Woody Harrelson, kariyerinin en olgun dönemini yaşıyor. Three Billboards‘daki rolüyle üçüncü Oscar adaylığını kapan ABD’li aktör, ilk yönetmenlik denemesinin altından da başarıyla kalktı. ABD Başkanı Trump’ı kıyasıya eleştiren, Hollywood’u sarsan taciz ve tecavüz suçlamalarının dillendirilmesini umut veren bir gelişme olarak gören, durmuş, oturmuş Harrelson, bir bilge kıvamına gelmiş yavaş yavaş. Usta oyuncunun nadir verdiği röportajlardan biriyle baş başa bırakıyoruz sizi.
Ünlülerin artık menajerler ve reklamcılar tarafından yönetildiği Hollywood camiası içinde Woody Harrelson, eski tarz şöhretlerden. Nadiren röportaj veriyor ama sorulan soruları da dürüstçe yanıtlıyor. Kendisini yüceltmek yerine her zaman alçak gönüllü davranıyor. Mesela kendisinden tembel diye bahsedebiliyor: “Dürüst olmam gerekirse, saat 1’e kadar yatakta kalabilir, daha sonrasında yavaşça kalkıp bir mango veya benzer bir şey yiyip arkadaşlarımla gezmeye gidebilirim.”
Kariyerinin en olgun döneminde
Yukarıda söylediğiyle çelişen şekilde son 1,5 yılda yedi filmde rol almış ama. İçlerinde Oscar adayı Three Billboards Outside Ebbing, Missouri ve Solo: A Star Wars Story de var. Ek olarak, ilk kez yönetmen koltuğuna da oturdu Harrelson, Lost in London‘ı çekti.
Three Billboards‘da suç, trajedi, kara komedi ve aşk hikâyesiyle sarmalanmış küçük bir Amerikan kasabasına gidiyoruz.
“İyi bir rol yakalama konusunda açgözlüyüm” diyen aktörün polis şefi Bill Willoughby’i canlandırdığı film, kasabalı bir kadının adalet arayışına odaklanıyor. Frances McDormand’ın canlandırdığı Mildred Hayes, kasaba yolundaki kullanılmayan üç reklam panosuna kasaba halkı için utanç verici olan bir soru yerleştiriyor: “Willoughby neden hâlâ Hayes’in kızı Angela’ya tecavüz eden ve onu öldüren suçluları tutuklamadı?”
Oyuncu, canlandırdığı karakter için şu yorumu yapıyor: “Sadece doğru şeyi yapmaya çalışan iyi bir adam ama sadece bir polis olarak değil, bir erkek olarak sevdiği kadına karşı da iyi bir koca ve baba olmaya çalışıyor.”
Oscar’ı düşünmüyor
Harrelson, The People vs Larry Flynt ve The Messenger filmleriyle daha önce iki kez Oscar’a aday gösterilmişti. Üçüncü adaylığıyla şeytanın bacağını kırıp kırmayacağını hiç düşünmediğini söylüyor: “Frances harika. Sam de (Rockwell) öyle. Bunun iyi bir film olduğunu da biliyorum. Umarım insanlar gidip görür çünkü sonuçta filmleri yapma sebebimiz, insanların gidip izleyeceği umudu.”
Bir polisi canlandırmak Harrelson için epey zorlayıcı olmuş geçmişi yüzünden. Henüz 21 yaşındayken, bol içkili bir gecenin sonunda gözaltına alınan Harrelson, bu deneyimden epey etkilenmiş: “Kelepçeliyken kaçmaya çalışmıştım. Bunun iyi bitmeyeceği belliydi ama o polisler bana gerçekten çok acımasız davrandı. Bu yüzden polis olma hayallerim suya düştü.”
“Artık daha fazla insan umut taşıyor”
Teksas’ta büyüdü. Babası bir kiralık katildi. İki cinayetten cezaevine girince annesiyle Ohio’ya taşındılar. Aktör, 2007’de cezaevinde ölen babası hakkında nadiren konuşuyor. Konuştuğu ender zamanlardaysa onun bir öğüdünü tekrarlıyor: “Her zaman açık görüşlü ol.”
Son dönemde ifşa olan skandallar hakkında da söyleyecekleri var Harrelson’ın. Sadece Hollywood’da değil, politika dünyası ve medyada da ortaya çıkan cinsel taciz ve tecavüz skandalları konusunda felsefi bir yorum yapıyor: “Bütün bunlar başladığında, Harvey Weinstein gibi bir adamın yaptıkları çok büyük bir sürpriz değildi. O her zaman garip bir adamdı. Ve bir şekilde bütün bunların politikaya da karışacağını biliyordum. Her yerde bu tür avcılar olacaktır. Suçlamaların ortaya dökülmesi iyi oldu çünkü artık daha fazla insanın umudu var”
“Aklımı başıma toplamak istiyorum”
Mauri Adası’nda yaşayan Harrelson, neden Maui komşusu Willie Nelson’ın Beyaz Saray’daki narsisten daha iyi bir lider olacağından -yine sadece yarı şakayla karışık- bahsediyor. O ve country müzik efsanesi, beraber takılıyormuş ve Nelson, onu ot çekmesi konusunda ikna etmeye çalışıyormuş. Çok güzel koktuğunu düşünse de Harrelson, bu teklifi reddetmiş. Otu bırakmadan önce bütün dünyanın bir sis tabakasıyla çevrili olduğunu düşünüyor: “İster San Francisco sisi olsun ister Londra, her zaman bir sis mevcuttu ama artık aklımı başıma toplamak istiyorum. Her ne kadar bazen çok zorlayıcı da olsa, her şeyi daha net görmek ve hayatımda neler olduğunun bilincinde olmak istiyorum.”
1961 doğumlu Harrelson’ın bilinçlenip bir bilge gibi davranmasıyla işlerinin olgunlaşması aynı döneme denk geliyor. İyi işler, peş peşe geldi son dönemde. HBO’nun True Detective dizisiyle seri katil peşindeki sorunlu polislerden birini, LBJ‘de kaba ama sevecen bir politikacıyı başarıyla canlandırdı. The Hunger Games serisi ve Solo: A Star Wars Story de bunları takip etti. Harrelson, Star Wars‘da Han Solo’nun akıl hocası Garris Shrike rolünde.
“Trump, başımıza gelen en büyük felaket”
Star Wars gibi gerçek hayattan kaçış sağlayan filmlerin bu sıkıntılı zamanlarda yararları olduğunu düşünüyor. Belki de Trump’ın Beyaz Saray’daki varlığının verdiği zararlardan kurtulmayı sağlayan bir araç gibiler onun için. Harrelson, Trump ile hayatında sadece bir kez karşılaşmış: “Trump Tower’a gittik ve zorlu geçen bir yemek boyunca konuştuk. Tek bahsettiği paraydı. 45 dakika sonra, ‘Afedersiniz,’ diyerek kalktım, dışarı çıktım ve yemeğin geri kalanını nasıl atlatacağımı düşünerek hemen bir sigara yaktım. Onunla bir yemeğe bile katlanamıyordum ve şimdi o bu ülkenin başkanı.”
Tutkulu bir çevreci olan Harrelson, bir keresinde San Francisco’daki Golden Gate Köprüsü’ne tırmanp devasa kızılağaçların kesilmesini protesto eden bir pankart asmıştı. Şu an gelecek konusunda daha karamsar: “Trump’ın Paris Antlaşması’ndan çekilmesi ve bütün boş arazileri ve parkları satışa sunması, tam da bir işadamı olarak yapacağını beklediğim bir şeydi. Tek derdi para kazanmak ve bütün devlet kısıtlamalarını kaldırmak. Bu tür pek çok düzenlemenin kabul edilmesi daha önceleri çok daha zordu. Ekolojik olarak, o başımıza gelen en büyük felaket.”
Politik olarak duruşu belli Harrelson’ın ama onun için çılgın günler bitti. Gülerek “Bir söz vardır; aşırıya giden yol, kişiyi bilgelik sarayına ulaştırır,” diyor ve ekliyor: “Eğer bu doğruysa, şu an çok bilge olmalıyım.”
Observer’dan kısaltılarak alınmıştır.
Çeviri: Sena Özkurt