Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok sevilen Rizzoli ve Isles serisinin usta yazarı Tess Gerritsen ile İstanbul’da buluştuk. Rizzoli ve Isles serisinin ortaya çıkışını, okurların seri dışındaki romanlarına dair yorumlarını ve polisiye yazarlığı hakkındaki düşüncelerini konuştuk.
Öncelikle Rizzoli ve Isles serisinden bahsetmek istiyorum. Bir Sırrım Var, serinin on ikinci ve son romanıydı. Bundan sonrası için bu seriyle ilgili planlarınız ve düşünceleriniz nelerdir?
Planlarım hakkında hiçbir fikrim yok açıkçası. Rizzoli ve Isles serisi için on iki kitap yazdım. Son kitapta ikisini de mutlu bir şekilde bıraktım. Bu, onlar adına biraz dinlenmek için bir fırsat belki de. Aklıma Rizzoli ve Isles ile ilgili başka hikâyelerin gelmesini bekleyeceğim. Ama aslını söylemek gerekirse şu sıralar farklı kitaplar yazmak istiyorum. Tabii Rizzoli ve Isles için hâlâ umut var, hâlâ oradalar, hâlâ hayattalar.
Rizzoli ve Isles romanlarını en başından beri bir seri olarak mı planlamıştınız? Bu süreç nasıl gelişti?
Hayır, ilk kitabı yazdığımda bunun bir seri olacağını düşünmemiştim. İlk kitap olan Cerrah’ta Jane Rizzoli aslında ikincil bir karakterdi. O kitapta Jane’in öleceğini düşünmüştüm. Dolayısıyla Jane’i sevimli ve sempatik bir karakter olarak çizmemiştim. Ancak kitabı yazdıkça Jane’i bir karakter olarak gittikçe daha çok sevmeye başladım. Romanın sonunda da belki Jane’in kendine ait bir romanı olması gerekir diye düşündüm. O yüzden de ikinci romanı yani Çırak’ı yazdım ve okurları Maura Isles ile tanıştırdım fakat burada Maura yine ikincil bir karakterdi.
Sonra Maura’yı biraz daha yakından tanımak istedim ve üçüncü romanı yazdım. Böylece bir seriye başlamış oldum. Yani aslında Rizzoli ve Isles’ın maceralarının seriye dönüşmesinin ana nedeni bu kadınları çok daha yakından tanımak istememdi. Tabii zamanla onların da hayatı değişti; arkadaş oldular… Yazdığım her roman, bu karakterlerin hayatlarında neler olduğunu öğrenmek için giriştiğim bir işti.
İki güçlü kadın karakter yarattınız, eminim bunun dengesini tutturabilmek de zor olmuştur. Karakterlerinizle kendinizi ne kadar özdeşleştiriyorsunuz?
Kendimi özellikle Maura ile özdeşleştiriyorum. Jane çok farklı bir karakter. Belki de bu yüzden bu kadar ilginç bir çift olmayı başardılar. Biri çok sessiz sakin ve bilimsel bir karakter, diğeriyse adeta bir kadın savaşçı. Her zaman çok iyi anlaşmaları gerekmiyordu elbette, problemler yaşayacaklardı. Ama sonuca baktığımızda, iki karakter de birbirine o kadar derin bir saygı besliyor ki birbirleri uğruna savaşabilirler. Tuhaf bir arkadaşlık yani.
221B’nin ilk sayısından beri, özel bir makale serisi kaleme alıyorum. Kurgusal dedektiflerin yediklerini ve içtiklerini inceliyor, bunun karakterleriyle ne kadar bağlantılı olduğunu tespit etmeye çalışıyorum. Rizzoli ve Isles ikilisi de incelediğim karakterler arasındaydı. Jane Rizzoli’yi İtalyan kökenli olduğu için aile evindeyken “gnocchi” ya da “cannoli” hazırlarken görebiliyoruz. Fakat Jane yalnızken yeme içme seçimleri daha farklı oluyor, ton balıklı sandviç ve bira örneğin. Maura Isles’a baktığımızda ise durum tamamen farklı. Kendisi üşenmeden “Coq au Vin” hazırlayabiliyor ya da lezzetli bir domates çorbası ve peynirli kızarmış ekmek… Sizin aslında iyi bir aşçı olduğunuzu da biliyorum. Karakterlerinizin yeme içme seçimlerini bilinçli bir anlatı aracı olarak kullanıyor musunuz?
Bu kesinlikle karakterlere bilerek verdiğim bir özellik. Maura ve ben aynıyız aslında. Kendisi üşenmeden çok güzel yemekler yapar çünkü ben de öyleyimdir. Şarap içmeyi sever çünkü ben de severim. Maura’nın sevdiği ve yediği her şeyin kaynağı benim kişisel zevklerimdir. Jane Rizzoli ise mavi yakalı ortalama bir Amerikalı gibidir daha çok. Zamanları olunca yemek yerler; fast food severler çünkü kolay, hızlı ve ucuzdur. Bu yüzden Jane pizza yemeye giderken Maura büyük ihtimalle evde lazanya yapmayı tercih eder.
Romanlarınızdan uyarlanan Rizzoli&Isles isimli dizi büyük beğeni toplamıştı. Bundan sonrası için ekrana ya da beyazperdeye yönelik benzer planlarınız var mı?
Evet, başarılı bir diziydi. Rizzoli&Isles dizisinde Maura’yı canlandıran Sasha Alexander ve ben, dizinin devamı niteliğinde ayrı bir seri yapmayı çok istedik. Maura Isles polisiye romanlar yazacaktı. Her sezon yeni bir roman yazdığını görecektik ve romanın nasıl geliştiğine de şahit olacaktık. Her sezon için de farklı şehirler düşünmüştük. İlk sezon İtalya’da geçecekti örneğin, ikinci sezon İspanya’da geçecekti belki. İstanbul’da geçen bir bölüm ya da sezon hazırlamayı da çok isterdim. Ancak o zamanlar buna ikna olacak bir kanal bulamadık.
Böyle bir şansınız olsaydı, Rizzoli ve Isles ikilisinin hangi gerçek suç vakası üzerinde çalışmasını isterdiniz?
Kesinlikle Madeleine McCann vakasını araştırmalarını isterdim. (Madeleine McCann, 2007’de dördüncü yaş gününe birkaç gün kala, Portekiz’in Algarve bölgesinde ailesiyle birlikte tatildeyken kayboldu ve bir daha bulunamadı.) Çok üzücü bir vaka bu. O yüzden, kendimi kötü hissetmeden bu vakayla ilgili bir roman yazabilir miydim bilmiyorum. Sanırım genel olarak çocukları konu alan herhangi bir suç romanını yazmak benim için zor olurdu.
Geçmişte, Rizzoli ve Isles serisi dışında farklı türlerde romanlar da yazdınız. Okurlarınız bu janr değişimlerine nasıl tepki gösteriyor genelde?
Okurlar bu değişiklikleri çok iyi karşılamıyor aslında. Tarihi bir roman olan Kemik Bahçesi’ni yazdığımda çoğu insan, “Rizzoli ve Isles nerede?” diye sordu. Okurlar karakterlere o kadar çok bağlanıyor ki yazar yeni ve farklı bir şey yazdığında hoşlarına gitmiyor. Sir Arthur Conan Doyle da Sherlock Holmes’ü bu yüzden öldürdü. O da farklı bir şeyler yazmak istiyordu çünkü.
Yazma süreci olarak baktığınızda, bir seri kaleme almakla bağımsız ve tek bir roman yazmak arasında ne gibi farklar var?
Bağımsız bir roman yazıyorsanız karakteriniz maceraya bir noktadan başlar ve romanın sonuna geldiğinizde, karakter uzun bir yolculuk yapmış olur. Son kitabım Gece Gelen’de olduğu gibi. Karakter oldukça karanlık bir noktadan başlar ve romanın sonunda artık iyileşme sürecindedir. Rizzoli ve Isles gibi serilerde ise karakterin yolculuğu her kitapta yavaş yavaş işlenir. Okur, on iki kitabın sonunda karakterlerin epey değiştiğine şahit olur.
Yazar olmak isteyen doktorlar için bir yazarlık semineri verdiğinizi okumuştum. Bir yazar olarak kariyer yapmak isteyen okurlarınız için neler söyleyebilirsiniz?
Yazar adaylarına verebileceğim birkaç tavsiye var aslında. Öncelikle, hikâyenizle duygusal bir bağ kurmanız gerekir. Olay sadece gizemden, bilmecelerden ibaret olmamalı; işin içine duygular da girmeli. Yeni başlayan yazarlara verebileceğim bir diğer tavsiye ise şu: Başladığınız kitabı mutlaka bitirin. Çoğu yazar, hikâyenin yarısına geldiğinde bezmiş hisseder. Hikâyeden bıktığını söyler. Daha fazla okuma yapmak istemez, o noktadan sonra hikâyede neler olacağını düşünmek istemez.
Tüm bunlara rağmen durmamanız gerekir. Üzerinde çalıştığınız işi bitirmeniz gerekir; çünkü hikâyeyi bütünüyle ancak o zaman görebilirsiniz. Sonrasında problemler ve düzeltmelerle ilgilenebilirsiniz.
Tutarlı bir yazarlık kariyeri sürdürmenin zorlukları nelerdir peki?
Yazarlık, oldukça öngörülemez bir kariyer aslında. Severek yazdığınız bir kitap, okurlar tarafından beğenilmeyebilir. Böylece yayıncınızı kaybedebilirsiniz. Bir aşağı bir yukarı seyreden bir ivmeyle ilerler çoğu yazarın kariyeri. Tutarlı olmak zorundasınızdır. Kitlenizi elinizde tutabilmeniz gerekir. Aynı zamanda, bir sanatçı olarak kendi istekleriniz ve yukarıda söylediklerim arasında bir denge tutturmaya çalışırsınız. Sonsuza kadar Marvel ya da DC filmleri yapılabilir örneğin ama bu, bir yönetmenin kişisel olarak tercih edebileceği bir şey değildir belki de. Aynısı yazarlar için de geçerli. Ben de sadece Rizzoli ve Isles maceraları yazmak istemiyorum.
Sizin için genel olarak yazma süreci nasıl işler? Doğru hikâyeyi bulduğunuzdan nasıl emin olursunuz?
Bir hikâye hakkında iyi hissediyorsam doğru hikâyeyi bulmuşum demektir. Çok fazla gazete okurum. Gerçek suç hikâyelerinde bir şeyler arar ve bulurum. Bunun hakkında yoğun duygular hissedersem hikâyenin doğru olduğuna kanaat getiririm. Küvette bulunan ve aşırı dozdan ölmüş olduğuna kanaat getirilen bir kadın hakkında bir haber okumuştum. Kadını ceset torbasına koymuşlar ve morga göndermişler. Bir süre sonra kadın uyanmış. 19. yüzyıldan bir haber gibi görünüyor ama böyle şeyler günümüzde de oluyor.
Bu noktada benim için bir hikâye başlıyor. Bu kadın kim? Sonrasında neler oluyor? Nasıl oldu da ceset torbasına kondu? Olay bu noktadan sonra bir hikâyeye evriliyor. Nasıl çalıştığım konusuna gelince; ilk taslaklarımı her zaman kalem ve kâğıt kullanarak yazarım. Anlatının akmasını isterim çünkü. Yazdıklarımı bilgisayara geçirken de ikinci taslağımı oluştururum.
İyi bir polisiye romanın bileşenleri nelerdir sizce?
Benim için iyi bir polisiye roman, tamamen karakterlerle alakalı. Bu karakterler gerçekten takip etmek isteyeceğim karakterler mi, ona bakarım. Sempatik olmaları gerekmiyor. Etkileyici insanlar olmaları yeterli. Bu ister ana kahraman olsun, ister kötü karakter olsun. Yani sadece hikâyeye odaklanan bir roman, gizemi ve cinayeti ele alan bir roman benim için yeterli olmuyor. Sherlock Holmes örneğini verebilirim. Gizem oluşturan olay ne olursa olsun, asıl takip ettiğimiz şey karakterdir.
Sizce okurları suç romanlarına iten şey nedir? Polisiye okurlarının karanlık, rahatsız edici ve şiddet içerikli detaylara düşkünlüğü hakkına ne düşünüyorsunuz?
Tam olarak bilemiyorum ama bu evrensel bir duygu. Ben gençken gizem romanlarına bayılırdım mesela. Yani ben de bu okurlardan biriyim. Bilhassa korku öğeleri barındıran suç romanları, özellikle de kadın okurları epey cezbediyor. Bu, korkularımızı keşfedebilmemiz için bir araç aslında. Dünya hepimiz için tehlikeli bir yer ve kadınlar bu tehlikeli dünyaya dair daha fazla korku besliyorlar. Tabii bunun yanında gizem ve suç türündeki eserler bize entelektüel bir bulmaca da sunuyor. Bulmacalarla, yapbozlarla uğraşmayı sevenler için büyük bir fırsat bu.
Kusursuz cinayet mümkün mü sizce?
Kusursuz suç diye bir olgu var elbette. Birini öldürürsünüz ve kimse sizden şüphelenmez. Bu, sıklıkla meydana gelen bir durum aslında. Yani size bunu nasıl yapabileceğinizi söylemek istemem ama o kadar da zor değil.
Suçları aydınlatmak sözkonusu olduğunda bugüne kadarki en büyük adli buluş nedir sizce?
İlk büyük adli gelişme parmak izi teknolojisiydi. En azından insanların kimliğini tespit edebilmenin bir yolunu bulmuştuk. Ama en büyük gelişme hangisi derseniz, kesinlikle DNA. DNA çok güçlü bir teknoloji ve bu teknoloji sadece suçluyu vakaya bağlayabilmek için kullanılmıyor. Günümüzde ABD’de kullandığımız “ailevi DNA” teknolojisi var örneğin. Ailenin DNA verilerini kullanarak hangi aile bireyinin suçu işlemiş olduğunu tespit edebiliyoruz.
Bir bireyi suç işlemeye iten şey nedir peki? “Yaradılış” ve “yetiştirme” kavramlarına İkiz Bedenler isimli romanınızda da değinmiştiniz. Suç işleme konusunda ortak genetik bir mirastan bahsedebilir miyiz?
Şiddete eğilimli genler taşıyan bir insan grubu var elbette. Buna kanıt olarak gösterebileceğimiz Hollandalı bir aile var. Ailenin tüm erkekleri hapiste çünkü hepsinin taşıdığı ortak bir genetik bileşen var. Bunun yanında, XYY kromozomlarına sahip erkeklerin yani iki tane Y kromozomuyla doğan erkeklerin şiddet suçları işlemeye daha meyilli olduğunu biliyoruz. O nedenle insanları suça iten birtakım genetik faktörler var ancak yetiştirme de önemli bir etken elbette.
Peki, son romanınız Gece Gelen ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? Polisiyeden ziyade gotik öğeler barındıran bir roman her şeyden önce.
Evet, kesinlikle öyle. Feci bir sırrı olan bir kadın hakkında bu roman. Bu sırrından utanıyor. Bu utanç ve suçluluk duygusuysa içini kemiriyor. Tüm bunlardan kaçmaya çalışırken, evinden çok uzakta, muhtemelen lanetli bir evde buluyor kendisini. Bu evde, yaptıklarıyla yüzleşmek zorunda kalıyor ve bunu da evdeki hayalet yardımıyla yapıyor. Bu hayalet çok iyi bir arkadaş ama asıl soru şu: Ne kadar tehlikeli?
Şu sıralar üzerinde çalıştığınız projelerden bahseder misiniz?
Şu anda bir casusluk romanı üzerinde çalışıyorum. Maine’de küçük bir kasabada yaşıyorum ve oralarda sürekli emekli casuslarla tanışıyorum. Tabii bu gerçeği zamanla komşularımı tanıdıkça öğrendim. Çoğu, emekli CIA ajanı. O yüzden emekli ajanlarla ilgili, mesleklerini bıraktıktan sonra neler yaptıklarıyla ilgili bir hikâye yazmak istedim. Üzerinde çalıştığım roman, CIA’den emekli olmuş yaşlı bir kadın hakkında olacak ve bu kadın ajanın bir sebepten dolayı işe geri dönmesi gerekecek.
60 yaşında bir ajan olmak nasıl bir şey, onu anlatmaya çalışacağım. Belki eskisi kadar hızlı koşamıyorsunuzdur, topuklu ayakkabılarla yürüyemiyorsunuzdur ama işe geri dönmek zorundasınız… Yaşça daha büyük kadınlarla ilgili romanlara ya da filmlere çok rastlamıyoruz çünkü. Bunu ele almak istiyorum.
2019’da okuduğunuz en iyi suç romanı hangisiydi? Beğendiğiniz dizileri de bizimle paylaşabilir misiniz?
İngiliz polisiyelerine bayıldığımı söylemeliyim. Father Brown’ı çok seviyorum örneğin. Midsomer Murders da favorilerim arasında. Çok rahat hikâyeler bunlar ve ayrıca karakterlere de bağlanıyorsunuz. Roman olarak da Gilly Macmillan’ın The Nanny isimli eserini çok beğendim. İngiliz bir yazar ve bu yepyeni romanı bir dadıyla ilgili. Dadının kötücül bir karakter olup olmadığı üzerine şekilleniyor hikâye. Olay yine karakterler ve karakterler arasındaki ilişkilerle ilgili. O yüzden bu romanı çok sevdim.
Türk okurlarınızla nasıl bir deneyim yaşadınız bugüne kadar? İstanbul’la ilgili tecrübeleriniz nelerdir?
Bu benim İstanbul’a beşinci gelişim. İstanbul muhteşem bir şehir. Buraya turist olarak da geldim çünkü şehri çok seviyorum. Türk hayranlarımla buluştuğumda en çok hoşuma giden şey ise şu: Özellikle kadın okurlarım genelde profesyonel hayatlar süren, eğitimli kişiler. Doktorlar, mühendisler… Bilhassa genç Türk kadın okurlarım beni büyülüyor. ABD’deki okurlarım genelde yaşça daha büyük insanlar. Burada ise daha genç ve hevesli bir kitleyle beraber olmak bana çok iyi geliyor. Hepsine teşekkür ediyorum.