Başıboş Köpek: Çürüyen Bir Şeyler Var Venedik’te

/
16 dakikalık okuma

Bir siyasi polisiye meraklısı olarak, Wolfgang Schorlau ve kahramanı Dedektif Dengler’le Schorlau’nun ilk romanı Mavi Liste’nin Türkçeye çevrilmesiyle tanıştım. Schorlau’nun sadece siyasi polisiye yazmaması, aynı zamanda 68 kuşağından olması, dünyaya soldan bakmaya devam etmesi ve Avrupa uygarlığının karanlık yüzüne ayna tutması ise bana yazarı sevdiren esas etmenler oldu. Mavi Liste, bir zamanlar tüm dünyaya özgürlük, refah ve barış getireceği iddia edilen ve sadece Almanya’yı değil bütün insanlığı ilgilendiren bir meseleye, reel sosyalizmin çözülmesine ve Doğu Almanya diye de bilinen Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin yıkılarak Federal Almanya Cumhuriyeti (Batı Almanya) ile “birleşmesine”, daha doğrusu Federal Almanya kapitalizmi tarafından “yutulmasına” odaklanıyordu.

mavi liste

Schorlau, Dedektif Dengler etrafında bir polisiye kurgulamıştı ama esas olarak bize özelleştirmeler aracılığıyla Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin kamusal varlıklarının Alman sermayesine nasıl peşkeş çekildiğini ve bunda siyasetçilerle bürokratların oynadığı rolü anlatıyordu. Buradan da günümüz Almanya’sındaki sermaye-devlet ilişkisine dair son derece önemli ipuçlarına varmak mümkün olabiliyordu.

Ben ise kitabı okurken Türkiye siyaseti ve yakın tarihi üzerine çalışmalar yapan bir siyaset bilimci olarak elbette Almanya ile burayı karşılaştırıyor, iki ülkedeki özelleştirme mekanizmalarına ve sermaye-devlet ilişkisine dair benzerlik ve farklılıklar üzerine düşünüyordum. Kitabın okura sürekli hatırlattığı başka bir şeyse sistemin propaganda aygıtlarının söylediklerinin ötesinde bir yerlerde bir hakikatin bulunduğu ve o hakikatin bilgisine ulaşmanın öyle kolay olmadığıydı. Zaten sistem de bunu engellemek yani hakikatin üzerine “mistik bir tül” örtmek üzerine kurulmuştu.

Tülü Aralamak

Mavi Liste’nin üzerinden çok geçmemişti ki önce Münih Komplosu ve ardından da Koruyan El, Kavuran Soğuk ve Büyük Plan geldi ve ben bunları da neredeyse yutar gibi büyük bir heyecan ve keyifle okudum. Okurkense yine Almanya’nın ve Avrupa’nın yakın tarihi üzerine düşünmeye ve Türkiye ile karşılaştırmalar yapmaya devam ettim. Schorlau, Münih Komplosu’nda Neo-Naziler tarafından 1980’de düzenlenen bir bombalı saldırıdan yola çıkarak Alman devletiyle ve özellikle güvenlik aygıtıyla Neo-Naziler arasındaki “derin” bağlantıları anlatıyor, oradan da soğuk savaşa, antikomünizme ve Nazi rejimiyle Federal Almanya Cumhuriyeti arasındaki sürekliliğe uzanıyordu. Koruyan El’de de yine meselenin odağında Neo-Naziler bulunuyordu ve karşımızda bu sefer “Nasyonal Sosyalist Yeraltı” adlı örgüt tarafından 2000’li yılların başında işlenen göçmen cinayetleri etrafında şekillenen bir hikâye vardı.

münih komplosu

Kavuran Soğuk’ta Schorlau başka bir meseleye, ABD ve NATO’nun Afganistan işgaline yönelmiş, Afganistan’da savaşmış bir Alman asker tarafından işlediği düşünülen cinayetler dolayımıyla arka planda başka bir hikâyeyi, işgali, savaşı, askerliği ve elbette yine devletin güvenlik aygıtındaki karanlık ilişkileri anlatmıştı. Ardından gelen Büyük Plan’da ise yazarımız tıpkı NATO gibi uluslararası bir birlik olan Avrupa Birliği’ne ve Yunanistan’ın borç krizine bakacak, AB’nin mali politikalarının Avrupa finansal sermayesi tarafından belirlendiği ve Yunanistan’ın bu politikalar aracılığıyla batırıldığı gerçeğini çarpıcı bir şekilde okura aktaracaktı.

kavuran soğuk

Schorlau’yu okuduğum dönemde İletişim Yayınları bu sefer başka bir Almanyalı siyasi polisiye yazarının, Volker Kutscher’in kitaplarını arka arkaya basmaya başladı. Kutscher’in romanları Weimar Almanya’sından Nazi Almanya’sına uzanan bir kesitte Komiser Gereon Rath’ın maceralarını anlatıyordu ve her iki seri bir arada adeta bütünlüklü bir yakın dönem Almanya tarihi ve faşizm/Nazizm tablosu ortaya koyuyordu. Ancak bu tabloyu daha da mükemmelleştiren, bu ikiliye Philip Kerr’in Dedektif Bernie Gunther serisini eklemem oldu; çünkü böylece elimde artık Weimar Almanya’sından günümüz Almanya’sına uzanan ve yirmi kitabı geçen üçlü bir seri bulunmaktaydı.

Bense tam da o günlerde zaten soğuk savaş, antikomünizm ve milliyetçilik üzerine çalışan biri olarak Yordam Kitap’ın “Gençlerle Baş Başa Serisi” kapsamında yayınlanacak “Faşizm” kitabımı yazıyor ve bu nedenle de Nazizm üzerine olan literatürü ayrıntılı bir şekilde inceliyordum. İşte bu süreçte, sözünü ettiğim bu üç seri hem faşizmi, soğuk savaşı ve antikomünizmi daha derinlikli bir şekilde kavramamda bana yardımcı oldu, hem de yorulduğum zamanlarda bir sığınak işlevi gördü. Bugün biliyorum ki Schorlau, Kutscher ve Kerr üçlüsü olmasaydı, kitabın hem kurgusu hem dili hem de içeriği açısından işim o kadar kolay olmayacaktı.

Dengler’den Sonra Morello

Schorlau’nun yeni kitabı Başıboş Köpek-Comissario Morello Venedik’te’yi gördüğümde, benim için özel kimi yazarların kitaplarında olduğu üzere elim kitaba otomatik olarak uzandı ve doğrudan kasaya yöneldim; bir an önce bir yere oturmalı ve hemen okumaya başlamalıydım. Schorlau’nun kitabı Claudio Caiolo adlı ve adından İtalyan olduğu anlaşılan bir yazarla birlikte yazması, romanın İtalya’da geçmesi ve Komiser Morello isimli yeni bir karakterle tanışacak olmak ise ayrıca merak uyandırıcıydı.

başıboş köpek comissario morello venedik'te

Kahramanımız Morello’nun yalnızlığıyla, travmalarıyla, uyumsuzluğu ve isyankârlığıyla bir “polisiye klişesi” olarak görebileceğimiz “cinayetçi”lerden biri olduğu romanın daha ilk sayfalarından anlaşılıyordu ve üstelik mafyanın tekerine çomak sokması nedeniyle can güvenliğinin sağlanması için Sicilya’dan Venedik’e mecburi sürgüne yollanmış bir polisti kendisi. Bundan sonrası ise mafyasıyla, siyasetiyle, kahveleriyle, yeme içme mekânlarıyla, mutfağıyla, müzeleriyle, tarihiyle, Kuzey-Güney kavgasıyla İtalya’ya dair bir panoramaydı.

“Mesleki deformasyon” denilebilir ama burada dikkatimi çeken, tıpkı diğer Schorlau romanlarında olduğu gibi hikâyenin politik, daha doğrusu ekonomi-politik boyutu oldu. Çünkü Schorlau ve Caiolo, daha baştan bize hikâyenin evrenine dair şöyle bir ipucu veriyorlardı:

Morello oturduğu koltukta doğruldu. IŞİD’dan toprakaltı sanat eserleri satın alıyor ve böylelikle bu terör organizasyonun hayatını sürdürmesine finansal destek sağlıyorlar. Mafya şu anda, IŞİD’ın Suriye çöllerindeki Palmira antik kentindeki Baal Tapınağı’ndan dinamit patlatarak koparttığı, paha biçilemeyecek değerdeki sanat eserlerini pazarlıyor. (s. 12)

Elbette “spoiler” vermeyeceğim ama kitaba dair bir şeyler söyleyebilmek için yazarların politik derdinin ne olduğu üzerinde durmak gerekiyor ve o dert tam olarak bununla, mafyayla ve mafya-siyaset ilişkisiyle ilgili. Yazarlarımız bize İtalya’nın yakın tarihini ve bugününü mafya-siyaset ilişkisi bağlamında ve eleştirel bir ekonomi-politik perspektifle anlatıyorlar; yazının başında Schorlau için kullandığım “dünyaya soldan bakmak” ve “Avrupa uygarlığının karanlık yüzüne ayna tutmak” ifadeleri burada da bir kez daha karşımıza çıkıyor yani.

Çürüme Manzaraları

Komiser Morello’nun tayin edilir edilmez içine düştüğü Venedik macerası bizi alıp “romantizmin şehri” olarak bildiğimiz bu şehrin ve turizm üzerine kurulu ekonomisinin gerisindeki hakikate götürüyor. O hakikatin odaklandığı yerse iki boyut taşıyor ve ilk boyutta Venedik’e yanaşan kruvaziyer gemileri var. Venedik lagününden günde ortalama dokuz kruvaziyer geçiyor ve bu gemilerin taşırdığı sular Venedik’in altını oyuyor; ayrıca lagündeki kil ve çamur açık denize taşınıyor, bu da Venedik’i her gün biraz daha batırıyor. Kiliseler, saraylar, köprüler sürekli zarar görüyor.

Peki, bu bilinmiyor mu? Elbette biliniyor ama öte yandan bu gemilerin Venedik ekonomisine büyük katkısı var. Kruvaziyerlerin Venedik’e yanaşmasına karşı olanlar, “her şey dahil” konsepti uyarınca bu gemilerle gelen turistlerin şehirde pek harcama yapmadığını, sadece incik boncuk aldığını iddia etse de yöneticiler tam aksini savunuyor ve şehri bu gemilerin ayakta tuttuğunu öne sürüyorlar. Bu nedenle Venedik’in yıkıma doğru gitmesi, bu işten para kazananlarca umursanmıyor. Meselenin ikinci boyutunda ise kruvaziyerlerin görünen yüzü dışında üstlendiği işlev var ve mafya da zaten burada karşımıza çıkıyor; çünkü mafya, bu gemileri ve limanları kaçakçılık için kullanıyor. Üstelik sadece silah ya da uyuşturucu kaçırılmıyor, IŞİD’in Suriye’de yağmaladığı tarihi eserler de mafya aracılığıyla İtalya’ya getiriliyor ve oradan da Avrupa’nın farklı ülkelerindeki zenginlere satılıyor.

İşte Komiser Morello’nun Sicilya’dan Venedik’e tayin edilir edilmez karşılaştığı cinayet böylesi bir atmosferde gerçekleşiyor ve üstelik bu kruvaziyer meselesiyle doğrudan ilgili gibi görünüyor. Çünkü bıçaklanarak öldürülen Francesco Grittieri adlı genç, Studenti contra navi da crociera adlı aktivist bir grubun liderlerinden ve bu grup, kruvaziyerlerin Venedik’e girmesine karşı mücadele ediyor. Romanın daha ilk sayfalarında elinde megafonla gördüğümüz Francesco, halka olan biteni şöyle anlatıyor:

Bu canavarlar rıhtıma bağlandıktan sonra da sistemin işlemeye devam edebilmesi için motorları yirmi dört saat çalışıyor. Ve bu motorlar dünyanın en pis yakıtı olan atık mazot kullanıyorlar. Bu Venedik’in havası ve suyu için son derece büyük bir yük. Bu nedenle Venedik, hiç otomobil kullanılmamasına rağmen Avrupa’nın havası en kirli şehirlerinden biri. Bu dev gemilerden her biri 100. 000 otomobile bedel kirlilik yaratıyor. Venedik hasta, Venedik ölüyor. Gözlerimizin önünde. Şehir içten içe ölüyor ve hastalığının bir ismi var: Kitle turizmi. Kitle turizmi burada doğan bizleri de kovuyor kendi şehrimizden. Başımızı sokacak bir ev bulamıyoruz. (s. 23)

Bu manzarayı biz de bir yerlerden hatırlıyor olmalıyız: Kıyıları işgal eden devasa yatlar, denize bıraktıkları atıklar, kıyı kasabalarının betonlaşması, yükselen rant ve uçan ev fiyatları ya da kiralar yüzünden başını sokacak bir ev bulmakta zorlanan insanlar… Kapitalizm turizm meselesinde de Moğol istilacılar gibi gezegeni ve hayatları yakıp yıkarak ilerliyor; İtalya’da da bizde de bu böyle.

Morello, içten içe çürüyen Venedik’te bu genç eylemcinin öldürülmesinin peşine düşüyor ve biz de onunla beraber, bir yandan cinayetin sırrını çözmeye, Francesco’yu kimin öldürdüğünü bulmaya çalışırken bir yandan da Venedik müzelerinde, kiliselerinde, saraylarında dolaşıyor; İtalyan restoranlarına, kafelerine gidiyor; yemeklerin ve şarapların isimlerine, tatlarına, tariflerine bakıyoruz. Morello’nun “kâbus”u olan mafya ise onu Venedik’te de rahat bırakmıyor elbette ve biz de mafyanın tarihi hakkında, siyaset-ticaret-mafya üçgeni hakkında ve elbette kapitalizmle mafya arasındaki ilişkiler hakkında son derece çarpıcı şeyler öğreniyoruz. Anlaşılan o ki Schorlau’nun sadece Dengler serisi değil, “ortağı” Caiolo ile birlikte yarattıkları Komiser Morello’sunun maceraları da dilimize çevrilmeye devam edecek, biz de hem cinayet çözmek hem de içinde bulunduğumuz insanlık durumunu anlamak için Dengler ve Morello’yla birlikte katillerin peşinde koşmaya devam edeceğiz.

Bu yazı, Fatih Yaşlı tarafından 221B’nin 36. sayısı için kaleme alınmıştır.

Editör

Türkiye'nin ilk ve tek polisiye kültür dergisi.

Önceki Hikaye

TÜRKİYE'NİN İLK VE TEK POLİSİYE KÜLTÜR DERGİSİ 221B'NİN YENİ SAYISI RAFLARDA!

Sonraki Hikaye

Dünyanın En Meşhur Kriminoloğu Julia’nın Maceraları Sürüyor: Kırmızı Yağmur

En Son Yazılar