Netflix yapımı Mindhunter, “Vahşi cinayetler neden işleniyor, nasıl seri katil olunuyor? Suçlu doğulur mu yoksa olunur mu? Neden sebepsiz olarak şiddete başvururuz?” gibi soruların ilk kez sorulduğu döneme götürüyor bizi. İnsan psikolojisini irdeleyen, derinlemesine ve korkutucu bir yolculuğa bir davet. Dizi aslında muhteşem görsellikteki bir tiyatro oyunu gibi. Takip etmek biraz zor olabilir ama karakterler öylesine etkileyici, oyuncu performansları o kadar üst düzey ki ekrandan gözlerinizi alamıyorsunuz…
Şiddet, kabul etsek de etmesek de hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Şiddet, bizi sadece korkutmaz, midemizi bulandırmaz. Bazen bizleri uyuşturur, hatta hipnotize eder. Hayvanlara uygulanan şiddeti izlerken altüst olur ancak gözlerimizi alamayız. IŞİD terörü, şiddeti kafa kesme videolarıyla, canlı canlı insan yakma prodüksiyonlarıyla adeta ana akım hale getirdi.
Nereye baksak, nereye dönsek fiziksel, psikolojik ya da çevreye yönelen şiddetle karşılaşıyoruz. Şiddet her yerde. Şiddet, hayatın karanlık yüzü. Şiddet, insan işi. Dolayısıyla genel olarak sanat ya da genellemeden kaçınarak yazalım; sinema ve televizyon da şiddet olgusunu her zaman işledi, işlemeye de devam edecek.
Türe yeni bir soluk
Netflix yapımı Mindhunter da işte tam bu konuyu ele alıyor: Vahşi cinayetler neden işleniyor, nasıl seri katil olunuyor? Suçlu doğulur mu yoksa olunur mu? Neden sebepsiz olarak şiddete başvururuz?
Mindhunter, kalabalık ve çok işlenmiş bir polisiye türü olan seri katile yepyeni, taptaze bir soluk getirdi. Diziyi, özel kılan da bu yeni soluk. Seven ve Zodiac da dahil pek çok önemli filmin arkasındaki isim David Fincher’in de yönetmenleri arasında bulunduğu dizi, olağanüstü işlenen karakterleri ve müthiş görselliğiyle gelmiş geçmiş en iyi polisiye yapımlar arasında hak ettiği yeri aldı bile…
Gerçek bir hikâye, hayali karakterler
Dizi, gerçek karakterlerden esinlendi. Bu konuya birazdan gireceğim. Önce 1970’lerde geçen dizinin hikâyesine bir bakalım:
Genç FBI ajanı Holden Ford (Jonathan Groff), bir rehine arabulucusudur. Aynı zamanda da başka ajanlara suç psikolojisi üzerine eğitim vermektedir. Bir gün, kendisinden daha kıdemli ve tecrübeli FBI ajanı Bill Tench ile (Holt McCallany) ABD’yi dolaşarak, kasabalardaki yerel polislere son araştırma ve soruşturma yöntemlerini öğretmeye başlarlar. Bazı kasabalarda son derece vahşi suçlar işlenmiştir. Yerel güvenlik güçleri çaresizdir.
İkili, bazı davalarda yardım ederken bir anda Holden Ford’un beyninde bir şimşek çakar: “Neden hapishanelerde çürüyen benzer suçları işlemiş hükümlülerle yüz yüze görüşmeler yapmıyoruz, onları bu cinayetleri işlemeye iten sebepleri anlamaya çalışmıyoruz?”
İlk görüşülen isim genç kızları vahşice öldürmüş Co-Ed Killer lakaplı Edmund Kemper’dır. Birkaç dakika süren bu görüşme, bir projeye dönüşür. Psikolog Wendy Carr (Anna Torv) ekibe dahil olur. Araştırmaları genişletmek için para bulunur. FBI’ın Seri Suçlar Birimi resmen kurulmuştur.
Mindhunter, işte FBI’ın içinde oluşturulan bu özel suç izleme ve profilleme biriminin gerçek hikâyesinin, hayali karakterler üzerinden anlatılmasıdır. Dizinin esin kaynağı, birimin kurucusu FBI ajanı John Douglas’ın 1995’te yazdığı kitabı.
Hemen hatırlatalım; gerçek hayattaki Douglas, 1991 yapımı Kuzuların Sessizliği filminde Clarice Sterling’e akıl hocalığı yapan Jack Crawford karakterinin de esin kaynağı.
Takip etmek biraz zor ama…
Dizinin en güzel tarafına gelince: Katillerle görüşmeler yapılırken literatüre girmiş bir terminoloji yok henüz. Mesela seri katil/serial killer sözü henüz bulunmamış. Dizi ilerledikçe, suçlar ve cinayetleri işleme yöntemleri tasnif edildikçe gelişiyor bu tanım. Seri katil lafını ilk kez söyledikleri bölüm, dizinin en iyilerinden biri.
Mindhunter‘ı izlerken kovalamaca sahneleri, sürprizli finaller beklemeyin. Bölümler bir anda bitiyor. Katiller zaten hapiste. Dizi aslında muhteşem görselliği olan bir tiyatro oyunu gibi. Az sayıda mekân, uzun diyaloglar, insan psikolojisini irdeleyen, derinlemesine ve korkutucu bir yolculuk… Dolayısıyla izlemek zor olabiliyor ve sabır gerektiriyor ama karakterler öylesine etkileyici, oyuncu performansları o kadar üst düzey ki ekrandan gözlerinizi alamıyorsunuz…
Alkışlar Jonathan Groff’a
Kahramanımız Holden Ford, müthiş zekâsının yanında bir o kadar zayıf olan duygusal zekâsı yüzünden gündelik hayatında bocalıyor. En az kendisi kadar zeki olan sevgilisiyle ilişkisi, kalp kıran cinsten.
Bill Tench, zincirleme sigara içerek içindeki öfkesini bastıran, muhtemelen otizmli evlatlık çocuğu ve eşine fazla vakit ayıramamaktan suçluluk içinde boğulan bir polis.
Wendy Carr, erkeklerin dünyasında ayakta kalmaya çalışan, cinsel tercihleri sebebiyle kariyerinin tehlikeye düşebileceğini anlamış, bilimden şaşmayan bir kişilik. Bu üçlüye daha sonra başkaları da katılıyor. Hapisteki seri katiller de dizinin ana karakterleri aslında. Bu isimlerin birçoğunun halen hapiste olduğunu da not düşelim bu arada.
Ford’u canlandıran Jonathan Groff’a da bir parantez açalım: Frozen‘daki Kristoff karakteri ve Glee ile Looking dizileriyle ünlenen Groff, rolüne cuk oturmuş. Groff, Hollywood’da hâlâ pek göremediğimiz aktörlerden biri aslında. Gey ama üst düzey bir dramada gey olmayan bir karakteri canlandırıyor. Stereotiplere, klişelere ve homofobiye meydan okuyan biri. Alkışlar Groff’a…
Kaya Heyse’nin yazısı, 221B Dergi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır…