“En iyi olmak konusunda en iyi olmak bana göre değildi, ben de en kötü olmak konusunda en iyi olmaya karar verdim.”
İsveç’in ilk ünlü gangsteri, Clark Oderth Olofsson… 1947’de problemli bir aileye doğdu, zor bir çocukluk ve ilkgençlik hayatı geçirdi. Henüz 16 yaşındayken de ufak tefek suçlardan ilk defa hüküm giydi. Bu, sonradan olacakların habercisi niteliğindeydi. Cinayete teşebbüs, soygun, uyuşturucu kaçakçılığı, darp… Clark Olofsson, hayatının yarısından fazlasını hapishanede geçirdi. Kalanıysa hapishaneden, polisten kaçmakla geçti. Özellikle banka soygunlarına yatkın olan Olofsson, 1973’te Stockholm’de gerçekleştirilen Norrmalmstorg soygunu sırasında ülke çapında ün kazandı. Bu soygun sırasında yaşanan olaylar ve rehinelerin Olofsson’a ve soyguncu arkadaşına hissettikleri bağlılık, “Stockholm Sendromu” terimine ilham kaynağı olmuştu.
Son derece ilgi çekici ve tuhaf bir karakter olan Clark Olofsson’u hiç duymamış olabilirsiniz. Geçtiğimiz haftalarda Netflix’te izleyicilerle buluşan 6 bölümlük mini dizi Clark, Olofsson’un hayatına ve suçlarına odaklanıyor. Bunun yanı sıra dizinin sonlarına doğru, rehine krizine yol açan ve İsveç’te televizyonda canlı yayınlanan ilk olay olma özelliği taşıyan Norrmalmstorg soygununun gerçek görüntülerine de yer veriliyor.
Dizinin eğlenceli açılış sekansında dış ses olarak Clark’ı duyuyoruz. Kamera, doğum yapmak üzere olan annesinin rahmine doğru ilerlerken bebek Clark izleyicilere bunun ilk kaçışı olacağını söylüyor. Sayılamayacak kadar çok hapis cezası, aşk ilişkisi ve hırsızlık hikayesi eşliğinde dizi, baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Clark ise yalnızca kendisinin önemli olduğu bir hayatta, çoğu insanı kendisine hayran bırakarak yol alıyor. Clark için mesele para ya da güç değil, tamamıyla ego. Bir bankayı soydukları sırada arkadaşına yüzünü kapatmaması gerektiğini söylüyor örneğin, çünkü aksi takdirde kimse onun Clark Olofsson olduğunu bilmeyecek… Referansları Clark için oldukça önemli.
Tabii bu denli karakter odaklı bir dizinin çok güçlü, enerjik, yorulmaz, bıkmaz usanmaz bir başrol oyuncusuna ihtiyaç duyacağı aşikâr. Bu noktada Clark’ı canlandıran Bill Skarsgård, harika bir iş çıkarıyor. It filmindeki Pennywise karakteriyle ün yapan Bill Skarsgård, oyuncu bir aileden geliyor. River, Chernobyl gibi dizilerden, Ejderha Dövmeli Kız filminden bildiğimiz Stellan Skarsgård’ın oğlu. True Blood dizisiyle ünlenen, ardından Pretty Little Lies, Little Drummer Girl gibi dizilerde karşımıza çıkan harika oyuncu Alexander Skarsgård’ın kardeşi… Dizide, doğuştan gelen bir karizma ve yetenekle parlıyor Bill Skarsgård. Büyüleyici, aptal, değişken, acımasız, kibirli, huysuz, çekici… Tüm bunları aynı anda sergileyebiliyor; gözlerinizi alamayacağınız, mutlaka görülmesi gereken bir performans sergiliyor.
Tabii birkaç on yıla yayılan dizi boyunca Clark’ın büyüdüğünü, değiştiğini, olgunlaştığını da görüyoruz. Dizide, tanıştığı herkesten faydalanmasına rağmen Clark sempatik bir figür olarak konumlandırılıyor. Bu gibi dizilerde yaratıcılar bazen suçluyu fazla kahramanlaştıran o ince çizgiyi aşabiliyorlar ancak Clark’ın çoğunlukla kötü adam olarak gösterilmesi bir izleyici olarak beni memnun etti.
Kötü şöhretli suçlularla ilgili diziler ve filmler, bu suçluların bakış açılarından anlatıldığında çok daha eğlenceli bir hal alıyor bana kalırsa. Bu, Netflix dizisi Clark için de geçerli. Olaylar, Clark Olofsson’un abartılı perspektifinden anlatılmamış olsaydı, belki de ortaya bu kadar iyi bir iş çıkmayacaktı. Bunun yanında tıpkı Clark’ın kişiliği ve hayatı gibi, dizi de tuhaflaşmaktan ve büyük hareketler sergilemekten korkmuyor. Dizinin düzensiz ritminden gürültülü seks sahnelerine kadar her detayda bunu görmek mümkün. Clark’ın yapımcı ve yönetmen koltuğunda Polar filminden de bildiğimiz Jonas Åkerlund oturuyor ve Åkerlund, her zevke hitap eden bir yönetmen değil. Ama dizinin absürtlüğünü ve büyük hareketlerini Clark’ın abartılı coşkusunun ve kendisine biçtiği değerin yansıması olarak kabul ederseniz inanılmaz derecede eğlenceli bir yolculuk sizleri bekliyor.