Polisiyede her okurun kendini daha yakın hissettiği yazarlar/eserler vardır. Benim için Martin Beck ya da Wallander serisi dendi mi akan sular durur. Ama Akdeniz polisiyesinin kurucu üç yazarıyla gönülden ve daha güçlü bir bağ kurarım: Manuel Vázquez Montalbán, Andrea Camilleri ve elbette Petros Markaris. Bu üç yazar polisiyeye dünya ve ülkelerine dair sözlerini söyleyebilecek gerçek bir edebi tür olarak yaklaştı ve elbette Akdeniz Polisiyesi ekolünün oluşmasını sağladılar.
Petros Markaris ile Atina’da buluştuk, bizi evinde ağırlama nezaketini gösterdi. Birkaç saat boyunca sadece Komiser Haritos serisini değil, polisiyenin bugününü, geleceğini, dünyada yaşanan krizleri, hatta sol hareketlerin bugününü konuştuk. Ben bu uzun sohbetten çok şey öğrendim, üzerine çok düşündüm; umarım okurlarımız ve polisiye yazarlarımız da bu sohbet vesilesiyle yeni soruların peşine düşerler.
Öncelikle bizi evinize kabul ettiğiniz, röportaj için zaman ayırdığınız için çok teşekkürler. Sizinle Atina’da buluşmak, Komiser Haritos’u ve polisiye edebiyatı konuşmak çok keyifli. Komiser Haritos hayatınıza nasıl girdi? Buradan başlayalım dilerseniz.
Beni ziyaret ettiğiniz ve 221B’de bana yer verdiğiniz için asıl ben teşekkür ederim. O zamanlar TV’de yayınlanan bir dizinin senaryo ekibinde çalışıyordum. Başka bir dizinin yazımı için teklif geldi. Paraya ihtiyacım vardı, kızım da o zaman çocuktu, devam edeyim dedim.
Yeni dizinin senaryosunu düzeltmeye başladığım bir gün, bilgisayarın başına oturduğumda karşımda üç kişilik bir aile gördüm. Sanki gerçekte yaşayan bir aileydi. Bir kadın ve bir çocuk, o zaman çocuğun kız olduğunu bilmiyordum. Çok tipik bir Yunan küçük burjuva ailesi. Ben dizide o kadar çok küçük burjuva karakter yazmıştım ki yeter dedim, uğraşmak istemiyorum artık bunlarla. Ama erkek inatçıydı; her sabah karşımda görüyordum adamı. Sonunda bu, neredeyse bir işkenceye döndü. Artık senaryoya dikkatimi verip çalışamıyordum. Yapımcılar, “Senaryo ne olacak? Göndermiyorsun,” diye sıkıştırıyordu.
Bir gün dedim ki: Bu adam bana böyle işkence ediyorsa ya polistir ya da diş doktorudur; başka bir şey olamaz. Diş doktoruyla hiçbir şey yapamazdım, o zaman polis olmalı diye düşündüm. Haritos işte böyle doğdu.
Adamın polis olduğunu anladıktan sonra adını, soyadını, eşinin adını hemen buldum. Çocuğunun da kız olduğunu ve adının Katerina olduğunu biliyordum. Aile böyle doğdu. Yunanistan’da polislerin büyük çoğunluğu küçük burjuvadır ve bu insanlar, ailesiz yaşayamaz. Onun için önce aileyi tüm detaylarıyla yarattım.
Ailesi, bizim Haritos’u daha iyi anlamamızı da sağlıyor.
Kesinlikle. Bu, aynı zamanda her romanda iki farklı kurgunun yaratılmasına yarıyor. Bir taraftan polisiye kurgu, öbür taraftan ailenin gelişmesi. Gelişiyor çünkü aile. Mesela yıllar geçti ve Haritos’un artık bir torunu var.
Uzunca bir dönem dünya polisiyesinde hep aynı tip erkek polisler yazıldı. Yalnız, alkolik, kaybeden, depresif… Haritos, ilk yazıldığı dönemde tüm bunların zıddını temsil ettiği için de ilgimi çekiyor.
Haklısınız. Benim karakterim Simenon’un Maigret’sine daha yakın. Hiç olmazsa Maigret’nin bir işi var. Haritos’un bir işi ve bir ailesi var. Ve bu aileyi bu kadar detaylı yazmak küçük burjuva ailelere dair epeyce sorumu da cevaplandırdı.
Haritos, kızıyla çok gurur duyuyor mesela. Muhtemelen kendisi o kadar iyi bir eğitim alamadığı ve kızı doktora yaptığı için onunla gurur duyuyor, değil mi?
Evet, bizdeki çoğu polis böyledir. Bir gün Yunan polis şefinin yazıhanesinde oturuyorduk. Çok iyi tanıyorum adamı, hâlâ konuşuyoruz. Romanları yazarken aklıma takılan sorularımı cevaplandırıyor, bana yardımcı oluyordu. Bir gün yine onu ziyarete gitmiştim, odasında oturuyorduk, sorularıma cevap veriyordu. Kapı açıldı, bir genç adam girdi içeri. Polis yerinden atıldı, gence koştu, kucakladı, bana döndü. “Bak benim oğlum, doktor olacak,” dedi. Oğlu doktor olacak diye o kadar gurur duyuyordu ki. Bu tipik bir küçük burjuva anlayışıdır. Onun için Haritos kızıyla çok gurur duyuyor. Çünkü bir önceki kuşak o kadar iyi eğitim alma şansına sahip olamadı, kendi çocuklarının daha eğitimli olması, daha iyi mesleklere sahip olması, kendilerinden daha iyi bir hayat yaşama ihtimali onlar için hayattaki en önemli şey.
Haritos, Adriani ve kızları Katerina arasındaki didişmeleri okumak da çok keyifli.
Üçü de çok esprili kişiler. Ben yıllardır kitap tanıtımları için farklı ülkelere gidiyorum. İtalyanlar, İspanyollar Haritos’un eşi Adriani’ye âşık. Adriani’yi Haritos’tan daha çok seviyorlar. Bir gün beni İspanya’nın Olot adlı bir şehrine davet ettiler. Olot, Barcelona’dan 40 km. uzakta. Orada 16. yüzyıldan kalma bir belediye binası vardı. Onu çok güzel bir şehir kütüphanesi yaptılar. Kütüphanenin müdürü Karme’yle konuşuyorduk, çok yakın arkadaşımdır aynı zamanda. 45 yaşlarında bir kadın geldi.
Karme; “Kadın, bizim belediyenin kültür şefidir,” dedi. Tokalaşmak için kadına elimi uzattım, elime bakmadı bile. Beni kucakladı ve “Haritos’un ailesi, aynı benim ailem,” dedi. Bütün Güney Avrupa’daki aileler böyledir, biliyorum. Aile bağları çok sıkıdır. Türkler için de böyledir bu.
Almanlar ya da Fransızlar bunu anlayamıyor. Onların aileleriyle ilişkileri daha mesafelidir. Almanlara, “Adriani nasıl, beğeniyor musunuz?” diyorum. “Çok iyi ama zavallı, yazık çok çalışıyor, hep ev işleri yapıyor…” diyorlar. “Bakın, Adriani’yi seviyorsanız annemi de seveceksiniz, ikisi tıpatıp aynı,” diyorum.
Bu benzetme aslında domates ve biber dolmasıyla başladı, annemin de en güzel yaptığı yemeklerdi. Uzun zamandır Adriani’yi yazarken annemden yola çıkıyorum. Adriani ile ilgili bir sahne yazarken, “Annem olsaydı ne derdi, nasıl tepki verirdi?” diye soruyorum ve onun diyaloglarını annemin verebileceği cevaplarla yazıyorum. Annem de babamı hep sustururdu, tıpkı Adriana’nın Haritos’a yaptığı gibi.
Ben de karakterleri nasıl yarattığınızı konuşmak istiyordum. Romanlarda öyle detaylar, öyle diyaloglar var ki çok gerçekçi, bir yandan da çok özgün. Karakterlerin geçmişlerine hatta ailelerinin geçmişlerine dair de bilgilerle karşılaşıyoruz romanlarınızda.
Buna çok kafa yoruyorum. Mesela Haritos’un babası iç savaşta jandarmaydı ve bu, Haritos’ta derin bir iz bıraktı. Ülkenin geçmişinde karakterlerin üst kuşaklarının ne yaptıklarını bilmek, bunun üzerine düşünmek benim için çok önemli. Mesela Adriani de çok fakir bir aileden geliyor. O zamanki Epirus belki de Yunanistan’ın en fakir bölgesiydi. Bu, Haritos’ta ve Adriani’de iz bıraktı.
Haritos’un geçmişinde belki de en merak ettiğimiz dönem Albaylar Cuntası dönemi. Bu dönemde Haritos’un ne yapıp ettiğini ilk birkaç romanda merak ediyoruz, biraz açıkta bırakıyorsunuz. Ancak sonra bunun da detaylarını öğreniyoruz.
Evet, eski solcu karakter bir romanda anlatıyor; “Haritos o zaman yeni başlamıştı ve biz tutuklandığımızda karakolda nöbet tutuyordu. Her zaman bize sigara veriyordu. Bunun değerini çok iyi biliyordum,” diyor.
Bu, gerçek bir hikâye. Solcu bir arkadaşım anlattı. Genç bir polis varmış akşam nöbetlerinde görev yapan, her akşam nöbet vakti geldiğinde 3-4 paket sigara dağıtıyormuş tutuklulara. Gündüzleri solculara işkence yapılıyordu, bir işkence yöntemi de buz gibi soğuk suda onları tutmalarıydı. Aynı polis, ısınabilsinler diye kendi nöbetinde solcuları dışarı çıkartıp kaloriferin yanına geçmelerine izin veriyormuş. Bütün bunları ben bir arkadaşımdan dinledim. Haritos işte böyle anılardan, böyle gerçek kişilerden doğdu.
Bir karakter yarattığımda “Nasıl olacak?” diye düşünmüyorum. Yaratmak istediğim karaktere uygun ve tanıdığım bir kişiyi buluyorum; o kişiye göre karakteri yaratıyorum. Mesela bir gün bir sahne yazmıştım. Haritos, elbise satan bir dükkâna giriyor, dükkân sahibi adam cinayetin tanığı olduğu için onu sorguya çekmek istiyor. Yazdım sahneyi ve kız kardeşime verdim. “Böyle elbise satan bir dükkânda çalıştın, bak, hata falan işlemiş olmayayım,” dedim. Okudu ve kocasına döndü: “Seni romana koydu, rezil oldun!” dedi. Bütün yarattığım karakterler böyledir benim için: Hepsi tanıdığım ya da hikâyelerini dinlediğim gerçek insanlardır.
Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ne giriş sürecini de yazdınız, öncesi ve sonrasında yaşanan krizleri de. Tüm bu gelişmeler, henüz yaşanırken romanlarınıza konu oluyor. Nasıl belirliyorsunuz temaları?
Romanları bir olay, toplumda ya da politikada bir gelişme, bir kriz olduğu zaman yazıyorum. “Bitsin de ondan sonra yazayım,” demiyorum. Bitip bitmemesi beni ilgilendirmiyor. Olay olurken romanı yazmam gerekir ve yazacağım. Nedeni de şu; bazen olaylara, yaşananlara o kadar kızıyorum ki çileden çıkıyorum. Kızdığımda ve çileden çıktığımda kendi kendime, “Petros şimdi bir hikâye bulmalı ve bir roman yazmalısın, ancak öyle sakinleşebilirsin,” diyorum ve oturup yazmaya başlıyorum. Her zaman böyle oldu. Bazen bir olaya, bir habere çok kızdığımda kızım, “Anlaşıldı, yeni bir roman geliyor,” diyor.
Öfkelenip çıldırdığınızda romanlarınızı yazıyorsunuz ama mesafe kavramı romanlarınızda önemli geliyor bana. Yunanistan’ın tarihine, bugününe çok hâkimsiniz; savunduğunuz doğrular da var. Ama yine de belirli bir mesafeyle yaklaşıyorsunuz meselelere. Tüm romanlarınızda hissediyorum bunu, ama belki de en çok İstanbul’da geçen Eskiden, Çok Eskiden romanınızda. Bu romanda aslında intikam cinayetleri işleyen bir karakter yazıyorsunuz. Ama hem Yunan hem Türk toplumuna eşit mesafede yaklaşıyorsunuz.
O romanı yazmaya başladığımda en çok zorlandığım şey neydi biliyor musunuz? İstanbul’dan anılarım o kadar güçlüydü ki kurguyu mahvediyorlardı. Yazıyordum, aklıma bir anı geliyordu, kurgu karışıyordu. Kadın karakteri bulana kadar böyle devam etti bu. O kadın, bizi büyüten kadındı. Beni ve en çok kız kardeşimi büyüten kadın, Maria. Romanda geçen Maria’nın biyografisinin bir kısmı gerçek Maria’nın biyografisiydi. Maria’nın sonu, annem için çok ağır olan bir durum yarattı.
Kız kardeşimle Atina’ya yerleştiğimizde annem bizim yanımıza gelmek istedi, babam Atina’ya yerleşmek istemiyordu ama annem de bizden ayrı olmak istemiyordu, en sonunda Atina’ya gelmeye karar verdiler. Maria o zaman 90’ı aşkın bir yaştaydı. Annem, “92-93 yaşında bir kadın yeni bir ülkede yeni bir hayata başlayamaz, çok çile çekecek,” diye düşündü. Yaşlı insanların kaldığı bir bakımevinde bir oda kiraladı, kendi yaşındakilerle birlikte yaşasın diye. Ama Maria çok mutsuzdu ve mutsuz vefat etti. Bu, annem için çok büyük bir darbeydi. Hiçbir zaman kendini affedemedi. Onun için Maria aklıma geldiğinde hiç olmazsa ben Maria için bir şey yapabilmek istedim. Romanımın başkarakterini onu düşünerek yazdım.
Mesafe diyorsunuz, doğru, bütün romanlarımda var bu mesafe. Alman yazar Bertolt Brecht’i çok iyi tanıyorum. Yalnızca kitaplarını çevirmedim, onun tiyatro yazılarını da çok iyi biliyorum. Tiyatro oyunları yazarken de ondan çok faydalandım. Brecht’in bir teorisi var: “Her zaman olaylara bir mesafeden bakmalısınız, olaylarla bir olmamalısınız ve hiçbir zaman işe duygularla yaklaşmamalısınız.”
Ben bu mesafe teorisini çok iyi biliyorum. Diyelim ki bir şey beni çok kızdırdı ve yazmaya başladım, beni çok kızdıran olaya bile daima belirli bir mesafeden bakıyorum yazarken. Hiçbir zaman kendi duygularımı karıştırmıyorum. Bütün romanlarımı böyle yazdım.
Polisiye romanlarınızda katilin kim olduğundan çok suçun nedeni üzerine derinleşmemizi sağlıyorsunuz. O suç neden işlendi, sistem o suça, o insanı nasıl götürüyor? Bunlar üzerine odaklanıyoruz. Bu aslında İtalya’da Leonardo Sciascia, Andrea Camilleri, İspanya’da Manuel Vázquez Montalbán ve Yunanistan’da sizin romanlarınızla gelişen “Akdeniz Polisiyesi”nin de ortak yanı bence. Ve özellikle son yıllarda Akdeniz Polisiyesi’nin bu ortak yaklaşımı, diğer ülkelere de yayıldı diye düşünüyorum.
Biliyor musunuz aslında Avrupa polisiyesinde geriye doğru bir gelişme yaşandı. Şunu demek istiyorum: Bugünkü Avrupa polisiyesi, 19. yüzyıl burjuva romanına çok daha yakın. 19. yüzyıl burjuva romanlarının çoğu polisiye hikâyeyle başlar; Sefiller, Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler… Zola ve Balzac’ın birçok romanı da öyle. Bütün bu yazarlar, polisiye hikâyeyi başlangıç olarak alır, toplumları hakkında gerçekçi romanlar yazarlardı.
Akdeniz Polisiyesi’nde toplumun yaşamının anlatılmasına ek olarak bir de politika var. Bu, 1960’larda Fransız Jean-Patrick Manchette; İtalya’da Leonardo Sciascia’yla başladı. Ondan sonra Franco zamanını anlatan Manuel Vázquez Montalbán çıktı ve sonra İtalya’da Andrea Camilleri ile Yunanistan’da ben devam ettik.
Evet, söylediğiniz gibi temel soru değişti. Agatha Christie romanlarında temel soru, “Katil kim?”. Bizim romanlarımızda temel soru ise “Neden?” ve “Neden bu kişi katil oluyor?” Bu, bir toplum sorusudur. Bu soruyu sorduğumuzda toplumu anlamaya başlıyoruz. Diğer taraftan katil, ne kadar kurbandır? Kurban, ne kadar katildir? Katil-kurban konusu bizim romanlarımızda tamamen açık değildir.
Bunun en iyi örneği Kübalı yazar Leonardo Padura. Padura’nın bir romanı, Köpekleri Seven Adam, Troçki’yle onun katili Ramon Mercader arasındaki ilişkiyi anlatır. Padura, “Troçki kurban gitti, katil Mercader onu öldürdü ama Mercader’i doğuran sistemi Troçki yarattı. Mercader katildir ama aynı zamanda bu sistemin kurbanıdır,” diyor.
Bu, “Katil, ne kadar kurbandır?” sorusu bizim romanlarımızda açık kalıyor, Camilleri’de de böyle, Montalbán’da da böyle.
Akdeniz polisiyelerini diğer polisiyelerden ayıran diğer özellik de şehrin ve mutfak kültürünün neredeyse başkarakter haline gelmesi bence. Bunlar sizde, Montalbán’da ve Camilleri’de de var.
Camilleri, Palermo demez ama romanlarının başkenti Palermo’dur. Montalbán, Barcelona’dır. Haritos’un evi de Atina’dır. Şehir meselesi önemli, doğru. Gerçi İskandinavya polisiyesinde de var bu. Stockholm’ü çok iyi anlatan yazarlar var, Arne Dahl gibi.
Şehir çok önemli oldu aslında bizim gibi yazarlar için. Agatha Christie zamanında, taşrada bir evde ya da tamamı lüks bir evde geçen hikâyelerle olabiliyordu. Ama yaşam artık şehirde, her şehrin de özgünlükleri var. Şehri ve oradaki hayatı detaylı yazmak gerekiyor.
Ve evet, Akdeniz polisiyesinin ilk özelliği toplumcu ve politik olmasıysa ikinci özelliği de mutfağa geniş yer vermesidir… Görüyorsunuz Camilleri, Montalbán ve benim romanlarımda durum aynı. Ben bir İskandinav polisiyesi okuduktan sonra bir hafta boyunca ne bira içebiliyorum ne sandviç yiyebiliyorum. Bira ve sandviçten başka bir şey yok. Bıkıyorum artık. Ama bizim romanlarımızda çok farklıdır yemek işi.
Mesela Barcelona’ya gitseniz, çok düzgün, şivesiz Katalanca bile konuşsanız ve bir anda, “Ben Montalbán’ın romanlarını çok seviyorum,” deseniz sizin Katalan olmadığınızı hemen anlarlar. Çünkü Katalancada kimse Montalbán demiyor, Manolo der. “Manolo şunu yerdi, şunu yapardı,” diye anlatırlar.
Bu mutfak meselesi, Manolo’da da çok ilginç. Barcelona’ya ilk gittiğimde beni Manolo’nun yemek yediği bir restorana götürdüler, Casa Leopoldo adlı bir yerdi. Artık yok, kapandı çünkü son gittiğimde de epey değişmişti, eskisi kadar iyi değildi. Neyse lokantanın sahibi Rosa geldi, beni onunla tanıştırdılar, dediler ki, “Markaris polisiye yazarı ve Manolo’nun romanlarını çok seviyor.” Rosa bana, Manolo ile ilgili anılarını
anlatmaya başladı.
Manolo ararmış onu, “Rosa, arkadaşlarla bu akşam yemeğe geleceğim, şu yemekleri pişireceksin,” dermiş, mönü hazırlarmış yani kafasında. Başka bir akşam telefon açtığında, “Arkadaşlarla geliyorum, yemeği ben pişireceğim,” dermiş. Çok iyi aşçıydı. Eşi, üniversite profesörü, bir anılarını anlattı:
“Manolo,seyahate çıkmadan önce benim için bir sürü yemek pişirip buzdolabına koyardı. Ben evde akşamları yalnız yemek yemeyi sevmiyorum, hep arkadaşlarla dışarı çıkar, dışarıda yerdim. Manolo geri döndüğünde, buzdolabını nasıl dolu bıraktıysa öyle bulunca çıldırırdı. Ben aptal mıyım, bu kadar uğraşıp sana yemek yapıyorum, neden bunları yemiyorsun?” dermiş, kavga çıkartıyormuş. O kadar düşkündü hem yemek yapmaya hem de yemeye…
Çalışma sisteminizi de çok merak ediyorum, çok disiplinlisiniz. Günlük çalışma ritminiz nasıl, romanın fikrini bulduktan sonra ortalama ne kadar sürede bitiriyorsunuz?
Ortalama 6 aylık çalışmayla bitiriyorum bir romanı. Çok düzgün bir çalışma sistemim var. Sabah saat 10.00’dan 14.00’a kadar bilgisayarımın karşısından ayrılmıyorum. Öğleden sonra 16.30’dan 19.30’a kadar devam ediyorum, her gün. Pazar günü de dahil her gün bu programa uyuyorum.
Yeni yazarlara, “Bakın, eğer aktörseniz ve provaya gitmezseniz ya da yönetmenseniz ve çekime gitmezseniz başınız belaya girer. Yazara hiç kimse ‘Otur, yaz’ demez. Onun için özdisiplin yaratılmalı. Çalışma saatleri bu disiplinin başlangıcıdır,” diyorum. Bir sahne yazdım, sonra gittim arkadaşlarla kahve içtim şeklinde bir çalışma biçimi olamaz. Bunu, yazmak isteyen herkese anlatıyorum. Ne zaman çalışacaksınız o sizin bileceğiniz iş; belki akşam 18.00’dan 02.00’a kadar çalışırsınız ama bunu her gün yapmalısınız, o saatleriniz her gün sabit olacak. Benim günlük programım var, yıllardır böyle çalışıyorum.
Tüm dünyada yıl içinde yayımlanan polisiye roman sayısı çok arttı, Türkiye’de de böyle. Yunanistan’da polisiye edebiyat ne durumda? Ve nasıl polisiyeler yazılıyor?
Polisiye yazarlarının sayısı çok arttı, doğru. Ama hâlâ Agatha Christie stilinde roman yazanlar var. “Bu geçti artık uğraşmayın,” diye anlatmaya çalışıyorum. Ama hâlâ “Katil kim?” tarzında romanlar yazıyorlar.
İkincisi Almanların da çok sevdiği şey; başkarakter, dedektif biraz değişik, acayip olsun ister Almanlar, bu dünyanın farklı ülkelerine de yayıldı galiba. Ben, “Polislerde acayip bir şey yok,” diyorum. İlla bir acayiplik isteniyorsa poliste değil, romanın diğer karakterlerinde başka noktalar bulunabilir, yaratılabilir yazarken. Yoksa illa polisi acayip yazmak için uğraşırsanız ilgisiz olur bu, gerçekçi olmaz. Uğraşmayın, olmaz öyle şey.
Mesela romanlarım, Güney Amerika’da çok okunuyor. Güney Amerika polisiyesini de çok iyi bilirim. Tek bir istisna var, Ernesto Mallo, Arjantinli bir polisiye yazarı, sadece onun romanlarında başkarakter bir polistir. Gerisi Amerikan dedektifi modelinde yani özel dedektif, araştırmacı ya da gazetecidir başkarakter; polis yoktur. Çünkü bu ülkeler sırayla diktatörlük yaşadı. Polisler bu diktatörlerin işlerini yapıyorlardı ve halkın onlara sempatisi yoktur genelde. Okur, dedektif ya da polisle çok iyi bir ilişki kurmalı. Okurlar Güney Amerika’da polisle çok iyi bir ilişki kuramıyorlar, sevemiyorlar onları. Onun için yazarlar başkarakteri polis değil, özel dedektif yapıyorlar.
Ben de bu yüzden çok değişik bir polis yarattım. Okurların sevebileceği bir polis yaratmam çok önemliydi. Ama polisler bu değişik polise yani Haritos’a âşık. Beni yolda durduruyorlar. Bana, “Haritos ne yapıyor, nasıl?” diyorlar. Arkadaşlarım, “Herkes senin yeni romanını bekliyor, polisler normalde kitap okumaz ama sadece senin romanlarını okuyor,” diyor. Yani karakterle empati kurabiliyorlar, bu çok önemli, o yüzden de gerçekçi olması lazım.
Bir de Poirot veya Sherlock Holmes tipi bitti artık. Böyle karakterler gerçekçi de değil, çağımıza uygun da değil. Değişik, farklı bir şey yaratmak karakteri değişik, tuhaf yaparak olmaz; değişik olan olsa olsa topluma bakışınız olabilir.
Bence bu gerçekçi olmayan karakter yaratımı biraz da dizi sektörü nedeniyle gelişti. Artık pek çok yazar, romanını dizi ya da film olsun diye de yazıyor. O yüzden gerçekçilik ya da konunun aslı yerine karakterin ne kadar ilginç olup olmadığına odaklanılıyor.
Evet, çok haklısınız. “Öyle yazayım ki hemen dizi olsun, film olsun,” diyorlar. O yüzden gerçekçi değil, daha tuhaf ya da daha eski tip karakterler yazıyorlar. Bence bu, polisiyede bir devirdi, bitti artık.
Bugün polisiye, toplumcu ve özellikle Akdeniz’de politik bir romandır. Ama bunu yapabilmek için de politik insanlar olmanız ya da en azından dert edinmeniz, öfkelenmeniz lazım. Andrea Camilleri yakın dostumdu, sık sık buluşurduk, ne zaman buluşsak saatlerce Avrupa’da, dünyada olanları, siyaseti konuşurduk.
Haritos serisi Yunanistan’da yıllar evvel diziye de uyarlanmıştı, yeni bir uyarlama gündemde mi?
Yunanistan’da çok az kişi biliyor bunu ama sizin aracılığınızla açıklayayım: Camilleri’nin romanlarını filme uyarlayan İtalyan yapımcılar, şimdi benim romanlarımdan dizi yapıyorlar. Hatta şu anda Yunanistan’da çekimler devam ediyor.
Çok güzel bir haber, tebrik ederim. İlk romandan başlayarak ve kronolojik olarak mı çekilecek?
İlk dört romanın uyarlamaları bu yıl sonunda ya da gelecek yıl başında hazır olacak, yayınlayacaklar. İlk önce İtalya’da Rai’de, daha sonra Netflix’te yayınlanacak.
Senaryo aşamasında siz de çalıştınız mı ya da senaristlere müdahaleleriniz oldu mu?
Bakın, o kadar çok senaryo yazdım ki hayatımda… Şunu çok iyi biliyorum, romanla senaryo arasında çok büyük fark var. Onun için bir romanı senaryoya çeviren yani uyarlayan bir yazar, değişiklikler yapacak, yapmak zorunda, başka türlüsü olmaz. Bazı arkadaşlarım, “Aaa burada değişti!” diyor. Değişecek tabii; olamaz başka türlü. Onun için senaryo yazarlarına dedim ki, “Eğer sorularınız varsa cevaplandıracağım.
Eğer herhangi bir noktada bir fikir istiyorsanız vereceğim. Ama ben senaryo okumak, yazmak istemiyorum. O sizin işiniz, benim işim değil.” Hiç müdahale etmek istemiyorum, bunu doğru da bulmuyorum.
Yıllarca tiyatro oyunları yazdınız, ayrıca büyük yönetmen Theodoros Angelopoulos ile çok önemli filmlerin senaryolarında birlikte çalıştınız. Yıllar boyunca süren bir dostluk ve mesai arkadaşlığının ardından onu kaybedince sinemadaki çalışmalarınızı da sonlandırdınız.
Sinema benim için yalnızca Angelopoulos’la yaptığım işbirliğiydi. Ölümü çok ağır bir darbeydi benim için. Beklenmedik bir ölümdü, mahvoldum, çok üzüldüm. Ve sinemayı bıraktım. Çok yakın arkadaştık. Yıllarca birlikte çalıştık. Böyle söyleyince her zaman sorunsuz, tatlı tatlı çalıştık gibi anlaşılmasın. Defalarca tartıştık, fikirlerimizi çarpıştırdık.
Ben kızdığımda, “Daha iyi bir fikir bulacağına eminim, onun için seni rahat bırakacağım, düşün, ondan sonra konuşacağız,” diyordum. Bu konuşmanın ardından evime dönüyordum ve teması kesiyordum onunla. 1 hafta geçince sabahın erken saatinde telefon çalardı, annem hayattaydı o zamanlar, telefonu o açardı ve yatak odama doğru seslenirdi: “Angelopuoluuus…” Telefonda bana derdi ki, “Senin itirazlarını kabul etmiyorum ama yeni bir fikrim var.”
Bu yeni fikir meselesi belki Angelopoulos’un hiç unutmayacağım tarafıdır. Çekiştiğimiz noktaları düzeltmeye çalışmazdı, o fikri atardı ve yeni bir fikir bulurdu. Bazen kızdığında bana, “O kadar senaryoyu beraber yazdık. Sen benden senaryo hakkında hiçbir şey öğrenemedin,” diyordu. Ben de, “Haklısın ama vaktim yoktu ki ne yapayım,” diyordum. “Neden vaktin yoktu ki?” diye sorardı. “Senin ortalama olan senaryolarını düzeltiyordum, başka işe vaktim kalmıyordu,” derdim.
Son buluştuğumuzda Venedik’te, üniversitede düzenlenen bir panelde birlikte konuşmacıydık. Bu olayı anlattım ve “Şaka bu, ciddi değil, ciddi tarafını söyleyeyim, romanlarımı okuduğunuzda romanlarımda edebi anlamda bölümler göremezsiniz; romanlarımdaki bölümler, plan sekanstır ve ben plan sekans tekniğini Angelopoulos’tan öğrendim,” diye ekledim. Sadece sinemada değil, edebiyatımda da bana çok şey öğretti.
Biraz da Yunanistan’la ilgili konuşmak istiyorum sizinle. Bir röportajınızda, “Atina’ya ilk geldiğimde Yunanistan kültür seviyesi çok yüksek bir ülkeydi ama şimdi öyle değil,” demişsiniz. Nasıl görüyorsunuz Yunanistan’ın bugününü?
Bu, sadece Yunanistan’ın değil bence tüm Avrupa’nın sorunu. Bütün eğitim sistemi değişti. Bu çok kötü bir şey; bütün çocukları hepsi bir şirkette çalışacakmış, iş bulabilecekmiş gibi ekonomiye ve teknolojiye yönlendiriyorlar. Sosyal bilimler, temel bilimler, edebiyat, sanat eğitimi veren üniversiteler batıyor. Almanya’da Alman Edebiyatı okuyan öğrencilerin oranı %2, bu berbat bir şey.
Aileler de çocuklar da politikacılar da bunun ne kadar büyük bir hata olduğunu anlamıyor. Şimdi bunun üzerine bir roman yazıyorum. Ben bunu görüyorum, çıldırıyorum, roman yazıyorum; konuşmak, anlatmak, göstermek dışında elimden bir şey gelmiyor.
Geçenlerde Observer’de bir makale okudum, 10 yıl içinde sosyal bilimler, edebiyat vb. bölümlerinde okuyan gençler %90 azaldı, diyor. Olur mu böyle şey! Bütün bu gençler gidip ekonomi, işletme, yazılım vb. okuduğunda aynı bölümlerden mezun milyonlarca iş arayan gencimiz olacak, sonunda bir dilim ekmek için çalışacaklar. Anlayamıyorlar, ben buna çıldırıyorum. Yunanistan’da da bu gençler iş bulamıyor, hepsi benzer bölümlere gittiler, okudular, emek verdiler, mezun oldular. Şimdi çoğu işsiz. Türkiye’de de aynı durum var, biliyorum.
Şu anda öyle bir dünyada yaşıyoruz ki tek önemli şey para. Bütün diğer değerler mahvoldu. Tek değer var, o da para. Böyle bir yaşam olabilir mi? Bu korkunç bir şey…
Tüm değerlerin içinin boşaltıldığı böyle bir çağda sol partilerin, sol hareketlerin Yunanistan ve Avrupa’daki güncel durumunu nasıl görüyorsunuz? Örgütlü mücadele ettiğiniz bir geçmişiniz de var Yunanistan’da.
1964’ten diktatörlüğe kadar sol partiye, EDA’ya (Birleşik Demokratik Sol) üyeydim. Sonra bütün partiler
kapandı. Diktatörlükten sonra, 1980 yılında partiden ayrıldım. Nedeni şuydu; o zaman iktidara PASOK çıkmıştı. Bir gün arkadaşlarım benimle buluşmak istedi, buluştuk.
“PASOK, bizden isim istiyor,” dediler bana. “Ne ismi, anlamadım?” dedim. “Devlete memur yapacak isim arıyor,” dediler. “Biz bu sisteme karşıyız, sistemle çarpışıyoruz. Şimdi sistemden, devletten faydalanacak mıyız?” diye sordum. “Devletin içinde adamlarımız olması çok önemli,” dediler. Kalktım ve “Ben şimdi gidiyorum, siz beni bir daha görmeyeceksiniz,” dedim ve bir daha beni görmediler.
Avrupa soluna baktığımda içim kararıyor; pek bir şey kalmadı ki. Avrupa’daki çoğu sol partinin hedefi, artık sadece meclise girmek, hatta bu düzenin içinde düzenin devamını sağlayacak hükümet olmak. Bunu anlamakta zorlanıyorum.
Yunanistan’da %7 oy alan Yunanistan Komünist Partisi var, onu bunun dışında tutuyorum. Çünkü onlar sisteme entegre olmadılar; kapitalizmi, sistemi, hükümeti, devleti eleştirmeyi becerebiliyorlar hâlâ. Bu çok önemli. Yunanistan Komünist Partisi, diğer sol partilerin girdiği oyuna girmedi, onlara katılmadı. Diğer bütün sol partiler, bu sistemin içinde hükümet olmak istiyor.
Andrea Camilleri de çocukluğundan beri solcuydu. İtalyan Komünist Partisi’ne üyeydi. İtalyan Komünist Partisi’nde (PCI) II. Dünya Savaşı sonrasında genel sekreter olan Palmiro Togliatti ile çok yakın arkadaştı. Aynı şeyleri konuşuyorduk. Camilleri bana şu hikâyeyi anlattı:
II. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk seçimde, seçim yapılmadan önce Komünist Parti üyesi birkaç kişi Palmiro’ya gitmişler. İtalya’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk başbakanı olacak Alcide De Gasperi’nin seçimi kazanmak için hile yapacağını söylemişler. Palmiro onlara bakmış ve demiş ki, “Bırakın hile yapsın, başbakan olsun.” Karşısındakiler çok şaşırmış bu cevaba. Palmiro anlatmış:
“Bakın, bunun iki nedeni var. Birincisi biz hükümet olursak bu ülke iç savaşa gider, bu ülkeyi iç savaşa sürüklemeyeceğim, yapmam bunu. İkincisi biz sistem partisi değiliz, sisteme karşı bir partiyiz. Biz sistemle, kapitalizmle çarpışarak yoksulları, emekçileri örgütlemeye odaklanmalıyız. Bu sistemin hükümeti olmak istemiyoruz, biz bu sisteme karşıyız.”
Bugün, bütün sol partiler bu sistemin hükümeti olmak istiyor. Yunanistan’da Syriza mesela bunu yaptı, yalnız Syriza değil Avrupa’nın farklı ülkelerindeki pek çok sol parti, sosyal demokrat parti haline gelmeye başladı. Sosyal demokrat partiler zaten vardı ve varlar, neden sol partiler onların yerini alsın? Günümüzde çoğu sol parti, sistemi yıkmak değil, sisteme entegre olmak istiyor. Bu çok büyük bir sorun.