Özel Röportaj: Cehennem Çiçekleri’nin Yazarı Ilaria Tuti

//
25 dakikalık okuma

Ilaria Tuti’nin ilk romanı Cehennem Çiçekleri, İtalya’da 1 haftada peş peşe 3 baskı yaptı, 70.000 adet basıldı, şu ana kadar 14 dilde yayımlandı. Türkçede Portakal Kitap tarafından yayımlandı, kitabın TV dizi hakları da satıldı. Kitabı bitirdiğimde bu başarının tesadüf olmadığını anladım. Teresa gibi olağanüstü özellikleri olmayan ama sıradışı kadınları okumayı özlediğimi bir kez daha fark ettim. Polisiye romanda birbirine benzer kurgulardan, birbirine benzer dedektiflerden, “insansız”, derinliği olmayan satırlardan, diyaloglardan artık iyice sıkılmaya başladığımı anladım.

Fotoğraf: Beatrice Mancini

Karşısındaki toy bir polisse onu zorlamayı, hatta sert şakalarıyla bazen çileden çıkarmayı tercih ediyor; ama mağdur yakınlarıyla görüşürken olabildiğince sıcak ve merhametli. 60 yaşlarında, Alzhemier başlangıcıyla mücadele ediyor, şeker hastası, vücudu bazen zihninin hızına yetişemese de, bazen zorlansa da, bir dava üzerinde çalışırken insülin iğnesini yapmayı unutup baygınlık geçirse de pes etmiyor, vazgeçmiyor. Profilleme uzmanı ve bilimsel düşünen bir dedektif: Başkomiser Teresa Battaglia. Cehennem Çiçekleri romanının başkahramanı, son yıllarda okuduğum polisiyeler içinde en etkileyici ve tutarlı dedektiflerden. Belli ki geçmişindeki şiddet ve kayıpların, kadın olduğu için baş etmek zorunda kaldığı sorunların detaylarını her yeni romanda daha iyi kavrayacağız.

Bir ülkenin siyasi tarihinden, sosyolojisinden hatta doğasından, kentlerinden beslenmeden yazılan hiçbir romanın yerel ve evrensel olamayacağını dünyadaki tüm okurlara tekrar gösteren Ilaria Tuti ile işte tüm bunları konuştuk.

Polisiye roman yazmaya ne zaman karar verdiniz?

Genel anlamda yazma eylemine on yıl önce küçük öyküler, polisiye, bilimkurgu, macera gibi farklı türlerde kısa anlatılar yazarak başladım. Donato Carrisi’nin Suflör isimli kitabını okuduğumda tarzımın polisiye türü olabileceğini fark ettim. O kadar etkilenmiş ve büyülenmiştim ki kitabın zihnimde uyandırdığı düşünceyi tam olarak hatırlıyorum: “Yazmak istediğim şey ve yazmak istediğim şekil bu.” Burada şekil derken -yavaşça ve kontrolsüz bir biçimde- insanın içine çöken karanlık ve ağır havadan, bir araya gelerek bilinçaltımızda gizlenmiş telleri titreten görüntü ve kelimelerden bahsediyorum.

Kısa hikâyeler yazdıktan sonra artık daha hacimli bir hikâye yazmaya koyulma vaktinin geldiğini hissettim. Zihnimde dönmeye başlayan karakterler ve konular beni buna zorluyordu. Bu fikirlerin bir mekâna ve daha kararlı bir sese ihtiyaçları vardı.

Cehennem Çiçekleri’ni 2015-2017 arasında yazdım. Romanın başkahramanı Teresa Battaglia zaten aklımdaydı ve hikâyenin ağaçlarla kaplı (İtalya’nın kuzeydoğusunda yer alan) Friuli bölgesinin belki de en gizemli parçası olan -benim de üzerinde yaşadığım- topraklarda geçmesi gerektiğini biliyordum. Bu noktada sadece hikâyeyi daha ileri götürecek bir karşı karaktere ihtiyacım vardı ve onu da psikoloji üzerine okuduğum metinlerde buldum. İşte macera böyle başladı.

Cehennem Çiçekleri, oldukça iyi bir ilk roman. Sadece başarılı bir polisiye kurgu vaat etmiyor okura, aynı zamanda özellikle çocuk karakterler üzerinden insani duyguları, durumları da derinlemesine işliyor. Bu açıdan duygusu eksik ve sadece cinayetlere odaklanan polisiye romanlardan değil. Yazarken bu dengeyi göz ettiniz mi?

Böyle düşündüğünüz için çok teşekkür ederim. Benim için hikâyenin soruşturmayı konu alan kısmı ile duygusal yönünü birleştirmek çok önemliydi. Kitabı başka türlü yazamazdım. Üzerinde çok fazla düşünmedim çünkü bu doğal bir süreçti ve hiçbir şeyi planlamam gerekmedi.

Hikâyeler, gerçek insanlara dönüşmesi gereken karakterlerden oluşur. Yaşamların ve hikâyelerin ortak çıkış noktası insanoğlunun arzularıdır. Bu, herhangi bir şey olabilir. Bir hikâyeyi ilgi çekici kılan şeyse onun bu tür güçlü duygulara yaklaşabilmesidir. Eğer bir hikâyede bu özellik yoksa ona duyduğum ilgiyi kaybederim. Sonuçta polisiye bir roman da hassas ve acı veren konuları konuşmak için bir araç. Cehennem Çiçekleri‘nde aile içi şiddet, yitirilen çocukluk, en zayıf olanın gücü, hastalık, yalnızlık, umut, direnç gibi konuları işleyerek yapmaya çalıştığım şey de buydu. Bazı konuları ele almak için empati yeterli oluyor.

Son yıllarda tüm dünyada polisiye edebiyat, dizi ve filmler daha fazla sayıda üretiliyor ve insanlar bu eserleri yakından takip ediyor. Fakat bir kadın okur ve izleyici olarak, kadın karakterlerin çok yoğun ve iyi verilmediğini düşünüyorum. Başkomiser Teresa Battaglia’yı gerçekten çok sevdim. Son zamanlarda okuduğum romanlardaki en dikkat çekici kadın karakterdi.

cehennem-cicekleri_71673

Her şeyden önce ben de bir kadın okur olarak Teresa Battaglia gibi bir karaktere ihtiyaç duyuyordum. Teresa, yüzünde acı çeken bir ifadeyle çalışma masasına eğilmiş olgun bir kadının yer aldığı bir resimde, bir kıvılcım gibi birdenbire zihnimde belirdi. Masanın üzeri, hayatına dair sıradan ve önemli ayrıntıları not aldığı kâğıt parçalarıyla doluydu. Bu notları, üzerinde yazılı olanları unutmamak için tutuyordu çünkü hafızasını kaybetmek üzereydi.

Teresa’nın belli özelliklere sahip bazı kadınların sesi olmasını istedim. Bu kadınlar, her gün yalnızlıkla mücadele eden, toplumun belirlediği standartları karşılamayan bir bedeni ve zaman zaman erkeklerin baskın davranışlarıyla karşılaşabilecekleri bir mesleği olan, belli bir yaşa ulaştıklarında (hâlâ verecekleri çok şey olmasına rağmen!) toplumdaki rollerini tamamladıkları kabul edilen, yorgunluklarına ve güçlüklere karşın içlerindeki güce inanarak her zaman oyuna dönmenin bir yolunu bulan sıradan kadınlar.

Teresa, yenilmez ve kusursuz olduğu için değil hiçbir zaman vazgeçmediği için güçlü. Bu karakter, sıradan kadınlara bir övgü; onların gerçekte ne kadar sıra dışı olduklarının fark edilmesi için bir çağrı.

Peki, siz Teresa’yı nasıl tanımlarsınız?

Teresa’yı tanımlayabilecek en iyi kelime: merhametli. Merhametli olmak, “Seninle birlikte acı çekiyorum. Senin acını içimde hissediyorum ve onu hafifletmeye çalışıyorum,” demektir. Teresa, çok acı çekmiş, şiddet gördüğü için çocuk sahibi olma şansını yitirmek gibi çok ağır bir bedel ödeyerek ona şiddet uygulayan bir adamdan kurtulmayı başarmış bir kadın. Yine de içinde büyüleyici bir anne içgüdüsü taşıyor ve acıyı başkaları için onları ısıtacak bir sevgi ateşine dönüştürmeyi başarıyor.

Bence en büyük kusuru, karakterinin sivri köşeleri ve sıklıkla başvurduğu sevimsiz ve iğneleyici şakaları. Ama ben onu anlıyorum. Hem özel hayatında hem de profesyonel yaşamında karşılaştığı kötü olaylar onu bu şekilde davranmaya mecbur ediyor. Aslında Teresa, o sert kabuğunun altında başkaları için atan saf ve sıcak bir kalp taşıyor.

Massimo, ekibe katılan genç bir dedektif olarak Teresa’nın tavırlarını, yöntemlerini tuhaf karşılıyor. Ve Teresa’ya bazen sadece bir kadın olduğu için korunmaya muhtaçmış gibi davranıyor. Kitapta Teresa’nın ekibindeki diğer polislerin, barda Massimo’ya verdiği ders çok etkileyiciydi. “Onu bir kadın olarak değil, bir insan, bir polis olarak görmeyi öğren.” Biz kadınlar, hangi mesleği ne kadar iyi yaparsak yapalım, hangi ülkede yaşarsak yaşayalım hâlâ bu büyük sorunla karşılaşıyoruz maalesef.

Katılıyorum. Hâlâ “kız çocuğu”, “kız arkadaş”, “anne” gibi (kültürel olarak içinden çıkılması zor) belli başlı kalıplara sıklıkla geri dönmek zorunda kalıyoruz. Teresa’ya gelince o, genç erkeklerden oluşan bir ekibi yöneten 60 yaşında bir kadın. Rolleri arasında denge kurabilmek için güçlü duruş sergilemesi, enerjik olması hatta zaman zaman sert bir tavır göstermesi gerekiyor. Ama o doğal bir lider; gücün peşinde koşmuyor, gücünü yeteneklerinden alıyor ve onu her zaman başkalarına hizmet etmek için kullanıyor.

Olayların geçtiği kasabaya ve ormana dair betimlemelerinizi okumak da büyük bir zevkti, sanırım böyle bir kasabada geçmiş çocukluğunuz.

Kitaptaki mekânların isimleri hayal ürünü olsa da kendileri gerçek. Hikâyede tarif ettiğim her yer (köy, vadi, ikiz göller, masalsı ormanlar, madenler) gerçekten var. La Val Romana, oturduğum yere sadece bir saat uzaklıkta ve babam bu vadiyi çok sevdiği için beni küçükken oraya sık sık götürürdü. Rüyalarda görülebilecek bu yerlerde sıradışı maceralar yaşadım. Vadiye gittiğimde binlerce yıllık ormanlarda özgürce koşup oyunlar oynardım. Romanda bu hatıraların büyüsünü ve gücünü göstermek istedim. Kadim sembolleriyle birlikte orman, hayatın gizemini yansıtan kusursuz bir metafor.

Cehennem Çiçekleri’ni okuyup kapağını kapattıktan sonra derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. 2. Dünya Savaşı sonrasındaki dönemi, faşizmin etkisini, 39 numaranın başına gelenleri, kitaptaki çocuk kahramanların yaşadıklarını ve ormana tekrar gittikleri o satırları, Teresa’nın 39 numarayı ziyaret etmesinin etkisini üzerimden atmam zor oldu. Eminim dünyanın dört yanından okurlarınızı da en çok etkileyenlerin biri budur. Kitabın son sözünde İtalya’nın zorluklarla geçen tarihinden ve bu zorluklara rağmen insanların, ailelerin ayakta durduğundan da söz etmişsiniz.

Ben İtalya’nın kuzeydoğusunda yer alan Friuli bölgesinde yaşıyorum. 6 Mayıs 1976 tarihinde, akşam saat dokuzda Friuli, elli yedi saniye boyunca aralıksız sallandı ve her şey yerle bir oldu. Deprem tahrip ediciydi. Eski köylerden geriye toz yığınından başka bir şey kalmamıştı ve depremin merkez üssü olan köyüm Gemona günlerce toz altında kaldı. Çığlık ve karmaşa, yerini korkunun, ölümlerin, hayvanların kaçışıyla ve köyün tümüyle yıkılmasıyla oluşan boşluğun getirdiği sessizliğe bıraktı. Karanlık çöktüğünde yapabilenler çıplak elleriyle toprağı kazarak hayatta kalan yakınlarını bulmaya çalıştı.

Gemona’nın antik merkezi bir taş yığınına dönüşmüştü ve köy bu taşların içinden yeniden doğdu. Bütün yapılar eskiden bulundukları yerde ve asıllarına uygun olarak yeniden inşa edildi. Tabii mümkün olduğu kadar. Bunu bir yandan ölüleri sayarak bir yandan da taşları numaralandırıp onları yüzyıllardır oldukları yere yerleştirerek yaptılar.

Köyün yeniden inşası 10 yıl sonra tamamlandı. Bu, benim geldiğim yerin ve atalarımın hikâyesi. Ben onların genlerini taşıyorum. Depremden sonra kurtarılan her şey, bir enkazdan yeniden doğan ve kendi hikâyelerini devam ettirmek için azimle mücadele etmeye hevesli bir topluluğa şahitlik ediyor.

Her yıl 6 Mayıs akşamı, bütün kayıplarımız için tek tek çalan bir çanla ölülerimizi anarız. Akşamın karanlığında tam dört yüz çan sesi duyulur. Depremi Orcolat diye anıyoruz. Ona yaygın inanışa göre bu dağların arasında yaşayan dev, Orco’nun adını verdik çünkü her masal onun kötü yönlerini anlatırken bizim masalımınız büyük bir dirilişi anlatıyor.

Romanda Teresa’nın yemeye ve içmeye ayıracak çok vakti olmadığını anlıyoruz, bir iki kez barda bira içerken görüyoruz onu. Sizce Teresa’nın en sevdiği yemekler ve içecekler neler?

Teresa, sıradan ve doğal şeyleri seviyor. Bir köyde büyümüş. Zaman zaman biçilmiş çimlerin ve çiçeklerin kokusunu hâlâ duyduğunu, üzüm bağlarının arasında çıplak ayaklarla dolaşırken güneşin ısıttığı toprakların sıcaklığını hissettiğini düşünüyor. Kaliteli şarapları ve doğal yöntemlerle üretilmiş biraları seviyor.

Cjarsons (ravioliye benzeyen bu yemeğin özelliği, iç malzemesinde tatlı ve tuzlunun bir arada kullanılmasıdır. Bölgelere ve ailelere özel tariflere göre sıcak tereyağı, doğal otlar, çikolata, tarçın ve ıspanak gibi çeşitli malzemelerle yapılabiliyor) ve (Friuli’nin peynir, patates ve soğan kullanılarak yapılan geleneksel yemeği) fricodipatate gibi yerel lezzetleri tatmaktan hoşlanıyor.

Bir sonraki romanda, takip ettiği soruşturma onu Friuli’de sıradışı bir tarihe ve eşsiz bir mutfak geleneğine sahip bir vadiye götürecek. Biz de onunla birlikte özel ve az bilinen lezzetleri keşfedeceğiz.

Romanınız İtalya’da ilk haftalarda çok satanlar listesine girdi ve şu ana kadar 14 dile hakları satıldı. Bu kadar kısa sürede ve üstelik ilk romanla bu kadar büyük bir başarıyı bekliyor muydunuz? Dünyanın diğer ülkelerindeki okurlarınızdan nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Bu kadar büyük bir başarı beklemiyordum. Böyle saygın ve önemli bir yayınevinin romanımı yayımlaması benim için hâlâ çok şaşırtıcı. İlk başta böyle yoğun bir ilgiyle karşı karşıya kalmak beni tedirgin etti, hatta neredeyse gözümü korkuttu. Farklı ülkelerdeki çok sayıda okurdan mesajlar alıyordum. Teresa’nın bu kadar fazla kişinin kalbini fethettiğini bilmek tarif edilemez bir duygu uyandırıyor.

Teresa bana bir hediye verdi. İnsanların sevgisi onun aracılığıyla bana ulaştı. Erkekler ona saygı duyuyor, kadınlar onda kendilerini buluyor. Zorluklarla karşılaşan insanlar Teresa’nın yaşamından örnek alarak kendileri için bir ışık, bir umut yakalıyor. Onu gerçek bir insanmış gibi seviyorlar ve bu duygu okyanusları, sınırları aşıyor.

Teresa’yı bir TV dizisinde de göreceğiz, uluslararası bir yapım olacağını okudum. Yazdığınız karakterlerin ve olayların bir TV dizisi haline gelmesi ne hissettiriyor? Kitabı yazarken Teresa’yı, Massimo’yu ve diğer karakterleri gözünüzde canlandırmış ve keşke şu oyuncular oynasa demiş miydiniz?

Bana bu haberi verdiklerinde duyduğuma inanamadım. Her şey o kadar hızlı oldu ki takip etmekte zorlandım. Kitabın hakları devredildi, yapım süreci işlemeye başladı. Ama bu sektörde zaman fazlasıyla yavaş ilerliyor. Değerlendirilecek birçok konu, iletişim kurulacak ve işbirliği yapılacak çok sayıda uzman var. Şimdilik bana Teresa Battaglia ve Massimo Marini rolleri için söyledikleri isimlerin gerçekten şaşırtıcı olduğundan daha fazla şey söyleyemiyorum. Projenin mümkün olduğu kadar hızlı hayata geçmesini umuyorum.

Yeni romanınızın da ana karakteri Teresa olacak…

Evet, adı Ninfa Dormiente.  Uzun süredir yazmak istediğim ve tüm kalbimi verdiğim bir hikâye. Issız bir vadiden, kadim bir halktan, gizemli bir tablodan bahsediyor ve 2. Dünya Savaşı’nın sonunda yitip giden bir aşkın hikâyesini konu ediniyor.

221B’nin bu sayısında dosya konumuz “İtalya’da Polisiye”. İtalyan polisiyesinde en sevdiğiniz yazarlar, en sevdiğiniz diziler, filmler nelerdir?

Öncelikle bu çabanız ve yaptıklarınız için sizi tebrik ediyorum. Donato Carrisi’nin romanlarını seviyorum. Kendi hikâyelerimi yazmaya başlamam onun hikâyeleri sayesinde oldu. La ragazza nella nebbia isimli kitabı yazarın kendisinin yönettiği ve muhteşem bir atmosfere sahip olan bir filme uyarlandı. Carrisi, şimdi de L’uomo del labirinto adlı romanı için bir film, Tribunaledelle anime isimli romanı için bir dizi çekiyor.

Maurizio De Giovanni’nin hikâyeleri beni çok etkiliyor. Onun kitapları da I bastardidi Pizzofalcone isimli bir televizyon dizisine uyarlandı.

Romanzo Criminale adlı kitabı bir filme ve başarılı bir televizyon dizisine uyarlanan Giovanni De Cataldo, (kitabındaki umursamaz müfettiş Coliandro’nun çok güzel ve eğlenceli bir televizyon dizisinin başkahramanına dönüştüğü) Carlo Lucarelli, Fioraria Libera isimli kitabı çok yakında bir televizyon dizisiyle ölümsüzleşecek olan Rosa Teruzzi ve başka yazarlarla devam edebilirim. Hem edebiyatta hem de beyazperde ve televizyon ekranlarındaki manzara oldukça zengin.

Peki, İtalyan polisiyesi dışındaki favori dedektif karakterleriniz, eserleriniz hangileri?

Suçlar konusundaki hayal gücüm, çocukluğumda (herhalde birçok kişi için aynı şey geçerlidir), Thomas Harris’in aynı adlı romanından uyarlanan Kuzuların Sessizliği filmini izlerken şekillendi. Harris’i bu film sayesinde tanıdıktan sonra bir yazar olarak da sevmiştim. Kitabın unutulmaz karakteri Hannibal Lecter, daha sonra Mads Mikkelsen tarafından canlandırılan Hannibal isimli çok sevdiğim bir dizinin başkahramanı oldu.

Jeffery Deaver’ı da aynı şekilde, Kemik Koleksiyoncusu isimli film sayesinde tanıyıp sevdim.

Gillian Flynn’i ve daha sonra filme uyarlanan romanı Kayıp Kız’ı da çok seviyorum. Aynı yazarın Keskin Şeyler isimli kitabı da bir televizyon dizisine uyarlandı. Jean-Christophe Grangé’nin suç üzerine yazılmış harika kitapları Kızıl Nehirler ve Kurtlar İmparatorluğu filme uyarlanan romanlar arasında. Ayrıca psikolojik temaların The Mentalist ve Lie to Me gibi televizyon dizilerinde işlenmesi de çok heyecan verici.

Türkiye’deki okurlarınıza bir mesajınız var mı?

Teresa Battaglia ve onun hikâyesiyle tanışmak istediğiniz için herkese çok teşekkür ederim. Roman yazmak özel ve bireysel bir aktivite ama sadece yolculuğun başlangıcı. İşin geri kalan tarafı okurda, onun kalbinde ve duygularında tamamlanıyor.

Cevapladığınız için çok teşekkür ediyorum ve ikinci romanınızı merakla bekliyorum.

Ben de size ve 221B ekibine teşekkür ediyorum. Benim için bir zevkti.

*221B derginin 20. sayısında yayımlanmıştır.

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Önceki Hikaye

Gazeteci Deborah Halber ile Amatör Web Dedektifliği Üzerine

Sonraki Hikaye

Özel Röportaj: Nuray Atacık

En Son Yazılar