletmiş olalım.
Bütün Halide Edip kitapları, tartışmasız. Daha önce okumadığım ama 1918’e çalışırken elime aldığım Kemal Tahir’in Esir Şehir üçlemesi, müthiş. Aydınların haleti ruhiyesi, inanılmaz bir cezaevi argosu… İstanbul geçit töreni yapıyor gibidir, özellikle serinin ilk iki kitabı. Mithat Cemal’in Üç İstanbul’u…
Dönemin gazetelerinde şu ya da bu taraftan düzenli bir şekilde yayınlanan İstanbul’un her köşesine ışık tutan günlük köşe yazılarından çok faydalandım.
Bir de tabii hiç şüphesiz, dönemin her melanete en hazır belki de tek insanı Mustafa Kemal’in hayatı ve yazdıkları, söyledikleri. Dönemi ve baş eğmeyen, inatçı, kararlı, başkaldıran insanını anlamamda -belki de hayret etmemde bana çok yardımcı oldu. Geçtiğimiz yüzyılın seyrini değiştiren birkaç müstesna isimden biri, bir noktada hedefe ulaşmak için mecbur kalsa ağaçları, taşları, kurtları ve kuşları da örgütleyebilirmiş diye düşündüm.
Nihayet İstanbul’a dair mikro incelemeler, sözlükler, tanıklıklar ve incelemeler hep elimin altında bulundu, bulunuyor. Tamamına ve her şeye vakıf olmam, bütünüyle hatasız bir eser vermem imkânsız biliyorum. Yine de bir görev ya da zorunluluk gibi değil büyük bir zevk ve dikkatle okuyup notlar alıyorum. İstanbul bir gayya kuyusu, her sesi işitmemiz olanaksız, her köşeyi görmemiz.
Son dönemde izlediğin ve çok beğendiğin polisiye diziler ya da filmler var mı?
Son dönem bir yana, Night Of çok güzeldi. Dedektifin, burada avukatın, problemi çözme sürecine yoğunlaştığı kadar hatta daha çok onun kişisel dramına, yani aslında cinayetten daha büyük bir muammaya, hayatın bizzat kendisine eğilen, çok iyi yazılmış ve oynanmış bir diziydi. İyi bir Amerikan romanı okur gibi, Carson McCullers’ın kaleminden çıkmış bir hikâyeyi okur gibi huşu içinde seyrettiğimi hatırlıyorum.
Yakın zamanda izlediğim bir başka seri, Criminal serisi. Bütünüyle diyaloğun gücüne yaslanan, buna rağmen gevezelikten uzak, katmanlı hikâyesini tek mekâna rağmen ustaca saklayan ve içerdiği yoğun şiddeti istismar etmek bir yana bir damla kan bile göstermeyen yapısıyla herhalde son zamanların en iyi dizilerinden biri.
Sinemada epeydir akılda kalıcı bir örneğini seyretmedim korkarım. Hikâyesini ezbere bilsek de merakla beklediğim Nil’de Ölüm’den umutluyum ama.