Bugün, gelmiş geçmiş en ünlü dedektif karakteri Sherlock Holmes’un doğum günü. Bu vesileyle, Sir Arthur Conan Doyle’un yarattığı bu kurgu karakteri, ona ayırdığımız dergimizin 7. sayısından önemli ve özel bir röportajla analım istedik. Algan Sezgintüredi’den dünyanın önde gelen Sherlock Holmes otoritelerinden Leslie S. Klinger’la Sherlock Holmes üzerine…
Sadece Sherlock Holmes değil, Drakula, H.P. Lovecraft ve 19. yüzyıl popüler edebiyatı konularında, kişisel web siteniz lesliesklinger.com’da da belirtildiği üzere, dünyanın önde gelen otoritelerindensiniz. Okurlarımız sizi, ülkemizde “Açıklamalı Notlarıyla Sherlock Holmes” başlığıyla yayımlanan çalışmanızdan tanıyor. Ayrıca sizinle 2015’te ilki düzenlenen Kara Hafta’da şahsen tanışma şerefine de erişmiştim. Holmes’e girmeden önce biraz kendinizden bahsetmenizi rica edeceğim. Kimdir Leslie S. Klinger? Hayalperest bir polisiye sevdalısı mı yoksa gerçekçi bir hayalperest mi?
Sorunu, okuma alışkanlıklarımla cevaplamak en iyisi bence: Küçükken sadece bilimkurgu okurdum. Asimov, Heinlein, Van Vogt ve diğer üstatları… Bu durum, tek istisnası tüm James Bond kitapları olmak kaydıyla, lise boyunca devam etti. Üniversiteye girdiğimde fantastik edebiyatı keşfettim. O sıralar Tolkien’in eserleri Amerika’da tekrar keşfediliyordu; Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi’ni yalayıp yuttum. (Evet, yurttaki odamda bir “Orta Dünya’ya Hoş Geldiniz” afişi vardı) ve daha fazla fantastik eser okumaya giriştim. Daha sonra girdiğim hukuk fakültesinin ikinci yılında (ilkinde yine sadece bilimkurgu okumuştum) William Baring-Gould’un The Annotated Sherlock Holmes’ünü okur okumaz hikâyelere ve üzerlerinde verilen akademik emeğe hayran kaldım. Ardından koca bir edebiyat türünü ıskaladığım çıkarımına vardım ve Hammet, Chandler, Sayers gibilerini okumaya başladım. John D. MacDonald’ın Travis McGee ve Donald Hamilton’ın Matt Helm serilerine bayılınca daha fazla polisiye okumaya giriştim. Hayalperest miyim? Avukatım ben: Vergi hukuku, iş hukuku ve emlak hukukuyla uğraşıyorum ve hâlâ en çok bilimkurgu ve fantastik okuyorum. Dolayısıyla gerçekçi bir hayalperest olduğumu söyleyebilirim. Açıklamalı notlar galiba matematiği, bulmacaları (vergi kanunu gelmiş geçmiş en zorlu bulmacadır) seven yanımdan geliyor. Ayrıntılara çok önem veririm ve filmler, şarkılar vesaire konularda hafızam çok güçlüdür. Haliyle notlar kendi kendine çıkıyor diyebilirim. Ayrıca yeni şeyler öğrenmeye bayılırım ve açıklamalı notlara girişmenin ona faydası büyük.
Bir polisiye ve bilimkurgu sevdalısı olarak her iki türün de çekiciliğinin altında matematiğin yattığına inanıyorum. Her iki türün bilime ciddi bel bağladığını da biliyoruz. Peki, bu durumda matematik ve elbette mantığın, polisiyenin temel direkleri olduklarını söyleyebilir miyiz? İyi bir polisiye bilime dayanmalı mıdır? Polisiye yazarları matematiği sevmek zorunda mıdır?
Hayır, kesinlikle hayır: Bilim ve matematik polisiyede önemlidir ve mantığa aykırı bir öykü, elbette fazlasıyla hüsran yaratır ama bence polisiyenin temel direği natüralizmdir. İnsan doğasına aykırı, insan doğasını bozan bir polisiye başarıya ulaşamaz. Dolayısıyla bilim dallarından biri polisiyede elzem diyeceksek o bilim dalı adli bilimler, kimya veya patoloji ya da Holmes ağzıyla ayak izlerinin, delillerin veya parmak izlerinin incelenmesi değil, psikolojidir. 140 ayrı tütün çeşidini tanıyabilmek mutlaka işe yarar ama bir Josiah Amberley’nin, bir Grimesby Roylott’un (hatta bir Mary Sutherland veya James Windibank’in) zihinlerini çarpıtan güçleri anlayabilmek çok daha elzemdir. Holmes külliyatını yüz küsur yıldan beri unutulmaz ve hâlâ okunur kılan, büyük kısmının yerini modern adli bilimlerin aldığı devrin bilimi değil, Arthur Conan Doyle’un, okuru öykülere bağlayacak denli titizlikle hayattan alıverip eksiksiz betimlediği, büyüğünden küçüğüne müthiş karakterlerdir.
Sherlock Holmes’ü polisiyenin zirvesine oturtan, böylesi bir ikona dönüştüren psikoloji ve müthiş karakterler mi sadece?
Sherlock Holmes’ün ikonluğu psikolojik kavrayışlardan veya müthiş karakterlerden gelmiyor. Onlar öykülerin defalarca ve hâlâ okunmasını sağlıyor. Ama elbette okurları öykülere çeken şey, ikonun ta kendisi. Peki, Sherlock’u ikon kılan ne? Birincisi, geleneği hiç iplememesi. Holmes yasaları uygulama derdinde değildir: Holmes’ün derdi adalettir. Hangi kuralı çiğnediğine, adalete ulaşmak için kimi üzdüğüne, kimi kırdığına hiç bakmaz. İkincisi, Holmes “olunabilecek” bir süper kahramandır. Holmes olabilmek için ne radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılmak ne de Kripton’da doğmak gerekir. Çok, yeterince çok çalışan, çabalayan herkes bir Holmes olabilir. Holmes’ü bir polisiye ikonu kılan üçüncü husussa bulunduğu her ortamın daima en akıllısı, en uyanığı, en alestası olması, bilinmesi gereken ne varsa bilmesidir. Holmes teorisyen değildir; bilgileri mutlaka uygulamadan gelir, pratiktir. Bir de gerekli herkesi tanır yahut tanıyanları tanır. Başkaları bu dediklerime katılmayabilir ama bence böyle.
Son dönemin pek gözde dizisi Sherlock’ta kahramanımız “yüksek işlevli sosyopat” olduğunu söylüyordu. Psikolog Maria Konnikova’ysa yazdığı bir makalede bu iddianın toptan yanlış olduğunu, sosyopat teriminin sadece psikopatların toplumsal kural çiğneme eğilimlerinin altını çizmede kullanıldığını ve Sherlock Holmes’ün kesinlikle bir psikopat olmadığını öne sürüyor. Ayrıca bir psikopatın psikopatlığını asla itiraf etmeyeceğini de ekliyor. Ne dersiniz, sizce Holmes, tüm soğukluyla, tuhaf davranışlarıyla, kimi yerde saldırganlığıyla en azından akli bir sorunun, deliliğin kıyısında dolanmıyor mu? Yoksa sadece çok ama çok mu zeki? Neden Arthur Conan Doyle, Holmes’ü böyle yaratmayı seçmiş olabilir?
Maria yakın dostumdur ve analizine katılıyorum. Daha ayrıntılı, daha incelenmiş başka analizler de var ve bunlara göre Holmes ya bipolar ya otistik ya da Asperger Sendromu’ndan mustarip. Bu konuda Dr. Lisa Sanders’ın benden de bahseden, Gizli İpuçları başlıklı makalesini tavsiye edebilirim. (Lisa Sanders’ın makalesini sayfalarımızda okuyabilirsiniz.) Bence Doyle, bir başka meşhur karakteri, Dupin’i model alıp Holmes’ü daha ilginç kılmış. Kusursuz bir “düşünme makinesi” can sıkıcıdır. Ama zaaflara sahip bir kahraman, inanılır bir kahramandır. Bence Holmes, senin de dediğin gibi, akli dengesizliğin kıyısında geziniyor. Ama zaten tek bir hedefe odaklanmış (Holmes’ün adalete odaklanması gibi) tüm büyük sanatçılar ilk bakışta deli zannedilebilir.
Bir başka makalede Sherlock dizisinin yaratıcılarından Mark Gatiss’in “…ama Watson katlanılmazı katlanılır kılıyor,” dediğini okudum ve ben de Holmes’ün Watson’sız Holmes olamayacağına inananlardanım. Bir defasında bana, Watson’ın başka herhangi bir eserde başkahraman olacak donanıma sahip olduğunu söylemiştiniz. Bize biraz sevgili doktorumuzdan bahsedebilir misiniz?
Doyle’un dehası kuşkusuz Holmes’le sınırlı değildi ve kanlı canlı, Sanço Panza’nın tüm ağırlığı ve derinliğine sahip ikincil karakteri yaratması da bunun kanıtıdır. Dr. Watson, Dupin polisiyelerinin anonim anlatıcısından çok öteye atılmış bir adımdır. Doğru, Watson olmasa huysuz, kimi yerde duygusuz, soğuk ve fazla mükemmel Holmes katlanılmaz olurdu. Watson derhal özdeşleşebileceğimiz, “gerçek” bir geçmişe ve zaaflara sahip bir karakter. Kendimizi rahatlıkla Holmes’ün dibinde oturan Watson olarak hayal edebiliriz. Polisiyede dedektifin olan biteni anlatacağı ve okurun kolayca özdeşleşebileceği eşlikçi fikri, Archie Goodwin’den Yüzbaşı Hastings’e ve gözdelerimden The Mentalist dizisindeki Teresa Lisbon’a kadar uzanan bir ölçüte dönüştü artık.
İkililer sahiden sadece polisiyede değil, diğer türlerde de ölçüte dönüştü. Peki, sizce ikililer, “yalnız kurt” kahramanlara nazaran polisiyeye ne kattı? Sizin polisiye ve/veya diğer türlerde gözde ikilileriniz var mı?
İkililer yazarlara farklı kişilikleri (düşünenle eyleme geçen, cana yakın ve soğuk, iyi polis-kötü polis) inceleyip keşfetme ve kahramanın geçmişini, öyküsünü, iki öyküyle zenginleştirme olanağı sunuyor. Holmes-Watson’dan sonra en gözde ikilim, kafaya karşı yüreğin nefis örneği Nero Wolfe-Archie Goodwin ikilisidir. Polisiye dışındaysa Frodo’yla Sam’e bayılırım. Frodo ıstırap çeken, neredeyse “dinsel” anlamda bir kurban, bir şehittir. Sam’i harekete geçiren tek şeyse arkadaşlıktır. Yapmaya kalkıştığı şeyi neden yapması gerektiğini tam kavrayamasa bile arkadaşını asla yalnız bırakmaz. (Yüzüklerin Efendisi’ni çok sevdiğim anlaşılıyordur herhalde.)
Günümüzün pek beğenilen dizisi Sherlock’u nasıl buluyorsunuz?
Çekiciden çok ilginç buluyorum açıkçası. Genç Holmes’ün kudretine peyderpey erişmesini, becerilerinin sorumluluğu da getirişini öğrenmesini anlatan, bence makul bir yorum. Ama Cumberbatch o kadar itici ki, Freeman’ın onla ne demeye arkadaş olmak isteyebileceğini görmekte zorlanıyorum. Bence dizinin yaratıcıları ve yazarları Moffat ile Gatiss ne kadar zeki olduklarını göstermeye o kadar yoğunlaşıyorlar ki bazı bölümler (“Kör Banker” ve “Baskerville’in Tazıları”) tavsıyor. Holmes külliyatına dair göndermelerini, ufak dokunuşlarını seviyorum ve o konularda Twitter’da epey yorum yaptım. Ayrıca dizinin büyük ilgi görmesi de çok hoşuma gidiyor ama aynı zamanda o geniş izleyici kitlesinin Holmes kitaplarını okuma zahmetine girmeyeceklerinden de endişeleniyorum. En son yayınlanan özel bölüm (Mekruh Kadın) bende büyük hayal kırıklığı yarattı. Spolier vermiş olacağım, kusura bakmayın ama yazarlar sonunda rüya çıkmayacağını söylemişlerdi! Oysa o bölüm 21. yüzyıl Holmes’ünün, Victoria Çağı Holmes’ünün düşü olduğunun ortaya çıkmasıyla sonlanmalıydı. İşte o zekice olurdu!
İllüstratör Sidney Paget ile Amerikalı oyun yazarı ve oyuncu William Gillette’in Holmes efsanesine, Doyle’un öykülerinde hiç bahsetmediği meşhur şapka ve kıvrık pipo ve “Çok basit, sevgili Watson” cümlesi gibi önemli katkılar yaptıklarını biliyoruz. Sözünü etmeye değer başkaları var mı peki bu konuda?
Holmes’ün avcı şapkalı, Inverness pelerinli ve pipolu görüntüsünü zihinlere kazıyanların başında aktör Basil Rathbone geliyor. Filmleri büyük başarı kazanmıştı. Ama maalesef aynı filmler, uzun yıllar yapışıp kalan “Saftirik Watson” imgesinin de müsebbibidir. Granada yapımı ünlü televizyon dizisine bu yüzden, Holmes ve Watson’ı gerçeğe uygun giyinen birer İngiliz centilmeni olarak yeniden gündeme getirdiği için hayranım. Ayrıca gene aynı dizi, David Burke ve Edward Hardwicke’nin canlandırdıkları Watson’ı, Holmes’e eşlik etmeye layık, akıllı ve cesur bir adam olarak, doğru haliyle yansıtmaya yönelik dev adımlar attığı için çok önemlidir. Robert Downey Jr.ın Holmes’ü canlandırdığı filmleri de karakterin eylemci yüzünü ön plana çıkardıkları için çok seviyorum. Holmes müthiş zekâsının yanında boksta, eskrimde ve baritsuda ustadır ve bu özelliği çoğu uyarlamada karakterin fikri yönünün gölgesinde bırakılmıştır. Ayrıca Downey, neredeyse orijinal Holmes kadar eğlencelidir. Holmes zekâsına sahip birinin en büyük zaafıyla, uyuşturucu bağımlılığıyla nasıl mücadele ettiğini işlemesi açısından da Elementary dizisini başarılı bulduğumu belirtmeliyim.
Holmes’ün polislere davranışları, bolca alay hatta hakaret etmesi sizce düzene karşı siyasi-entelektüel bir duruş mudur? Öyleyse altında yatan nedir? Doyle’un bu yolla Victoria Dönemi İngiltere’sini eleştirdiğini söyleyebilir miyiz? Doyle siyasi biri miydi?
Sir Arthur Conan Doyle, iki defa parlamentoya adaylığını koyması açısından (ikisinde de fena oy almamasına rağmen kazanamadı) bakarsak siyasiydi ve Edalji ile Slater davalarındaki eleştirileri, polis teşkilatını hor gördüğünün açık kanıtlarıdır. Ancak düzen karşıtı olduğunu düşünmüyorum. Sadece adalete büyük önem veriyor ve düzenin kurumsal körlüğüne kızıyordu.
Sadece İngiltere’de değil, ülkemiz dahil birçok ülkede Sherlock Holmes öyküleri yazanlar hatta efsaneyi kendi topraklarına bile getirenler var. Siz hiç bu eserleri okudunuz mu? Sizce Doyle’un mirasına layık eserler var mı? Okurlara bunları tavsiye eder misiniz?
Bizim “pastiş” dediğimiz bu eserlere pek bayılmıyorum açıkçası. Ama iki tanesini gönül rahatlığıyla önerebilirim: The Giant Rat of Sumatra (Richard Boyer) ve Dust and Shadow (Lyndsay Faye). Sevgili dostum Nicholas Meyer’in The Seven Per-Cent Solution’ını severim ama kitap esasen Holmes’le şaşırtıcı ölçüde alakasızdır. Editörlükte ortağım ve yakın dostum Laurie R. King’in Mary Russell dizisini de çok beğeniyorum. Bu kitaplar tam anlamıyla pastiş denen türde değiller çünkü Holmes Külliyatı’nda işlenen olayların sonrasında geçiyorlar (Mary Russell, Holmes’le 1915’te, I. Dünya Savaşı başladıktan sonra tanışır). Pek hoşturlar ve hem 20. yüzyılda dişi bir Sherlock Holmes’ün (Russell) nasıl olabileceğini hem de Holmes’ün, yaşasa Dünya Savaşı sonrası dünyaya nasıl uyum sağlayabileceğini göstermeleri açısından etkileyici, incelikli eserlerdir.
Sherlock Holmes’ün pek çok yazara ilham kaynağı olduğunu söylemeye gerek yok. Peki, Holmes, Uzay Yolu dizisindeki Scotty’nin başta NASA çalışanları, birçok mühendiste yarattığı etkinin benzerini gerçek hayattaki başka meslek erbabında, mesela dedektiflerde, doktorlarda, adli bilimcilerde de göstermiş midir?
Holmes’ün her türden dedektifi etkilediğinin sorgu götüreceğini hiç zannetmiyorum. Mesela birçok polis, yayımlanan hatıralarında bunu açıkça söylemiştir. Holmes’ün adli bilimler üzerindeki etkisini görmek içinse E.J. Wagner’ın The Science of Sherlock Holmes ve James O’Brien’ın The Scientific Sherlock Holmes adlı eserleri gibi kitaplara bakmak yeterlidir.
Sherlock Holmes’ün polisiyenin ikonu olduğu, en tepede oturduğu malum ama türün başka şahane dedektifleri de var elbette. Size göre hangileri Holmes’e yaklaşabiliyor? Sinema ve televizyon dedektifleri dahil, başka gözdeleriniz var mı?
En sevdiklerim Jack Reacher (Lee Child), Harry Bosch (Michael Connely) ve Elvis Cole ile Joe Pike (Robert Crais). Bu yazarların kitaplarını tereddütsüz alıp okurum. TV polisiyelerini fazla yüzeysel bulduğumdan nadiren seyrediyorum ama yayınlandığı dönemde The Mentalist’i çok sevmiş, kaçırmadan izlemiştim. Sherlock’la Elementary’yi de izliyorum elbette.
Söyleşimizi daha genel bir soruyla bitirelim: Karamazof Kardeşler’den, Kasvetli Ev’den veya Aytaşı’ndan günümüz eserlerine, polisiye hâlâ popülerliğini koruyor. Peki, sizce bunun nedeni ne? Bulmaca ve muamma çözmenin veya çözülüşünü izlemenin/okumanın altında adalete, daha barışçı bir geleceğe özlem, bir umut mu yatıyor yoksa?
Polisiye ve suç yazını birtakım ilkel dürtüleri tatmin eder. Birincisi, iyi tasarlanmış bir kötüyle birliktelikte kesinlikle gizli bir haz var bence. Bu sayede kötülükleri “vekâleten” ve sonunda yakalanıp cezalandırılacağımızı bilerek yapma şansı elde ederiz! İkincisi, derinlerde bir yerlerde işlerin daima doğru yolda sonuçlanacağının garantisi vardır. Sonu muğlak bırakılmış yahut kötünün kazandığı polisiyeler tatmin edici değildir ve genelde sevilmezler. Holmes ve Watson’ın gözdeliklerine dair söylediklerimin tüm polisiyelere genellenebileceği kanısındayım: (a) aklın karanlığa, kötülüğe galebe çalmasının anlatılması, (b) dedektifin “bohem”, aykırı, dışarılıklı tabiatı ve (c) dedektife eşlik etmenin getirdiği haz. Gittikçe daha fazla yazar toplumsal meseleleri, ahlaki ve siyasi açmaz ve çelişkileri öykülere yedirdiğinden, modern polisiye bize ayrıca ivedi, önemli meseleleri daha sade bir bağlamda kavrama fırsatı veriyor. Öyleyse: Yaşasın Polisiye!