Hep söylediğim ve söylerken de gurur duyduğum bir söz var benim; ‘En iyi yazarlar Türk yazarlar!’. İşte Emrah Poyraz ve Ulaş Özkan bunun ne kadar doğru olduğunu ispatlarcasına bir kitapla geldiler karşımıza. ‘Türkiye’de polisiye yok yaa… Tess Gerritsen ve Grange’den başkasını okuyamıyorum ben… Ay bir Türk yazar okudum, hiç de beğenmedim. Türkler polisiye yazamıyor…’ diyenlere Osmanlı tokadı gibi bir cevap vermişler. Üstelik de çok risk alarak bir taşra polisiyesi yazmışlar. Ama ne de güzel yazmışlar.
Bazı kitapları okuduktan ve çok beğendikten sonra hakkında yazmakta oldukça zorlanıyorum. Ne yazarsam istediğim etkiyi göstermeyecek veya bende yarattığı duyguları aktaramayacakmışım gibi geliyor. Kör Kanun’da bu kitaplardan biri. Kullanılan kusursuz diliyle, hiç dinmeyen heyecanıyla, o cinayet ve işkence sahneleriyle, Kuzey polisiyesi okuyormuş hissi veren karlı ve soğuk atmosferiyle, hikayenin geçmişi ve şimdiki zamanını ustaca bağlamalarıyla, bizi olaydan ve gizemden hiç koparmayışlarıyla çok zekice kurgulanmış bir kitap Kör Kanun.
Aralık 2007, Tokat’tayız. Zafer’le tanışıyoruz hemen ama uzun sürmeyecek muhabbet. Çünkü kendisi kaçırılmış ve ölmek üzere. Kendine geldiğinde küf ve rutubet kokan bilmediği bir yerde olduğunu anlıyor. Etrafına bakmaya çalışıyor ama nafile, gözleri bağlı. Elbette eli kolu da… Üstüne üstlük bu buz gibi yerde çırılçıplak. En son hatırladığı dün akşam bağ evinde arkadaşlarıyla kurduğu çilingir sofrası. Öyle eğlenmiş ve çakır keyif olmuş ki evine dönmemiş, o bağ evinde kalmıştı. Ah bilse başına gelecekleri kalır mıydı? Ürkütücü sesini duyduğu katilinin onunla bir alıp veremediği var ama Zafer’in bunun ne olduğu hakkında en ufak bir fikri yok. Geçmişin intikamını almak istediğini söyleyen katil, onun çıplak bedeni üzerinde aklına dahi gelmeyecek işkenceler yapıyor çünkü hemen ölmesini istemiyor. Acı çekmesini, vicdanen çekmediği acıyı bedeniyle hissetmesini istiyor. Ama Zafer için bu bir anlam ifade etmiyor. O an, aklına geçmişten bir görüntü yansıyor. Bu olabilir mi? Gençlik zamanlarında hatta daha bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlıyken, sağ- sol olaylarında, ağabeylerinin isteğiyle, memleketine dönen “komünist bir herifi” otogardan kaçırıp ağabeylerine teslim etmişti. Bu adama ne olacağına dair en ufak fikri yoktu ama emir emirdi işte. O adama işkence yapılan yerde gördüklerini ömrü boyunca unutmamıştı. Belki de nedeni buydu. Ama neden şimdi ve neden kendisi? Bunca sene sonra bu ateşi körükleyen ne? Anlam veremiyor tüm bu olanlara ama katilinin umurunda değil ki. Katilinin tek istediği, zerre acımadığı ve nefret ettiği bu adamın ölmek için yalvarması. Öyle acı çekerek ölüyor ki akıllara zarar. İlk sayfalardan bizi can evimizden vuran uyanık yazarlar bölüm sonunda kafamda bir sürü cevaplanacak da soru işareti bırakıyor. Elbette bu da sayfaları soluksuz çevirmeme neden oluyor.
Zafer’in kaybı Zile’de konuşulmaya başlanıyor elbette. Duyanlardan biri de Hasan Hoca. Kim bu Hasan Hoca derseniz; Halk Eğitim’de santral sorumlusu olarak çalışıyor ama anlamadığı şey yok. Çocuk yaşta hastalıktan görme yetisini kaybetmiş. Bilgisayar, elektrik-elektronik, müzik gibi çok fazla yeteneğe sahip olan Hasan Hoca bir de öğrenmek isteyene türlü müzik aletlerini kullanmayı da öğretiyor. Çok sayılıp sevilen Hasan Hoca’nın Zafer’in kaybıyla ilgili söylediği tek şey ise “şeytanından bulsun” oluyor. Çünkü 1977 de patlayan sağ-sol olaylarında Zafer’i, ağabeyi Can’ın öldürülmesinin sorumlularından biri olarak görüyor.
Asayiş Büro Amiri olarak Zile’de göreve başlayan Başkomiser Zeynel, burada rahat ve basit olaylar dışında bir olay yaşanmayacağını ve etliye sütlüye karışmadan geçinip gideceğini düşünüyor ama yanılmasına ramak kaldı. Çünkü işkencelerle öldürülen Zafer’in cesedinin bulunduğu haberini alıyor. Zile öyle sakin bir ilçe ki Cinayet Büro bile yok. Bu nedenle il emniyetten iki komiser görevlendiriliyor; Tarık ve Bade. Birbirlerine yanık ama bir türlü birbirlerine de açılamayan bu iki komiseri zor bir dava ve sert iklim şartları bekliyor. Katil çok zeki ve işini bitirmeden de yakalanmaya hiç niyeti yok.
Soruşturma ilerledikçe katilin de Zafer’e söylediği gibi tüm bu olanların geçmişle ilgili olduğu anlaşılıyor. Bunu biz biliyoruz ama Başkomiser Zeynel ile Tarık ve Bade Komiserler ikinci kişinin kaçırılıp öldürülmesiyle öğreniyorlar. Çünkü kaçırılan bu kişi de yine Hasan Hoca’nın ağabeyinin ölümünden sorumlu olduğu düşünülen kişilerden birisi. Hasan Hoca da bir şekilde olayların tam ortasına çekiliyor. Sadece şu kadarını söylemeliyim, her sayfada bir şüphelim ve çok da iyi bir sebebim oldu. Adeta bir topun sekmesi gibi karakterler arasında ‘aha bu, aha şu’ diye katili aradım. Sonuç ne oldu dersiniz? Katili hiç tahmin edemedim. Hatta, geçmişi bize verdikleri halde aklıma bile gelmeyen bir sonla karşılaştım.
Katilin bu insanların öldürme amacı ne? Madem geçmişle ilgili bir hesaplaşma bu cinayetler, katil neden otuz yıl bekledi? Hasan Hoca bu olayların neresinde? Yoksa kimse göründüğü gibi değil mi? Bu cevapları bulmak için oldukça uğraştım. Ama ‘the mission failed’ canlarım, iyi saklamışlar.
Genç ve Türk yazarların böyle kitaplarını okudukça çok mutlu oluyorum. Emin olun öyle iyi yazarlarımız ve öyle güzel eserleri var ki… Türk yazarları okuyun, Türk polisiyesine destek olun. Beğenmediniz mi? Eleştirin. Eleştirin ki daha iyisi yazılsın. Ama destek olmaktan vazgeçmeyin. İnanın şu çok satanlarda gördüğünüz çoğu polisiye gerilim kitaplarından daha iyi bir kurgusu ve son sayfaya kadar gizemi devam eden bir kitap Kör Kanun. En güzeli de biliyor musunuz? Bizim insanımız, bizim coğrafyamız ve bizim kültürümüz hepsi. Ben neden Amerika’nın sokaklarını okuyayım? Ben Türkiye’nin caddelerini, sokaklarını ve insanlarını okumaktan büyük zevk alıyorum.
“Hey dostum! Sen bir pisliksin tamam mı? Lanet olası federaller.” diyen ve günde 450 donut ve 567 kahve içen züppe bir Amerikan polisini okumak yerine “Oturun önce bir sıcak çayımızı için.” diyen Türk polisi candır. Kör Kanun’da işte anlatmak istediğimin en güzel örneklerinden biri.