Röportaj: Çağla Üren
“Türkiye iki konuda laboratuvar gibi, birincisi polisiye, ikincisi ekonomi”
Ülkemizin önde gelen ekonomist ve yazarlarından Mahfi Eğilmez, 2020’de yayımlanan Inferis’le polisiye edebiyata adım attı. Bir cinayetten kamu ihalelerindeki yolsuzluklara uzanan romanın hemen ardından Sahte Sultan geldi. 2021’in sonunda rafa çıkan serinin ikinci romanında okurlar, bu kez Türkiye’den İngiltere ve Fransa’ya uzanan çarpıcı bir sahtecilik hikâyesiyle karşı karşıya.
Inferis ve Sahte Sultan iç içe geçmiş, mali ve siyasi suçlarla örülmüş sürükleyici ve katmanlı iki roman… Nehir roman olarak kurgulanan romanlar büyük ilgi toplarken Mahfi Eğilmez, polisiye edebiyatta da kalemini ustalıkla oynatabildiğini kanıtlıyor. Inferis ve Sahte Sultan, şimdiden edebiyatımızın en değerli siyasi polisiye örnekleri arasında yer alıyor.
Biz de Mahfi Eğilmez’le polisiyeye adım atışı; serinin ilk iki kitabı Inferis ve Sahte Sultan üzerinden Türkiye’de politikanın edebiyatla kesiştiği noktaları, polisiyeyi ve siyasi romanları konuştuk. Mahfi Eğilmez’in kara üçlemesinin yeni kitabı Fon da geçtiğimiz hafta raflara çıkmışken 221B’de yayımlanan bu röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz.
Öncelikle sizdeki polisiye tutkusunun ne zaman başladığını konuşmak isterim. Okurlar çok önemli ekonomi kitaplarınız ve yayınlarınızla tanıyor sizi. Ancak ilk polisiye romanınız Inferis ile birlikte polisiye roman yazarı kimliğiniz de oldu.
Bu eski bir tutku, ben çocukken babamın çok güzel bir kütüphanesi ve çok çeşitli kitapları vardı. Bu kitaplıkta polisiye romanlar da vardı. Ortaokul öğrencisiyken o kitaplıktaki daha ciddi kitaplar yerine polisiye kitaplar okurdum. Sherlock Holmes’ler, özellikle Arsen Lüpen’ler çok ilgimi çekerdi. Sonra öyle bir noktaya geldik ki üniversitedeyken gece geç saatlere kadar ders çalıştığım zaman başarılı olamıyordum. Halbuki akşamüzeri 5 gibi bırakıp başka bir konuya odaklandığımda daha başarılı olduğumu keşfettim birinci sınıfta. Ertesi gün sınavım varsa akşamüzeri 5 gibi çalışmayı bırakıp Arsen Lüpen veya Sherlock Holmes alıp onu okurdum. Edebiyata zaten düşkündüm, liseyi bitirdiğimde klasik yazarlardan en azından her birinin bir eserini okumuştum, bazılarının daha çok ama. Bu arada Edgar Allan Poe’ya çok meraklıydım, okumadığım eseri kalmamıştı. Böyle bir meraktı bu, sevdim de. Olay çözmek satranç, matematik gibi analitik düşünme yetisini de geliştiriyor. Arada karalamalarım da vardı ufak tefek, geçen yıl da o karalamalardan yola çıkarak, “Acaba böyle bir kurgu yapabilir miyim?” diye Inferis’le başladım, devam ediyorum.
Inferis’te de Sahte Sultan’da da kurduğunuz kolektif bir yapı var. Suçlar kolektif işleniyor, çözülmesi de kolektif gerçekleşiyor. Bizim alıştığımız klasik polisiyelerde bir komiser vardır, çeviri edebiyat olduğunda bu, dedektif olur. Ama burada bir maliye müfettişi, hukukçu, gazeteci ve komiser farklı yollardan giderek birlikte sonuca ulaşabiliyor. Romanlarınızda böyle bir yapı kurmaya nasıl ve neden karar verdiniz?
Çok doğru ve haklı bir tespit. Ben bunu kafamda böyle kurdum. Hem farklı olsun diye, hem de bu işlerin işbirliğiyle çözülebileceğine inandığım için. Bu konuda ilk deneyimim şu oldu: Hititlere merakım var, kazılara gitmişliğim de oldu. Bizde mesela kazı heyeti hep arkeologlardan oluşuyor. Halbuki gelişmiş batı ülkelerinin kazı heyetlerine zaman zaman hukukçu, iktisatçı da giriyor, çünkü çözüler metinler başka şeyler söylüyor. Mesela vergiden bahsediyor, bunu arkeolog bilmeyebilir. Dolayısıyla burada da öyledir, özellikle Inferis’te bir mali suç var, bu mali suçu mali polisin çözmesindense bir maliye müfettişinin işin içine girmesi, bir hukukçunun, savcının olması çok daha anlamlı geldi bana. Çözümü süper güç niteliğinde bir kişinin, dedektifin veya komiserin bulmasındansa böyle bir işbirliğiyle parça parça olsun istedim. Herkes kendine düşen parçayla ilgili bir katkı getiriyor ve sonra hepsi birden çıkıyor. Bu etki Sahte Sultan’da biraz daha fazla çünkü Inferis’te Rüya o kadar işin içinde değil, dosyalar konusunda uzaktan yardım ediyor ancak Sahte Sultan’da epey işin içinde, hatta kilit sorunlardan bir ikisini de Rüya çözüyor önerileriyle. Ben bu modeli daha çok sevdim, işbirliğiyle suçun ortaya çıkarılmasını… Çünkü herkesin ihtisası, uzmanlığı farklı. Bu nedenle böyle gelişti ve iyi de oldu diye düşünüyorum.
Aslında ben de tam o noktaya gelecektim. Sahte Sultan’da Rüya bir adım öne çıkmış ve Murat’la ikisi bir ekip olmuşlar gibi görünüyor, ikisi biraz daha önde diğer karakterlere nazaran. Ve romanın sonunda Rüya bir mesaj veriyor sanki: “Sen İstanbul’a taşın ve biz maceralarımıza devam edelim.” Devam etmeyi planlıyor musunuz bu ikilinin maceralarına?
Aslında evet, bu Inferis’ten sonra da oldu, edeceğim galiba. Inferis’te esas kahraman Murat’tı, Rüya biraz yan karakterdi. Sahte Sultan’da ikisi de çok öne çıktı, hatta Rüya biraz daha ağırlıklı gibi oldu. O nedenle bir devam fikri var kafamda. Ama şunu da söyleyeyim; Sahte Sultan, Inferis’in devamı değil, bunu sen de okuyup gördün, birbirinden müstakil, bağımsız okunabilir her ikisi de. Tabii Inferis’i okuyanlar için Sahte Sultan daha bir anlamlı gelecek muhtemelen, oradaki karakterleri bilmeleri nedeniyle. Bundan sonra yazmayı planladığım polisiyeyi de yine bu ikisi üzerine kurup Inferis veya Sahte Sultan’ın devamı gibi değil de daha farklı bir seyirde geliştirmeyi düşünüyorum. Hatta belki savcıyı ön plana çıkarıp bunları daha geride tutarak… Böyle bir şey düşünüyorum, tam şekillenmedi ama yavaş yavaş da şekilleniyor.
Romanlardaki olaylarda katmanlı. Görünürde bir suç var, bir cinayet, hırsızlık var. Ama işin içine girdiğimizde yeni bir cinayet, mali suç, yolsuzluk çıkıyor. Yani bir suç zinciri var. Bu yapıyı kurarken nelere dikkat ettiniz, örneğin şema mı çizdiniz, nasıl oldu?
Aslında önce niye böyle bir şey yaptım, onu söyleyeyim. Türkiye’de etrafımızda gördüğümüz olayların hepsi böyle. Kurcalamaya başladıkça olay içinde olay çıkıyor ve ucunun nereye gittiğini de tam çözemiyoruz. Aslında hep bu yaşadıklarımızdan edindim. Böyle bir şema çizmedim. Babamdan öğrendiğim bir sistemle -ders çalışırken de öyleydi- şematik çalışırım; şemalar çizerim. Bu, olayı bana çok daha anlaşılabilir kılar. Ama burada öyle yapmıyorum, benim başka bir yöntemim var. Ben önce romanın sonunu, ne olacağını, nasıl biteceğini yazıyorum. Tabii yüzde yüz öyle olmuyor sonunda ama oradan geriye doğru kurguluyorum. Bu olay nasıl bitecek, ona karar veriyorum ve oradan yavaş yavaş geriye doğru gelip olayı çeşitlendirerek gidiyorum. Onun için birbiriyle iç içe birçok konu da geriye doğru gelirken kendiliğinden çeşitleniyor.
Sahte Sultan’ı gerçekten ayrı bir roman, bir nehir roman gibi kurguladığınızı düşündüm. Ancak geçmişe dair de epey ipucu taşıyor. Olaylar Inferis’ten 5 yıl sonra geçiyor ve görüyoruz ki orada suçun çözümünde rol oynayan kim varsa ödüllendirilmek yerine cezalandırılmış. Bu, Türkiye’nin bir fotoğrafı sanki. Bir suçu çözmek istiyorsanız bir şeyleri göze almanız mı gerekiyor Türkiye’de?
Burada şöyle bir mesaj da vermek istiyorum; Türkiye’de çözülmemiş çok olay var. Kadın cinayetleri var, özellikle kadına yönelik şiddet olayları var, çözülemiyor, bir türlü cezalandırılamıyor ve insanlarda müthiş bir kötümserlik oluşuyor. Suçlar cezasız kalıyor gibi bir hava var ve ben bunu tersine çevirmek istiyorum. Yani iyi insanlar da var bu toplumda ve mesela karakterlerin bir kişide toplanmayıp dört kişiye dağılmasının hatta araya başka insanların girmesinin nedeni de biraz o. Bu toplumda kötü insanlara yakın sayıda iyi insanlar da var ve bu insanlar olayları çözmeye uğraşıyorlar, sonunda da bir yere varıyorlar demek istiyorum. Kötümserlikle bitirmeyip iyimserlikle bitireyim diye düşünerek yaptım biraz da. Kurgunun önemli bir parçasıydı, gerçekten iyi tespit etmişsin.
Romanlarda cemaatler ve vakıflar var, bunlar yargıda, kolluk kuvvetlerinde, iktidarda örgütlü, sözü geçen cemaatler ve Türkiye gerçeğinin da aslında bir yansıması. Bu cemaatlere, vakıflara, iktidarın kendisine rağmen gerçeği ortaya çıkarmaya çalışan bir grup insan da. Bu insanlar risk alarak gerçeğin peşinden gidiyorlar. Türkiye’de hukuk sisteminin son dönemde yıprandığına dair eleştiriler geliyor aklıma bu noktada. Yani bir olayın çözülmesi için birilerinin risk alması gerekiyor gibi hissettiriyor hem romanlar hem de Türkiye’nin gerçekleri.
Çok doğru, gerçekten de öyle. Yani risk alınıp üzerine gidilirse çözülebileceği imajını vermeye çalışıyorum. Gerçekten de öyledir aslında, bu olaylar iplik gibi çözülür gider ama yeter ki üzerine giden insanlar olsun, bir de onları destekleyenler olsun. Aksi takdirde toplum duyarlılığını tamamen kaybediyor, hatta aldırmamaya başlıyor, etrafında işlenen suçlara, haksızlıklara karşı “bu böyledir” diyerek kabul etmeye doğru gidiyor. Bu romanlar biraz da yaşadıklarımızı kabullenmeye yönelik eğilime karşı bir isyan. Hayır, bunun sonuna gidersek bunlar ortaya çıkar ve kötü insanlar hâkim olamazlar. Her ne kadar gerçek hayat buna pek uygun değilse de en azından bir umut vermek için bunları yazmaya başladım.
Peki, hocam, gerçekten var mı sizce böyle insanlar?
Tahmin ettiğimizden daha çok var. Belki çoğu ortaya çıkmıyor, kendini göstermekten hoşlanmıyor, bir kısmı haklı olarak çekiniyor. Çünkü insanların başına birtakım şeyler geliyor gerçekler ortaya çıkarıldığında. Ama böyle insanlar çok var. Bir tespitim var: Bu yolsuzluklar, uğursuzluklar vesaire batıda partiler iktidardayken çıkar ortaya, dikkat ederseniz hükümetler düşer, bakan istifa eder… Doğuda böyle olmuyor, iktidardan düşünce çıkıyor ortaya. Bunun böyle olmaması lazım, yolsuzluğu, uğursuzluğu kim yaptıysa ve bu tespit edildiyse derhal ortaya çıkarılıp cezalandırılması lazım. Türkiye öteden beri böyleydi ama gittikçe daha çok bozuldu maalesef. Umuyorum ki ileride bu romandaki gibi iyi insanlar çoğalır, üstüne gider olayların ve hadiseler çözülür, biz de görürüz sonuçlarını.
En genel şekliyle Sahte Sultan’ın teması tablo kaçakçılığı. Neden böyle bir tema tercih ettiniz, resim sanatına düşkünlüğünüz var mı?
Sanatın her yönüne amatör de olsa düşkünlüğüm var. Müzeleri çok severim, gezerim, nereye gitsem resimleri bulurum, özellikle bildiğim, tanıdığım resimleri. Empresyonistleri severim, nerede onlarla ilgili bir sergi varsa bulur, gezerim oraları. Böyle bir düşkünlüğüm var, bu bir. İkincisi, ta gençliğimden beri basından, gazetelerden öğrendiğim şu: Türkiye’de bu tablolar müzelerden çalınıyor. Maalesef böyle bir gerçeğimiz var. Daha geçenlerde bir gazetede okudum, en ünlü müzelerimizden kaybolmuş, çalınmış ünlü tablolarımız var.
Bunlara çok canım sıkıldığı, üzüldüğüm için yazdım biraz da. Yani bu konuya biraz dikkat çekmek için… Romanımdaki gibi bir konu var mı yok mu onu bilmiyorum, o sonuçta bir roman ama böyle olaylar var. Müzelerimizden çalınan çok fazla sanat eseri var maalesef. Türkiye’de az işlenmiş konular bunlar.
Tüm polisiyelerimizi okuyabilmiş değilim ancak mesela üzerinde az durulmuş konulardan biri kadın cinayetleri. Türkiye’de inanılmaz yaygın kadına şiddet, kadın cinayetleri. Bu konular üzerinde az duruyoruz gibi geliyor bana. Mesela İskandinav ülkelerinin polisiyeleri vahşet, seri katiller, korku temaları üzerine kuruludur çünkü oralarda bunlar oluyor, bizdeki gibi mali suçlar pek olmuyor veya hemen çıkıyor ortaya. Biz, oralara benzer cinayet üzerine kurgulanmış romanlar yazmaktansa Türkiye’ye özgü konulara yönelsek çok daha fazla konu ve roman çıkar diye düşünüyorum. Mesela çok incelediğim bir konu değil, mali suçları daha iyi biliyorum ama oturup yazsam kadın cinayetleri hakkında bir roman yazardım.
Evet, Türkiye’de siyasi polisiye örnekleri de dünyanın diğer ülkelerine göre daha az. Almanya, İtalya, İspanya gibi ülkelerde siyasi polisiye yükselişte. Ama Türkiye aslında suçun, yargının politikleşmesi açısından da uygun bir ülke, siyasi polisiye için çok fazla malzeme var. Sizce neden az yazılıyor bu güncel konular ülkemizde?
Bu soruyu ben de kendi kendime çok sordum. Anladığım kadarıyla insanlar otosansür uyguluyorlar, rahat yazamıyorlar bu konuları. Biraz korku ve endişe de büyük ihtimalle işin içinde var. Yoksa çok doğru, politik konuların işlenmesi lazım. Ben mesela Inferis’te bunu yaptım, işin içine politikayı soktum, Sahte Sultan’da da yaptım, daha fazla da sokulabilir, çok olay var çünkü gerçekten. Ama anladığım kadarıyla insanlar bundan çekiniyor, öbürü daha kolay geliyor. Cinayeti anlatmak kimsenin üzerinde durup sorumluluk yaratabileceği bir konu değil. Sanıyorum ki o endişe ve korkuların etkisi var bunların yazılmamasında.
Aslında cemaat konulu kurgudışı çok sayıda önemli kitap da yayımlandı ülkemizde son dönemde. Timur Soykan’ın, Murat Ağırel’in, Barış Terkoğlu-Barış Pehlivan’ın kitapları ilk aklıma gelenler. Sizce bu araştırmacı gazetecilik kitapları polisiyeyi besler mi?
Bence beslemesi lazım. Roman yazmak herhalde farklı bir iş, herkes de yazamıyor. Daha edebiyatla ilgili mi olmak lazım bilemiyorum ama bu saydığınız bütün isimler, bu arkadaşlar bu konuları bir iki tanesini seçip en önemli konuyu roman haline getirseler bence çok çekici olur. Türkiye’de bu konular o kadar çok ki, yolsuzluk, mafyavari işler vesaire o kadar yaygın ki bunların her biri ayrı roman olacak kadar zengin. Türkiye iki konuda laboratuvar gibi; birincisi polisiye, nereye el atsanız bir polisiye konu çıkabiliyor. İkincisi de ekonomi, nereye el atsanız karşınıza yanlış bir ekonomik uygulama çıkıyor. Belgesel yazmak tabii çok güzel, çok önemli bir katkı da yapıyorlar, önemli bir hizmet. Ama tabii belgesel okuruyla roman okuru farklı. Bunlar roman haline getirilirse daha çok okuyan olur.
Tablonun romanda sahte olup olmadığına dair incelemeler devam ederken şaşırtıcı derecede ayrıntılı bilgiler veriliyor okurlara. Bu bilgileri birikiminize dayanarak mı aktardınız yoksa bir hazırlık süreciniz oldu mu?
Tabii tablonun kopyasının yapılması, çerçevesi gibi bir sürü teknik konu var. Bu konularla ilgili Google’da çok araştırma yaptım, çok okudum. Bazı tesadüfler de yolumu açtı diyebilirim. Mesela o günlerde Mona Lisa’nın kopyasının 500 bin avroya ya da dolara satıldığını gördüm, o haberi inceledim. Böylece bir kopyanın lisanslı yapılabildiğini gördüm. Zaten Avrupa’da müze gezerken bazı tabloların önünde şovaleyi kurup resim yapan insanlar var, aynısını kopyalıyorlar. Baktığınız zaman hayret edecek kadar birebir kopyalıyorlar. Bunlara, esas budur diye satmadığınız sürece izin veriliyor, oralardan esinlendim, onları çalıştım, öğrendim. Boya tekniklerini öğrendim, nasıl inceleniyor laboratuvarda onu araştırdım. Yine bir tesadüf oldu o sırada, önemli bir ressamın olduğu zannedilen bir tablo bulunmuş, bu tabloyu alıp ressamın diğer bütün resimleriyle birlikte yapay zekâyla taratınca bu tablonun kopya olduğunu tespit etmişler. Oradan bir şey yakalamış oldum, onu kullandım. Inferis’te de yapmıştım mesela, sonik mermi kullanma işinde. Google çok yardımcı oluyor insana. Eskiden olsa iş daha zor, kütüphaneye gitmen lazım, onun uzmanını bulup sormak lazım, şimdi işimiz daha kolay.
Biraz da Semra’dan bahsetmek istiyorum aslında. Murat’la Rüya kadar iki kitapta da payı var bu karakterin. Kimsenin yakalayamadığı gizemli bir kadın ve artık bir suç makinesine dönüşmüş durumda. Hem bizde hem de dünya polisiyesinde aslında dedektifler kadar suçlular da ünlü, siz de az önce bahsettiniz Arsen Lüpen’ler, Cingöz Recai’ler… Acaba yeni bir seri suçlu prototipi mi Semra, üstelik kadın?
Çok prototip gibi değil ama dediğin doğru. Başka romanlarda da böyle tipler var, sürekli geliyor gidiyor, kayboluyor çıkıyor. Sherlock Holmes’ün bir Moriarty’si vardır meşhur, bir de Irene Adler’ı vardır kadın. O da böyle kaybolur çıkar ama Semra’yı artık bir daha çıkarmayacağım, öyle düşünüyorum, çok tesadüf olur çünkü.
Aslında ben de Moriarty’den esinlendiniz mi diye soracaktım…
Sherlock Holmes’ü çok sevip çok okuduğum için ister istemez bir etkilenmişlik var, tabii Moriarty neredeyse dünyayı ele geçirmeye çalışan çok iddialı biri. Semra daha değişik bir tip, ona benzemiyor ama görünüp kaybolması, her olayın arkasından çıkması benziyor ama o iddiasız, yani Semra lüks bir yaşam sürmek istiyor, hepsi o. Onun peşinde koşuyor, aklı da başka bir işe ermiyor, hep kötülük yaparak para kazanmaya uğraşıyor.
Sahte Sultan’da Britanya polisi de işin içinde, hatta olayın çözümünde belki en büyük rolü Scotland Yard oynuyor. Bizimkilere nazaran daha sıkı çalıştıkları izlenimine kapıldım romana dayanarak. Bu, yerli kurumlara yönelik bir eleştiri mi?
Biraz öyle, onlar bu işleri daha objektif ele alabiliyorlar, daha az karışılıyor onlara, daha özgürce çalışabiliyorlar. Biraz oradan bir vurgu yapıyorum, biraz eleştirisi var işin.
Sahte Sultan’daki ikiz kardeş olayıyla ilgili de konuşmak istiyorum. Aslında ikiz kardeşler polisiye açısından risklidir. Çünkü bazı polisiye romanlarda okuru aldatmaya yönelik hamle olarak da kullanılır çoğu zaman. Ama siz bu riski alıyorsunuz ve okuru hiç aldatmadan ikiz kardeşi, sonuca götüren bir araç olarak kullanıyorsunuz. Bu tercihinizden bahsedebilir miyiz biraz, neden ikiz kardeşe ihtiyaç duydunuz?
Aslında çok samimi olarak söylüyorum, romana başladığımda kafamda ikiz kardeş yoktu. Tablo bir şekilde atölyenin arka penceresinden çıkarılır diye düşünüyordum ama bu kolay çözülebilecek bir olay değildi, sonra aklıma ikiz kardeş fikri geldi. İkiz kardeş yaratabilirsem orada çok daha kolay bir çıkarma operasyonu olur diye düşündüm. Yani böyle başlamasam da bunu yazdım, sonra geliştirdim. Geliştirdikçe gördüm ki bu iyiye gitti, ötekilerin hepsinden çok daha mantıklı oldu. Çünkü bir resmi müzeden çıkarmak, sonra tekrar yerine getirmek… Bunlar kolay değil, çözümün ancak böyle olabileceğini düşündüm. İyi oldu, iyi de oturdu gibi geliyor bana.
Ben iki romanınızın da -özellikle Sahte Sultan– son derece adil oynadığını düşünüyorum. Olaya son anda dahil olan, okurun son anda gördüğü, o zamana kadar saklanan herhangi bir aktör yok, okur Murat ve Rüya’yla özdeşleşiyor sanki. Bütün ipuçlarını onlarla birlikte topluyor, üzerine kafa yordukları anlara şahit oluyor. Belki kendi fikrini de oluşturuyor. Adil oyun aslında kapalı oda cinayetlerinin ilkesidir. Inferis daha yakındı o tür anlatıya. Peki, sizce polisiye roman böyle mi olmalıdır?
O kadar güzel özetledin ki bunun üzerine ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Bence iyi bir polisiye okuru, dikkatli bir poli siye okuru romanı çözmeli. Inferis’te de öyleydi, bence böyle olmalı. Mesela Hercule Poirot’da bu çok fazladır, Agatha Christie’de yani. Gelir gelir, en sonda Poirot herkesi toplar, öyle şeyler söyler ki -hepsinde öyle değil ama birçok romanında böyledir- o ana kadar sizin bilmediğiniz şeyler ortaya çıkar birdenbire, sadece Poirot biliyormuş gibi olur. Ben bunu sevmiyorum çünkü biraz aldatma gibi, sürprizden öte bir şey. Ben dikkatli bir okurun olayın en azından yüzde 70-75’ini çözerek kitabın sonuna ulaşmasını ve sonunda belki yüzde 25-30’luk bir sürprizle karşılaşmasını hedefliyorum, biraz amacım o. Çok güzel özetledin ama sen.
221B Polisiye Festivali’nde de konuşmuştuk, iki romanınızın da ekrana çok uygun olabileceğini düşünüyorum, siz ne düşünüyorsunuz, böyle bir projeniz var mı?
Aynı kanıdayım, var böyle bir çalışma. Tabii bu iki roma nın bir senaryo haline getirilmesi lazım, filmden ziyade dizi olabilir. Ama bizim Türk dizileri gibi her bölümü iki buçuk saatlik değil. 45’er dakikalık 5-6 veya 8-10 bölümlük bir dizi halinde yapılabilir diye düşünüyorum iyi bir senaryoyla. Ama senaryoyu benim yazmamam lazım, roman yazarıyla senaryo yazarının aynı kişi olduğu çalışmalar bence çok başarılı olmayabiliyor.
Neden böyle düşünüyorsunuz?
Bazı yerler var ki ben orada limite gelmişim, mesela Rüya’yla Murat’ın daha samimi olabileceği anlar var. Diziler biraz öyledir ya, daha açık olması gereken şeyler var. Ben yazabileceğimi zaten yazmışım, benden ötesini düşünüp yazacak farklı bir görüşün girmesi lazım. Bu işi çok iyi yapan senaristler var.