Bu hayatta yerimizi, yönümüzü bulmak ve müstakbel yollarımızı inşa etmek için en etkili yöntem nedir diye sorsalar, kesinlikle hikâyedir derim. Hikâye dinlemek, izlemek ve okumak… Sadece bu fiillerle kısıtlı tutuyorum çünkü hikâye yaratmak, kurgulamak ya da herhangi bir şekilde meydana getirmek yukarıda saydıklarımdan da fazlasını ve karmaşık olanını getirir insana.
Son yıllarda çok kullanılan ve benim de her fırsatta ifadelerime muhakkak sıkıştırdığım “puslu çağ”dan bahsedeceğim yine. Yaşadığımız dönemi anlatacak daha iyi bir deyim düşünemiyorum çünkü. Çoğu zaman görüş mesafemizin neredeyse bir metreye düştüğü bu zamanlarda bize yol gösterecek, görüş mesafemizi beş metreye çıkaracak her şeye o kadar çok ihtiyacımız var ki… Bu bazen ilgiyle takip ettiğimiz popüler birilerinin cümleleri oluyor, bazen arkadaşlarımızın küçük tavsiyeleri, bazen de bir dizinin replikleri…
Hatta çoğu zaman bir dizinin replikleri… Hikâye bölümlerinin ardı ardına gelmesini sağlayan yapısıyla herhangi bir konuyu, temayı birçok katmanıyla ele alabilen ve izleyene çok boyutlu ve güvenli hayat tecrübesi sunabilen diziler, çağımızın yol göstericilerinden biri. Bu yol göstericileri vücuda getirenler de kaçınılmaz olarak bu puslu çağda, kendi görüş mesafeleriyle ilgili endişeliler. Ne mutlu ki bu bir türlü dağılmayan pusa tuttukları fener ışığını da izleyicilerle paylaşmaya hevesliler.
Doğal olarak polisiye diziler de bu mekanizmanın bir parçası. Katile, maktule, mekâna, zamana ve en önemlisi hepsinin merkezine koydukları gizem sarmalına yükledikleri anlamlarla etrafımızdaki karmaşayı tanımlamaya, anlamaya, çözmeye ve anlatmaya çalışıyorlar. Katil kim sorusunun peşinden koşarken, kim olduğu öğrenilen katili yakalamaya çalışırken biz de karakterlerle birlikte, ne olursa olsun ya da nasıl olursa olsun bilinmezliği bilinir kılmaya duyduğumuz ihtiyacı hatırlıyoruz.
2011 yılında İsveç-Danimarka sınırında geçen efsanevi polisiye Broen’le ortaya çıkmış polisiye matematiği, yeni ve belli ki gittikçe daha çok çeşidi yapılacak bir klasik kalıbına dönüşme yolunda. Günümüzde klasiklerin doğuşunun çok enteresan hikâye anlatım yöntemlerinden kaynaklanacağına dair yaygın bir görüş vardır ancak konu aslında bunun tam tersidir.
Dramalarda hikâye başlatmanın bazı bilindik yöntemleri vardır. Bunlardan en bilineni halihazırda rutini olan ve tanımlanmış bir “evreni” dışarıdan bir itkiyle değişikliğe zorlamaktır. Bu zorlama sayesinde oturan bütün dengelerin yerinden oynaması, hikâye alanındaki bütün özne ve nesnelerin birbiriyle çarpışarak olaylara ve sonuçlara neden olması beklenir. Zaten öyle de olur… Bir diğer bilindik yöntem ise birbirine yabancı, rutini olan ve tanımlanmış iki evreni iç içe geçirmektir. İki evrenin özne ve nesneleri arasında geçişkenlik sağlanır. Farklılıklar çatışmalara ve değişikliklere, ortaklıklar ise yeni bir harmoninin doğumuna yol açar.
Bahsi geçen iki evrenin nasıl iç içe geçeceği ise bir senaryo yöntemi meselesidir. Eğer güzel ve akıllara kolayca kazınan bir yöntem bulunursa bu da zamanla bir klasiğe dönüşmeye adaydır.
Tıpkı Broen’in yönteminde olduğu gibi… “Ben sınırlara inanmıyorum!” cümlesini sık sık duyduğumuz bu zamanlarda, tam da iki devletin sınırında işlenen ve iki devletin sorumluluğuna giren bir cinayetin tetiklediği olaylar, bu iki evreni birbirine bağlamaya, iç içe geçirmeye yetti. Daha doğrusu seyirci bu motifi ikna olacak kadar yeterli buldu. Hafızasına kazıdı.
Sonrasında Broen’in bu formülü Amerika da dahil birçok ülkede kullanılıp uyarlanmaya başladı. Meksika-ABD sınırında geçen 2013 yapımı The Bridge, İngiltere-Fransa sınırında geçen 2013 yapımı The Tunnel, Rusya-Estonya sınırında geçen 2018 yapımı The Bridge, Broen’den yola çıkılarak yapılmış uyarlamalar.
Bugünlerde Ekşisözlük’e yorumları yeni yeni düşen, Sky Originals yapımı Der Pass adlı Alman polisiyesi de çizgisini benzer aksa oturtanlardan. İngilizce adı Pagan Peak olarak geçen Der Pass her ne kadar birçok Türkçe yorumda, Broen’in uyarlaması olarak geçse de aslında durum öyle değil. Yukarıdaki paragraflarda da netleştirmeye çalıştığım gibi, iki evreni birbirine bağlamak, iç içe geçirmek üzere iki ülke sınırında işlenen cinayet motifinin bu dizide vücut bulmuş hali. Hikâyenin geri kalanı ise tamamen kendine özgü yani bir uyarlama değil.
Netflix Originals yapımı, Alman prodüksiyonu Dark’ın yaratıcıları, bu sefer Avusturya-Almanya sınırında geçen bu polisiyeyle karşımızdalar. İlk olarak Tribeca Tv Festivali’nde gösterilen Der Pass’ın hikâyesi ve karakterleri büyük mucizeler içermese de ritmi, yönetmenliği, akışkanlığıyla kesinlikle izlemeye değer bir dizi.
Avusturya ve Almanya arasındaki karlı dağlarda, bir sınır taşının üzerinde bulunan bir ceset iki ülkenin de sorumluluk alanına girmektedir. Olay yerine ilk varan Alman polisi Ellie Stocker olur. Olay yeri incelemenin gayet titizce konuyu aydınlatmaya ve kanıt toplamaya çalıştığı sırada parlak yüzü, hoş ve sıcak gülümsemesi, sarı saçları ve üzerinden hiç çıkarmadığı kırmızı montuyla Ellie, böyle dizilerde görmeye çok da alışık olmadığımız bir karakterdir.
Sahada çalışan herkesle el sıkışıp onlara gülümseyen bu kadın, yumuşak yüz ifadesiyle cinayet departmanına ait değil gibidir. Ellie, cesedin kar altından çıkarılması çalışmalarına nezaret ederken, yakınlardaki koyu renk bir aracın içinde Sırp mafyasının bir üyesiymiş gibi görünen, kürk yaka bir palto giymiş ama onca kara rağmen üzerindeki enteresan takım elbiseyi de çıkarmamış bir adam görürüz. Oradan bir an önce çekip gitmek istediği çok bellidir. Avusturya polisi Gedeon Winter, huysuz ve umursamaz bir şekilde araçtan çıkıp Ellie’den bilgi almaya gider. Ellie ne kadar cana yakın davransa da Gedeon onun yanında sosyal yeteneklerini kullanmaya o kadar gönülsüz durmaktadır ki ikisinin alışılmadık bir ikili olacağı baştan bellidir.
Sınır taşının üzerinde bulunan cesedin bir insan kaçakçısı olduğu ortaya çıkar. Üzerinden çıkanlardan anlaşılmaktadır ki Suriyeli mültecileri Avrupa ülkelerinin sınırlarından geçirmektedir. Ancak cesedin en ilginç özelliği, ellerine at kuyruğundan kesilmiş ve taranmış kılların tutuşturulmasıdır. Bunun nasıl bir mesajı olabilir? Bu cinayeti işleyenin nasıl bir amacı olabilir? Vermek istediği bir mesaj varsa cinayetlerin gerisi gelecek midir? Mesajını vermeye devam edecek midir?
Katil ikinci cinayetini de işleyip yine benzer bir şekilde mesaj bıraktığı için bu iş daha da ciddi bir hal almıştır. Avusturya ve Almanya polis kuvvetlerinin ortak bir operasyon yapmasına karar verilir. Sınıra yakın bir yerde iki ülkenin ortak soruşturma karargâhı kurulur. Operasyon başlar.
Seri cinayetlerin arkasındaki katili ve motivasyon için kendine yarattığı evreni anlamak bu zıt karakterli iki polisin çalışmasına bağlıdır artık.
Avrupa yapımlarındaki en önemli özelliğin anlatım dilindeki mutlak yönetmen dokunuşu olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu dokunuş, anlatma işini sadece repliklere bırakmaz; sahnenin amacını akışkan kamera hareketleriyle de anlatır. Yönetmenin varlığını muhakkak hissederiz. Hatta bazen bu his, repliklerin yarattığı kalabalığı şöyle bir kenara itip seyircinin gözünün içine bakarak onunla konuşur.
Der Pass tam da böyle çekilmiş bir dizi. Şaşmaz matematikli Alman sinematografisini, şık görüntü yönetmenliğini, Almanya-Avusturya sınırındaki karlı ormanların arasında geçen bu polisiye hikâyede keyfine vara vara izliyorsunuz. Her zerrenizle gerilmenin zevkine varmayı size garanti ediyor.
Avrupa coğrafyasına ait pagan geleneklerini, bir katilin motivasyon mantığı şeklinde karşımıza çıkaran dizinin en önemli sürprizi, müziklerini Hollywood sinemasının efsane ismi Hans Zimmer’in bestelemiş olması. Diziyi izlerken yönetmenin varlığını hissettiğiniz kadar, Zimmer’in varlığını da özellikle gerginlik duygusunun iliklerinize işlediği anlarda fark ediyorsunuz.
Başroldeki iki oyuncunun performansı ise gayet yerinde. Ama en çok iri, göbekli vücut yapısı, giydiği ilginç kumaşlardan takım elbisesiyle Gereon Winter karakterini canlandıran Avusturyalı oyuncu Nicholas Ofczarek’in oyunculuğu dikkat çekiyor. Yansıttığı bu sıradışı görünümlü karakter içinde çekici görünmesi debaşka bir şaşırtıcı durum.
Canınız bu soğuk havalarda karanlık, gergin, sürükleyici bir polisiye izlemek isterse Der Pass’ı keşfetmek için geç kalmış sayılmazsınız.
221B’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.