Pek çok eseri beyazperdeye de uyarlanan Amerikalı hukukçu-yazar John Grisham’ın kurgu olmayan tek kitabı Masum Adam da dahil tüm kitapları Amerikan hukuk sistemine pratikteki sorunlar üzerinden “şöyle bir” bakar. Şöyle bir, çünkü daha ziyade uygulayıcı hatalarının kararttığı insan hayatlarıyla ilgilenmiş, en çok bunun yarattığı toplumsal güvensizliğe işaret etmekle yetinmiştir. Bir sistem sorununa işaret etmemiş, kimi zaman kasıtlı olarak kimi zamansa ihmalden kaynaklı uygulama hatalarını teşhir etmiştir John Grisham. Amerika’nın aksayan, kötü yanlarını pratikteki tekil örneklerle anlatıp ona, Amerika’ya yol, dünyanın geri kalanına da eleştiriden rahatsız olmayan, özgürlükçü Amerika’yı göstermiştir.
Gerçek suç dosyalarına kolayca erişebilen Grisham, uygulayıcıların kasıtlı ve/veya ihmali kabahatleriyle bir fecaate dönüşen yargılamalara her kitabında başka bir alan bilgisi katmayı ihmal etmemiştir, sağlık sistemi, finans vb. İşte Grisham formülünün ırkçılık eleştirisi katılmış sürümü, çok okunan kitabı Öldürme Zamanı (A Time To Kill) 1996 yılında sinemaya uyarlanmıştı.
Öldürme Zamanı esas olarak bir mahkeme filmi. İlk çeyreği hikâyenin geçtiği kasabadaki politik gerilimin resmedilmesine, ikinci çeyreği kişisel bir dramın toplumsal isyanın manivelasına dönüşmesine ve aydın kadroların gelgitlerine, üçüncü çeyreği yüz yıllara yayılan ırkçılık tartışmalarına ve yargı sisteminin problemlerine ayrılmış. Film her üç başlıkta da tartışmalı bir pozisyon alıyor.
Bunda kitaptan ve yazar Jonh Grisham’dan çok, yönetmen Joel Schumacher’in adaleti kendi elleriyle sağlayan sıradan insanların hikâyelerini anlatmadaki abartılı iştahının payı olduğunu düşünüyorum. Falling Down, 8 MM hatta o renkli ama zevksiz Batman uyarlamaları da dahil içten bir bireysel adalet savaşçısı gibi özenle inşa edilmiş filmografiye sahiptir Schumacher.
Suçun cezasını kim kesecek?
Film inkâr edilemez şekilde sarsıcı bir hikâyeye sahip. Siyah-beyaz geriliminin çok yüksek olduğu bir kasabada 10 yaşında siyah bir kız, iki “beyaz” tarafından tecavüze uğruyor, işkence görüyor ve asılıyor. Fakat ölmüyor. İki beyaz kolayca teşhis edilip tutuklanıyor. Mahkemeye çıkacakları gün, 10 yaşındaki kızın babası yoksul işçi Samuel L. Jackson, en fazla 10 yıl yatıp tahliye edilecek iki adamı, hak ettikleri cezanın ölüm olduğunu düşündüğü için öldürüyor.
Film acılı ve anlaşılır, kabul edilebilir bir intikam arzusuyla yanıp tutuşan babanın fiilinin ceza gerektirip gerektirmediği üzerine yoğunlaşıyor. Ölen iki adamın suçlu oldukları o kadar tartışma dışı ki, film onlarla ilgilenmiyor bile. Filmin sorduğu sorular kısaca: Suçun cezasını kim kesecek, kurumların güvenilirliğini hangi araçlarla ölçebiliriz ve yüz yıllardır gelmesi beklenen adalet, siyahlar için bir aldatmaca değilse nedir?
Filmin muammasını, özetlemeye çalıştığımız bu politik ve felsefi sorunlar oluşturuyor. Dolayısıyla “kim yaptı” polisiyesi arayanlar hayal kırıklığına uğrayacaktır. Diğer taraftan, karşımızdakine bir isim vermek gerekirse “suçlu kim” polisiyesi demek doğru olur. Apaçık ortada olan faillere rağmen filmin iki saati aşan süresi boyunca sorduğu ve yanıt aradığı soru bu çünkü!
Rosa Parks’ın koltuğu
Amerika’da ırkçılığın tarihi, düzünden anlatılmış bir Amerikan tarihidir bir yönüyle. Amerika kıtası kadim sahiplerinden silahla alındı; yerliler önce canlarını, sonra vatanlarını bıraktılar. Kıtanın işgali (keşfi) bir patlama halinde katliamlara yol açmış, bu yeni dünya birilerinin yurdu olmaktan çıkıp birilerinin arsasına dönüşürken açıklama isteyen bazı önemsiz detaylar baş göstermişti: Arsa sahipleri, yurt sahiplerini bu kıtayı hak etmeyecek kadar geri, ilkel, medeniyetten bihaber, ölse de fark etmeyecek sürüler gibi resmettiler.
Kendileriniyse bunun tam karşısında konumladılar; kültürü üstün, dili üstün, medeniyeti üstün, aklı, zekâsı ve nihayet rengi üstün! Bunu hem kendilerini hem de dünyanın geri kalanını ikna etmek için yaptılar. Kendileri ikna oldu, dünyanın geri kalanını ikna etmek için hâlâ çalışıyorlar!
Yine de bugün ırkçılık dendiğinde insanlık artık kıtanın sömürgeleştirildiği o ilk dalgaya değil, hâlâ oluk oluk kan akan yere çeviriyor gözünü: Afrika kökenli ABD yurttaşlarını nefret ve ayrımcılıkla tutsak almış üstün Amerikan ahlakına. Oraya, ABD’ye zorla, zapt edilerek getirilen o ilk nesillerden itibaren siyahlar Kuzey Amerika’nın yeni sahiplerinin hizmetçileri addedildiler. Kas güçlerinden ses tellerine, rahimlerinden kanlarına, derilerine ve dişlerine dek artan bir hırs ve hınçla sömürüldüler.
İyi olan her şey beyaz kabul edildi, siyahlar bile!
Öyle ki beyaz derili sıradan bir Amerikalı için bu derisi siyaha boyalı insanlar, insan âleminin bir parçası değildiler. Bir at kadar bile değer görmediler, belki o atın eyeri kadar kıymetli ve ancak o kadar anlamlı birer eşyaya dönüştüler. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu halin Amerika’da doğmuş siyahlarda bile içselleştirilmiş olduğunu mesela Toni Morrison çarpıcı bir dille anlatır. İç savaşa, onca politik mücadeleye rağmen aşılamayan şey de bu oldu. Sıradan kalabalıkların ruhuna işlemiş düşmanca körlük aşılamadı, aşılmak istenmedi: İyi olan her şey beyaz kabul edildi, siyahlar bile!
1955 yılında, Hıristiyan âleminin Noel’i idrak ettiği o sevgi, uyum ve bağışlama takviminde Rosa Parks adında siyah bir kadın, bindiği otobüste bir koltuğa oturmaya ve ondan kendisine yer vermesini isteyen beyaz adama itiraz etmeye karar verdi! Amerika’da hâlâ yürürlükte olan şövalye zihniyeti, o koltuğun hesabını tutmaktadır. Öldürme Zamanı’ndaki gibi ağır tecavüz hikâyesini bir de bu zemin üzerinde okuyalım.
Film, çocuğunun tecavüzcülerini öldüren babanın beraat etmesiyle bitiyor. Size yapılanlardan sonra bu kadarına hakkınız var, denmiş oluyor bir bakıma. Fakat bu gerçekten de Amerika’nın adaleti: Bireysel silahlanmayı ve bireysel adaleti teşvik eden bu bakış açısının varacağı yer, sonuçta siyahların kaybedeceği bir kaos dünyasıdır. Bu ve çok sayıda tartışmalı önerme sebebiyle filmin Fransa’da protesto edildiğini, sinemalarda orijinal adıyla değil, bir yargı yerine bir sorun ifade etmesi için yumuşatılarak Öldürmek Zamanı mı?/Öldürmek Doğru mu? gibi tuhaf bir isimle gösterime girdiğini de hatırlatalım.
Amerika sadece kendi yurttaşlarının hatırı sayılır bir kesimine değil, dünyanın bizim de yaşadığımız çok geniş bir kısmına şövalyeleri aracılığıyla demokrasi ve uygarlık götürmeye devam ediyor. Buna mecbur da. Ayakta tutmaya çalıştıkları “Amerikan Rüyası” her şeyin bembeyaz olduğu bir körlükten fazlası değil. Ancak bir siyahın bozacağı bembeyaz bir körlük.
221B’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.