Modern çağ insanının en temel ihtiyacı internet bağlantısı ve şarj aleti gibi görünse de bunlar pek farkında olmadığımız başka bir temel ihtiyacın sonucu aslında. Hayatın akışında bazen kendimize ulaşmak bile çok zorken tepemizde sallanan kendini gerçekleştirme ihtiyacı bizi alternatif bir gerçekliğe yani internete bağlıyor. Çünkü var olan şartlar içerisinde varlığımızı ortaya koymak, hele de istediğimiz şekilde ortaya koymak neredeyse imkânsız. Bizi boğan o kadar çok şey var ki, hem toplumsal hem de psikolojik anlamda doğal olarak ortaya çıkan birçok alt kimliğimize yeterli söz hakkını veremiyoruz. Sistem baskısı ve kakofonisi altında ezilen, sesi kesilen kimliklerimizi ancak sosyal medya ve türevleri vasıtasıyla var edebiliyoruz.
Aslında bu bizi kocaman bir “öteki” yapıyor. Devletin, toplum çoğunluğunun, ailemizin ya da genel olarak makbul olmanın standartlarını belirleyen odakların bize biçtiği sınırlarda nefes almanın mümkün olmadığını fark ettikçe içten içe bir reddediş başlıyor. Bu “bilinenin” reddedişi olduğu andan itibaren ötekilik başlıyor. Ya bir kaçış rotası çizip orada var oluyoruz -internet- ya da tepki almayı tercih edip kimliğimizi her fırsatta söyleyerek karşımıza çıkan engellerle çatışıyoruz.
Hele de bizim gibi çok kimlikli imparatorluk coğrafyasının vârisleri olarak dünyaya gelmek bunu kaçınılmaz kılıyor. Zaten sayamayacağımız kadar çok uygarlık sessiz sedasız uykusuna Osmanlı’yla devam etmişken, Osmanlı yerini modern Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığında o kadar çok kimliği bu yeni devlete devretti ki kimse bunların içinden nasıl çıkacağını bilemedi. Ulus devlete dönüşen sistem üst kimliği yani Türklüğü, üst dini yani Sünni İslam’ı belirleyerek kimlikler arasına hiyerarşi koyduğu andan itibaren geri kalan herkesi ötekileştirmiş oldu. Çok uzun süre ötekiler, “öteki” olduklarının bilincine varmadı. Kıpırdanmalar olduğu zamansa devlet kendi düzenini korumak adına çeşitli yöntemlerle bu kıpırdanmaları bastırdı. Çünkü devletin temel bir makbullük kurgusu vardı ve bunun dışına çıkan herkes “yönetilemez” demekti.
Geçmiş zaman kipini kullanmak pek de doğru değil gerçi… Hâlâ bir değişiklik yok çünkü. Yani devlet refleksinde bir değişiklik yok… Ama Türkiye toplumu, dünyanın geri kalanı gibi yerinde durmadı ve epey yol aldı. Önceden kimlik siyasetinin adı bile geçmezken artık insanların birçoğu kendini öteki ilan etti ve farklılıklarını ifşa edip varlıklarını bunların üzerinden kurgulamaya başladı. Eşcinsellik, kadınlık, Alevilik, Kürtlük, türbanlı olmak vs. Bir zamanlar kimlik dendiğinde aklımıza sadece adımız gelirken, şimdilerde adımızın ardına taktığımız listeyi de cevaba iliştiriyoruz. Bu listeyle derdi olanlarla çatışıyoruz, ortak listemiz olanlarla bir araya geliyoruz. Alternatif gerçekliğimiz olan kişiselleştirilmiş sanal dünyamızda bile aynı reflekslerle hareket ediyoruz. Yıllarca görmezden gelinen taraflarımıza tak etmiş olsa gerek.
Davranış dinamiklerindeki bu değişim başka bir toplum yapısı getiriyor beraberinde elbette. Türkiye’nin değişkenliğini henüz kafamızda oturtamamışken, iç ötekilerimiz ve otorite arasında yeterince çatışma varken bir de bu denkleme dünya ekleniyor. Mesela sınır komşunuzda savaş çıkabiliyor, milyonlarca mülteci akın akın ülkeye gelebiliyor. Var olan ötekilerin konumu bu yeni ötekilerle birlikte değişiyor. Bu sefer başka bir çatışma alanı açılıyor. Mültecileri kendi varlığına tehdit olarak görüp savaşın dümdüz ettiği ülkelerine defolup gitmelerini isteyenlerin aklında tek bir korku var aslında: Bugüne kadar öteki muamelesi yapıp hayatını zorlaştırdıkları ne kadar insan varsa onların konumuna düşmek…
Polisiyenin alametifarikası da işte tam bu noktada başlıyor bana sorarsanız. Bu kadar karmaşık toplumsal ilişkilerin kesişim kümelerinde dolaşarak meraklı koridorlar açıp çözmesi keyifli düğümler atıyor. Tıpkı Netlix’in 2018 yapımı Alman polisiyesi Dogs of Berlin gibi… Birçok “öteki”nin bulunduğu Berlin kenti köpekleri, polisleri, bahisçileri, gurbetçileri, mafyaları ve faşistleriyle 10 bölümlük leziz bir polisiyeyi bağrından koparıp bize getiriyor.
“Kader yüzüme güldü. Ben de doğaçlama yapıyorum.”
Cinayet bürosundan Kurt Grimmer… Bulunduğu apartman dairesinin balkonunda kucağında bebekle sigara içerken gece karanlığında parlayan mavi polis çakarlarını görür. Bebeği sarıp sarmalayarak ayağına çizgili ev terliklerini geçirip ne olduğuna bakmak için aşağı indiğinde çok genç iki devriye polisiyle karşılaşır. Neler olduğunu sorar. Onlar da çalıların arasında bir ölü olduğuna dair ihbar aldıklarını söyler. Kurt, kucağındaki bebeği polislerden birinin eline tutuşturur. Cesede bakmak için çalıların arasına girerken devriye polisleri garipsemiş bakarlar. Kucağında bir bebekle bu terlikli adam da neyin nesidir böyle?
Kurt Grimmer, yüzükoyun yatan cesedin kim olduğunu anlamak için ceplerini ararken cüzdanını bulur. Kimlikteki ismi okuyunca şok olur: Orkan Erdem! Alman Milli Takımı’nın gurbetçi yıldız oyuncusu. 24 saat sonra oynanacak Almanya-Türkiye maçının tartışmalı ismi Orkan Erdem, Türk olmasına rağmen Almanya Milli Takımı’yla sahaya çıkacağı için Türkler tarafından topa tutulurken, Alman milliyetçileri tarafından da istenmeyen adam ilan edilmiştir. İki taraf arasında çok büyük tartışmalara yol açan bu futbolcunun ölmesi ya da manzaraya bakılırsa öldürülmesi, Berlin’de çok büyük gerginliklere yol açabilecek bir gelişmedir. Basın, polis telsizinden duyup olay yerine üşüşmeden önce Kurt’ün bu işin çaresine bakması şarttır.
Gecenin bir vakti amirini uykusundan uyandıran Kurt, durumu hemen anlatır. Ertesi gün maç bitene kadar bu meselenin mutlaka herkesten saklanması gerekmektedir yoksa maçta çıkabilecek olayları düşünmek bile istemez. Ayrıca Kurt bu vakayı üzerine almak niyetindedir. Amiri her ne kadar o gece başka bir ekibin nöbette olduğunu ve vakanın doğal olarak onlara gideceğini söylese de Kurt, gözden kaçmayan ısrarcılığıyla vakayı almayı başarır.
Amiri, futbol federasyonu ve içişleri bakanlığıyla görüşüp işleri kontrol altına almaya çalışırken Kurt sayesinde çok büyük bir olayın engellendiğini düşünüp iş bitiriciliği nedeniyle ona sempati duyarız. Acaba Sırp mafyasına 17.000 euro borcu olduğu için bahislerde 1’e 4.5 verilen Almanya-Türkiye maçına, sırf kendisi için şike karıştırma derdinde olduğunu bilsek o kadar sempati duyar mıydık? Ayağına gelen topu bu kadar iyi değerlendirdiği için kesin duyardık! Gerçekten de kader yüzüne güldü. O da doğaçlama yapıyor.
Kurt yana yakıla, ertesi akşamki maça yüklü meblağ yatırabilmek için para aramaya başlarken Berlin’in o meşhur gece hayatına geçiş yaparız. Mükemmel tekno parçaların çaldığı bir yeraltı kulübünde yarı çıplak dans eden yakışıklı, esmer adamı gözümüz hemen keser. Erol Birkan… Berlin teşkilatının organize suçlar biriminden Türk asıllı bir polis. Aylardır izledikleri Lübnanlı Tarık Amir aşiretinin peşindeler. Ekip olarak barda ve dans pistinde çok iyi performans gösterseler de gözleri bir köşede eğlenen aşiret mensuplarının üzerinde. Aldıkları istihbarat doğruysa o gece aşiret liderini uyuşturucu sevkiyatında basacaklar ancak Erol, bir şeylerin fazla kolay gitmesinden kuşkulanıyor. Ekip arkadaşları ise Erol’u dinlemeyip operasyona devam etmek istiyor.
Baskın sonuçlandığında Erol’un hislerinde ne kadar haklı olduğu ortaya çıkar ancak artık çok geçtir. Belli ki bir muhbir, aşirete haber uçurmuştur. Aşiret reisini tutuklamak için yapılan bütün organizasyon boşa çıkmıştır. Ancak Erol bu işin peşini bırakmamakta kararlıdır. Bu çetenin, büyüdüğü göçmen mahallesinde gençlerin işini ne kadar zorlaştırdığını, onları uyuşturucu satmaya mahkûm ettiğini çok iyi bilmektedir. Kendisi şans eseri bu kuyudan çıkmış olsa da diğer gurbetçi çocukların işini şansa bırakmamaya kararlıdır.
Bütün gece para toplamak için ne yapacağını düşünen Kurt ise eskiden mensubu olduğu Neo-Nazi grubunun kasasından 8.000 euro alır. Kimseye sezdirmeden Türkiye için bahis oynar. Çünkü Orkan Erdem olmadan Almanya’nın kazanması çok zordur. Sırp çetesine 17.000 euro borçlu olduğu gibi bir de üzerine belalı “Marzahn Kardeşliği”ne 8.000 euro borçludur. Üstüne düşen her şeyi yapmıştır. Artık maçı Türkiye’nin kazanmasından başka çaresi yoktur. Tabii bir de Orkan Erdem cinayetinin aydınlatılması vardır ki tam da bu noktada Erol Birkan’la yolları kesişecektir.
Berlin’in Ötekileri
Bir polisiye dizinin adı neden Berlin’in Köpekleri olabilir ki? Sürekli kaçan ya da kovalayan köpekler mi var? Ya da eğitimli polis köpekleri mi sürekli işin içinde? Bunun cevabını bize başrol karakteri Kurt Grimmer, yolun ortasında kaybolmuş bir köpeği evine götürürken veriyor:
“Köpeğin seçme şansı yok. Herifin biri barınağa ya da yetiştiriciye gelir. Alır, evine götürür. Köpek seçtiğini zanneder ama aslında köpeğe hayat seçmiştir. Köpek hiçbir şeye karar vermez. Kumsalda mı yürüyecek, bahçede zincirli mi kalacak? Kuzu kemiği mi yoksa kuru mama mı? … Her şeye köpek yerine karar verilir. Bundan kaçışı yok. Kendi bile bilmiyor: Köpek sıçmak için çömelince karar verdiğini sanır. Asıl soru şu, köpeğin sahibi çok mu farklı sanki?”
Bir zamanlar Neo-Nazi olacak kadar kendini üstün ve avantajlı gören Kurt Grimmer’in yaşadığı hayatta kendini hapis hissetmesine varan yolculuğu, vardığı noktada Berlin’in ötekileriyle iç içe geçen hayatını, bir gurbetçinin ölümüyle yıllardır uzak durduğu Neo-Nazilerle tekrar kesişen hikâyesi ve Berlin’de doğup büyümüş eşcinsel bir Türk asıllı polisle giriştiği büyük operasyonu anlatan çok parlak bir iş Dogs of Berlin. Alman anlatım dilinin tadını her daim damaklarda bırakan ritmiyle, kaliteli görüntü yönetmenliğiyle ve ayağını gazdan hiç çekmeyen merak duygusuyla polisiye düşkünlerine bambaşka bir lezzet tattıracağına şüphe yok.
Bölümler ilerledikçe hikâyenin hiç beklenmedik yollara açılması, kendi ötekilerimizi ve ötekiliklerimizi Berlin’deki insan manzaraları üzerinden düşünmemizi sağlıyor. Manidar zamanlarda ortaya çıkan köpeklerin bize hissettirdikleri ise kişiye münhasır bizce. Elbette senaryonun demek istedikleri var ama seyirci de köpeklerden kendi anlamını mutlaka çıkarıyor.
Yaşadığı hayattan sıkılmış, kendine yeni oyun alanı arayan Kurt Grimmer’le idealleri sayesinde şimdiye kadar hayatta kalmış ve kurallardan ödün vermek istemeyen Erol Birkan’ın bize anlatacağı çok şey var. Tabii ki karşılaştıkları köpeklerle beraber…