Tüm zamanların en iyi dizilerinden biriydi The Wire. Kimilerine göreyse en iyisi. The Wire‘ın en büyük özelliği başrolü olmamasıydı, her karakter belli bölümlerde öne çıkıyordu ama eninde sonunda her karakter öldürebiliyor ve kimse buna şaşırmıyordu.
Bu karmaşık yapı içinde birilerinin oyuncu olarak bu diziyle fark edilebilmesi oldukça zordu elbette, The Wire gibi olay yaratmış ve çok sevilmiş bir dizide rol aldıktan sonra birçok oyuncu daha sonra ya aynı büyüklükte bir iş bulamayıp kaybolup gittiler ya da oynadıkları diziler The Wire etkisi yaratmaktan çok uzak kaldı. Idris Elba ise The Wire‘da canlandırdığı uyuşturucu mafyasının başındaki isimlerden biri olan Russell Stringer Bell karakteriyle dizi içinde oyuncu olarak sivrilemediyse de bir sonraki işi olan Luther‘da kariyerinin zirvesine çıktı. Üstelik bir suçluyu canlandırarak tanındıktan sonra yeni dizisinde polis olarak karşımıza çıkması gibi riskli sayılabilecek bir yola saparak…
Luther 2010’da BBC’de yayın hayatına başladı. İlk sezon her biri 1 saat süren 6 bölümden oluşuyordu. Reytingleri o kadar iyiydi ki ilk sezonu yarıladığında 2. sezon onayını almıştı bile. Peki neydi Luther‘ı aynı dönemde yayınlanan Life On Mars, devamı olan Ashes to Ashes ve tabii ki Sherlock gibi diğer İngiliz polisiye dizilerinin varlığına rağmen bu denli çekici yapan? Bunun cevabını vermeden John Luther’ın kişiliğine ve ilk sezona odaklanalım…
Luther: İlk Sezon Özeti
Londra’da görevli cinayet masası dedektifi John Luther, karısı Zoe Luther ile ayrı yaşamaktadır, bu ayrılık sürecinde Zoe ise Mark North ile yakınlaşmıştır. John karısıyla tekrar birlikte olmayı beklerken Zoe ona yeni bir ilişkisi olduğunu itiraf eder. Bunun üzerine John Luther’ın öfkeli yanı ortaya çıkar ve evdeki eşyaları kırıp döker. Daha sonra bu öfke hali karısının çalıştığı yeri basmasıyla ve karakolda tekrar terk edildiğini öğrendiğinde de ortaya çıkacaktır. Zoe ile ayrılıkları aslında John’un sürekli işiyle meşgul olup Zoe’yi ihmal etmesinin sonucudur. Bu öfke nöbetlerinin uğraştığı olaylarla ilgili olduğu belli belirsiz izleyiciye de yansıtılır…
Sonuçta pedofiller, kadın katilleri, seri katillerle uğraşmaktadır, böyle olunca da adaleti çoğu zaman kendi sağlamak ister, kimi zaman bunu başarır da. Dizi de böyle bir sahneyle açılır zaten, seri katil Henry Madsen’i ele geçirdiğinde, Henry yüksek bir yerden düşmek üzereyken onu kurtarmak için bir hamle yapmayıp düşmesine izin vermesi sonucu hakkında soruşturma açılır. Ancak Henry Madsen’in ölmeyip, hastanede koma halinde yatması bir yandan işini sürdürmesini de sağlar. Luther’a göz kulak olması için yanına genç bir dedektif verilir: Justin Ripley. İkilinin baktığı ilk işse annesi babası ve köpeğini evinde ölü bulan Alice Morgan’ı sorgulamaktır. Ancak Alice ardında iz bırakmamakta o kadar beceriklidir ki onun zekâsından çok etkilenir Luther.
Öte yandan onun ailesini öldürdüğüne emindir ama kanıtlayamadığı için serbest bırakmak zorunda kalır. Alice Morgan da tüm sezon boyunca Luther’ı izler, zaman zaman onu karısı karşısında zor duruma sokar, zaman zamansa cinayetleri çözmesine yardım eder… Özellikle 5. ve 6. bölümler dizinin zirvesi diyebiliriz, bu iki bölümde, yaşanan trajik bir olay sonrası Luther’ın avcıyken ava dönüşmesini ve bir başka dedektif olan arkadaşı Ian Reed ile satranç ustalığı kıvamında kapışmasını izleriz. Ve tüm bu olaylar olurken senaryo tek bir açık vermeyerek kendine hayran bırakır. Elbette bu ustalığın sonucu olarak da dizi ve Idris Elba bu ve sonraki sezonlarda birçok ödül kazandı.
Luther’ı diğer polisiyelerden ayıran başlıca özellik ilk sezon boyunca katili ilk andan itibaren gizleme gereği duymayıp izleyiciye göstermesi. Bu sezonda yer alan 6 bölümde 5 ayrı hikâye anlatılırken Luther’ın karısıyla olan inişli çıkışlı ilişkisi de tüm sezon boyunca ana hikâye olarak işlendi. Dizi boyunca katiller hep toplumun normal görünen kesiminden seçilmişti, aralarında taksici de vardı, kitapçı da, eski asker de. Olaylar Londra’nın bilindik sokaklarında geçtiği için de izleyicide her an kendi başına gelebilecekmiş hissi yarattı, bu da başarısındaki etkenlerden biriydi. Luther’ın cinayetleri çözme yöntemi genelde insan davranışlarını gözlemleme yoluyla oldu. İlk bölümde Alice Morgan’ı sorgularken esnemesi karşısında Alice’in esnememesinden yola çıkarak onun katil olduğunu anladı mesela. Alice’in beyni empati kuramamıştı. Cinayet masasından arkadaşı Ian Reed’in olay mahallindeki endişeli tavırlarından da anlam çıkarttı ve bu farkındalık hali ikili arasındaki kovalamacanın fitilini ateşledi.
Dizinin yaratıcısı Neil Cross John Luther karakterini yaratırken iki kült figürden faydalandığını söyledi; Sherlock Holmes ve Columbo. Bu arada dizi yayınlanırken beklenmedik bir şey oldu ve en az John Luther karakteri kadar Ruth Wilson tarafından canlandırılan Alice Morgan karakteri de ilgi gördü. Bu ilgi karşısında Alice Morgan’ın Luther’ın spin-off dizisi olarak yola devam edebilme ihtimali belirdi. Bekleyip göreceğiz…
Muhteşem Müzikler
Bir İngiliz dizisinin kıyısından köşesinden müziğe bulaşmaması düşünülemez elbette, Luther ilk golü jenerik müziğiyle çaktı; Mazzy Star grubundan Hope Sandoval’ın seksi vokaliyle Massive Attack’tan Paradise Circus. Dizinin ilk bölümünde Luther, yardımcısı Justin Ripley’e David Bowie’yi ne kadar sevdiğinden bahsediyor. Dramatik sahnelerin birinde Sia’dan Breathe Me, sezon finalindeyse Nina Simone’un ağır yorumuyla Don’t Let Me Be Misunderstood çalınıyor. Beck’ten Everybody’s Got To Learn Sometime ve Emiliana Torrini’den Gun da ilk sezonda çalınan şarkılardan diğer ikisi.
İlk 3 sezon aynı replikle bitti; “Now What?”
4.sezonla epey karanlık bir yere seyreden dizinin yeni sezon haberi ise geçtiğimiz günlerde geldi.