Patricia Highsmith yaklaşık elli yıla yayılan kariyeri boyunca yirmi iki roman ve çok sayıda kısa hikaye yazmış ve çalışmaları iki düzineden fazla filme uyarlanmış. Yazımı varoluşçu edebiyattan etkilenmiş, kimlik ve popüler ahlak kavramlarını hep sorgulamış. Highsmith, hayatı boyunca bazıları derin olan depresyonlar da yaşamış. Yıllar geçtikçe, östrojen eksikliği, anoreksiya nervoza, kronik anemi, Buerger hastalığı ve akciğer kanseri hastalıklarıyla boğuşmuş. ABD’li yayıncısı Otto Penzler, 1983’te Highsmith ile tanışmış ve onun ölümünden sonra şöyle demiş: “Highsmith kaba, zalim, sert, sevilmez, sevgisiz bir insandı. Herhangi bir insanın nasıl bu kadar acımasızca çirkin olabileceğine asla anlam veremedim. Ama onun kitapları? Muhteşem.”
Biraz da özeline girelim mi? Bir yetişkin olarak, Patricia Highsmith’in cinsel ilişkileri ağırlıklı olarak kadınlarla olmuş. Zaman zaman erkeklerle fiziksel bir arzu duymadan cinsel ilişkiye girmiş ve günlüğüne şöyle yazmış: “Erkek yüzü beni çekmiyor, benim için güzel değiller.” Tabii o zamanlar bir Antonio Banderas ya da Johnny Depp yoktu. Onları görse bence fikrini değiştirebilirdi. 1950’lerin sonunda yazar bir arkadaşına “erkeklerden hoşlanmaya çalıştığını” söylemiş. “Çoğu erkeği kadınlardan daha çok severim, ama yatakta değil.” Son derece özel bir insan olan Highsmith, cinselliği hakkında oldukça açık sözlüymüş. “Heteroseksüellerle aramızdaki tek fark, yatakta ne yaptığımızdır.”
Highsmith’in ilk romanı ‘Trendeki Yabancılar’ 1950’de yayımlandıktan sonra mütevazı bir şekilde başarılı oldu ve Alfred Hitchcock’un, romanın 1951 deki film uyarlaması ününü arttırdı. 1955’te Highsmith, zengin bir adamı öldüren ve kimliğini çalan büyüleyici bir suçlu olan Tom Ripley hakkında bir roman olan Yetenekli Bay Ripley’i yazdı. “Sakin, hoş ve tamamen ahlaksız” Ripley, Highsmith’in en ünlü karakteridir ve “hem sevimli bir karakter hem de soğukkanlı bir katil” olduğu için eleştirel olarak alkışlanmıştır. Tipik olarak “iyi yetiştirilmiş”, “cüretkar biri” ve “hoş ve kentli bir psikopat” olarak kabul edilmiştir.
Patricia Highsmith’in Trendeki Yabancılar’ı bugün çok ihmal edilen bir kitaptır. Aslında, o kadar ihmal edilmiştir ki, birçok insan bunun bir kitap olduğunu bile bilmez. Bunun için elbette Alfred Hitchcock’u suçluyorum. Film uyarlaması o kadar zekice yapıldı ki (bazı önemli yönlerden kitaptan çok farklı olsa da)Trendeki Yabancılar ile ilgilenen insanlar kitabı okumak yerine filmi izliyorlardı. Biliyorum çünkü bir zamanlar onlardan biriydim. Ancak kitap o kadar iyi ki, insanların her ikisini de yapması gerektiğini düşünüyorum.
Trendeki Yabancılar, mimar Guy Haines ve zengin Charles Bruno’nun hikayesidir. Guy Haines’in hayatı neredeyse mükemmel. Bir mimar olarak büyük çıkışını yapmak üzere ve iki yıllık kız arkadaşı olan, şımarık, zengin ve benmerkezci sosyete Anne’yle evlenmek istiyor. Sadece küçük bir sorun var ki kendisi zaten evli. Karısı Miriam onun için hayatı zorlaştırıyor, bu yüzden Guy, onunla buluşmak ve boşanmayı sonuçlandırmak için memleketi Metcalf’a gidiyor. Guy, trendeyken Charles Anthony Bruno ile tanışıyor; zengin ve babasından nefret eden bir genç adam. Ama babasının parasını da harcamayı seviyor. Saatler geçtikçe ve alkol aktıkça, Bruno konuşmayı cinayete çevirdiğinde iki adam arasındaki boş gevezelik karanlık bir hal alıyor. Mükemmel cinayet planı, Bruno’nun fikri: “Ben karını öldürürüm, sen babamı öldürürsün…”
Guy, dünyanın en dürüst adamı değil ama soğukkanlı bir katil de değil. Bruno’nun teklifi karşısında şok oluyor. Bunu reddediyor ve Charles, Bruno’yu bir daha asla görmeyeceğini düşünerek trenden iniyor. Ama işte, Miriam’ın öldürülmüş olarak bulunması çok uzun sürmüyor ve elbette Guy kimin sorumlu olduğunu biliyor. Şimdi Bruno, Guy’un planın kendisine düşen kısmını yerine getirmesini istiyor.
Trendeki Yabancılar, Guy’un umutsuzca Bruno’yu kendi oyununda yenmeye çalıştığı lezzetli bir kedi-fare oyunu. Ancak Highsmith, sadece olay örgüsüne dayalı romanlar yazmıyor elbette. Trendeki Yabancılar, olay örgüsüyle ilgili olduğu kadar karakterle de ilgili. Kitabın tamamında gerçekten sevilecek kimse yok. Miriam o kadar iğrenç ki, Guy’un onu öldürmesi umurumda olmadı. Bruno tamamen dengesiz. Anne, şimdiye kadar karşılaştığım en soğuk nevale ve Guy, ahlaki olarak, Bruno’nun teklifini ilkin reddetmesine rağmen sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemez. Çünkü Miriam öldüğü için mutlu, sadece cinayetine karışmak istemiyor. Yani; istemem, yan cebime koy.
Trendeki Yabancılar asla bir aşk hikayesi değil. Neredeyse tamamen romantizmden yoksun. Anne Morton, “iyi bir eşleşme” yapmak isteyen bir kadın türü ve ilgili erkeği sevip sevmediği çok az önem taşıyor. Guy, Anne’e o kadar da aşık değil. Gözünü kariyerine dikmiş ve bunda Anne’in babası büyük faktör.
Guy ve Anne arasındaki ilişki o kadar da ilginç olmasa da, Guy ve Bruno arasındaki ilişki, roman ilerledikçe giderek daha karmaşık ve belirsiz hale geliyor. Bruno’nun birçok sorunu var ve bu sorunlar cinsel arenaya da uzanıyor. Guy ve Bruno arasındaki dinamikler, özellikle Guy’ın duygusal ve ahlaki bozulmasına tanık olduğumuz için büyüleyici. Bazıları onu bir kurban olarak görebilir; ben yapamadım. Guy tamamen aklı başında ve bu nedenle eylemlerinden sorumlu tutulmalı.
Trendeki Yabancılar’daki yazım o kadar gerilimli ki, kitabı bırakıp uykuya dalmak bile zor. Bruno’nun Miriam’ı öldürdüğü sahne özellikle şahane ve neyin olacağını bilmemize rağmen hayranlıkla okuyoruz. İşte bu klasik Patricia Highsmith yeteneği ve klasik noir kurgu. Highsmith okuyucuyu kitabın içine hızlıca çektiği ve gerilimi sürekli arttırdığı için tempo çok hızlı.
Filmi izlediyseniz ama kitabı okumadıysanız,Trendeki Yabancılar’a hem şaşıracağınızı hem de memnun kalacağınızı düşünüyorum. Filmin başlangıcı kitaba sadık kalsa da, orta ve son birçok yönden farklılık gösteriyor ve filmden çok daha karanlık. Kitabın sonunun daha üzücü ve daha duygusal olduğunu düşünüyorum. Kitabın sunduğu sonda daha fazla belirsizlik var, gerçekten sevdiğim bir şey bu.
Bu kitaptaki gerilimin çoğu Guy’un ve Bruno’nun zihninde gerçekleşiyor. “Olacak mı?” “Olmaz mı?” “Bundan sonra ne olacak?” Highsmith bizi sürekli gergin tutuyor ve tırnaklarımızı ısırttırıyor. Bu kitap o kadar iyi ki, sürpriz sonlara hiç gerek kalmıyor. Kitabın yaşına rağmen, Trendeki Yabancılar gayet net, gergin ve karanlık. Bence en iyi haliyle noir kurgu.
Annemin ben büyürken sık sık hatırlattığı gibi; “Asla yabancılarla konuşmayın!”