Ne kadar tanıyoruz Poe’yu? Yankı Enki’nin üstadı kapağımıza taşıdığımız 9. sayımız için kaleme aldığı kıymetli yazısı, bugün doğum gününü kutladığımız Poe’yu daha yakından tanımak için önemli bir adım olabilir…
Son 10 yıla baktığımızda Poe’nun hem eserlerine hem de gizemli yaşamöyküsüne eğilen kitaplarla karşılaşmak mümkün. Bunlar arasında edebiyat namına en önemli yerde Charles E. May’in 2010’da yayımlanan Edgar Allan Poe: Öykü Üzerine Bir İnceleme adlı eseri bulunuyor.
Baudelaire’in zamanında yazdıklarıyla önemi Amerika’nın uzağında da kaydedilmeye başlayan Edgar Allan Poe’nun, genel anlamıyla Batı dünyasında bir öykü yazarı olarak kıymetinin bilinmesi oldukça gecikti. Poe da çoğu polisiye, gotik, fantastik ya da bilimkurgu yazarı gibi kendi çağının değil, sonraki nesillerin büyük yazarlarından biri oldu. Kült bir yazarken 20. yüzyılın ortalarından itibaren klasik bir yazar konumuna “yükseldi.” Yüksek edebiyatçıların önüne, disiplinlerarası akademik çalışmalarla, türe değil metne değer veren edebiyat eleştirisi ekolleriyle çekilen duvar sayesinde Poe ve benzeri yazarlar, özellikle de korku edebiyatı yazarları şeytanın bacağını kırdı, içimizdeki şeytanları daha geniş kitlelere gösterir oldular.
Uzun bir dönem Baudelaire’in meşhur metni (ve elbette edebiyat dergilerindeki çeşitli yazılarla bazı inceleme kitaplarında Poe’ya ayrılan bölümler) haricinde Türkçede de Poe üzerine eleştirel veya biyografik eser pek geçmedi elimize. Son 10 yıla baktığımızdaysa Poe’nun hem eserlerine hem de gizemli yaşamöyküsüne eğilen kitaplarla karşılaşmak mümkün. Bunlar arasında edebiyat namına en önemli yerde Charles E. May’in 2010’da yayımlanan Edgar Allan Poe: Öykü Üzerine Bir İnceleme (Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi) adlı eseri bulunuyor. Gerçek olaylardan ya da ünlü karakterlerden beslenmeyi seven Peter Ackroyd’un 2011’de Türkçede yayımlanan Poe: Kısacık Bir Hayat (YKY) başlıklı biyografisiyse tam olarak tatmin edici bir eser olmasa da Poe’nun hayatının bilinmeyenleri üzerine önemli bir boşluğu doldurdu. Susan Archer Weiss’ın 2015’te yayımlanan Edgar Allan Poe’nun Ev Yaşamı (Alakarga) adlı anı kitabı, Poe’yu yakından tanımış bir yazarın elinden çıktığı için belki de Ackroyd’unkinden daha somut bir yaşamöyküsü anlatıyordu. Aynı yıl, bu sefer biyografik bir kurgu olarak karşımıza çıkan, Poe’nun etrafındaki kadınlar üzerinden bir aşk üçgenini anlatan eser ise Lynn Cullen’ın Bayan Poe (Doğan Kitap) adlı romanı oldu.
Charles E. May’in kitabının önemi, Poe’nun gizemli yaşamıyla değil, eserlerinin gizemiyle uğraşması ve detaylı bir eleştiriye tabi tutmasında yatıyor. May’in temel amaçlarından biri, kaçınılmaz şekilde Poe’nun itibarını iade etmek ama temel tezlerinden biri, sadece Poe’nun değil, aslında öykü türünün itibar görmemesi üzerine. Bunun yanında yazar, asıl maksadının, öykünün edebi bir biçim olarak ortaya çıkışından Poe’nun sorumlu olduğunu göstermek olduğunu vurguluyor. May, Amerikan edebiyatının dünü ve bugününü kuramsal olarak ele alıp Poe’nun kurgu yaklaşımlarını bir edebiyat geleneğinin odağına, öyküleri tek tek eleğinden geçirerek yerleştirmeye çalışıyor.
Peter Ackroyd ise Poe’nun yaşamöyküsünü anlatmaya, yazarın ölümünü anlatarak başlıyor. Zaten Ackroyd’un asıl ilgisini çeken ve gizem perdesini aralamaya çalıştığı unsur, yazarın yaşamı değil ölümü. Ailesinin öyküsünü kısaca aktarırken, “Poe’nun tekinsiz yaşamı doğumundan önce başlamıştı,” diyor Ackroyd. Yazar, Poe’nun çocukluğundan bile bahsederken, şu örnekte görüldüğü gibi, işin içine gotik içerikli rivayetleri ekliyor: “Çocukluğuna dair anlatılan bir hikâyede mezarlarla çevrili bir ahşap kulübenin yanından geçerken korkudan çığlık attığı söylenir: ‘Peşimizden koşacaklar ve beni aşağı çekecekler!'”
Ackroyd’un çizdiği portre oldukça dekadandır; ölüm korkusu çocukluğunda başlayan yetim, yalnız, gençliğinde sürekli alkol tüketen, şişenin dibini görmeden bırakmayan, dostu olmayan, yaşı ilerlediğinde kadınlarla sorunlu ilişkiler kuran, hiçbir yerde evinde hissetmediği için oradan oraya sürüklenen, çılgınlığın eşiğinde, kederin peşinde bir Poe… Bu portre oldukça ümitsiz bir vakadır ama finalde Ackroyd, Poe’ya gayet yakışacak bir şekilde, gecikmiş bir umut ekler bu yaşamöyküsüne: Poe bir yetim gibi yaşamış fakat ölünce gerçek ailesine kavuşmuştur. O ailenin üyeleri Wells’tir, A.C. Doyle’dur, Kafka’dır, Dostoyevski’dir. Ackroyd, diğer eserlerinde de olduğu gibi kitabının odağındaki kahramana romantik ve melankolik bir şekilde yaklaşıyor.
Weiss’ın aktardığı yaşamöyküsünü Ackroyd’unkiyle karşılaştırdığımızda önemli farklar göze çarpıyor. Bunların başında Poe’nun ölümü değil, bu kez doğumu geliyor, çünkü yazarın iddiasına göre Poe’nun doğum tarihini yanlış biliyoruz. Weiss, Poe’nun 1809’da değil, 1808’de doğmuş olması gerektiğini belirtiyor. Poe’nun küçüklüğünden bahsederken ise zeki, hızlı öğrenen ve sevimli bir çocuk olduğunu ama bir yandan da sıkı bir disipline maruz kaldığını, başka biyografi yazarların iddia ettiği gibi imrenilecek bir çocukluk geçirmediğini anlatıyor. Poe’nun çocukluk portresi her iki biyografide farklı tonlarla, kimi zaman daha karanlık, kimi zamansa aydınlık bir şekilde yansıtılıyor ama sıra ölüme geldiğinde bu kitaplar birbirini tamamlayan ayrıntılara iniyor.
Her iki biyografi, ölüm sözkonusu olduğunda sadece Poe’nun ölümüne dair söyledikleriyle değil, yazarın erken yaşta kendini gösteren ölüm takıntısına dair ortaya koyduklarıyla da yan yana geliyor. Ackroyd’un gotik çocukluk anekdotunun aynısı ama bu kez daha etkileyici ve inandırıcı bir biçimde Weiss’ın anıları arasında da var. Anlatılanlara bakılırsa mezarlardan, cesetlerden korkan, tabut gördüğünde irkilen Poe, geceleri uşakların anlattığı hayalet öykülerini dinlemek için onların yanına gidiyormuş. “Ölümden korkardı,” diyor Weiss, “Ama tuhaf bir şekilde büyülenmiş gibi sürekli ölümle ilgili yazardı.”
Suç, karanlık, kâbus ve ölüm, Charles E. May’in kitabında da belirtildiği gibi en temel insani durumlar kümemizin en önemli parçalarıdır, onlar hakikidir, kaçınılmazdır ve inkâr edilemezdir. Edgar Allan Poe da insani durumların yazarıdır ve ister kurgu ister gerçek olsun, hakkında yazılanların gösterdiği üzere, ölümle içli dışlı bir hayatı olmuştur. Poe biyografileri onun nasıl yaşadığını anlatmaktan sıkılıp nasıl öldüğü üzerine eğilir daha çok. Onun yaşamöyküsü bir ölüm öyküsüdür. Kısacık bir hayata sığmamış, öykü sayfalarına taşmış bir ölüm… Belki de Baudelaire’in dediği gibi “Uzun zamandır hazırlanan bir intihar”dır bu… Yazarlara en çok yakıştırdığımız sıfatlardan biri ölümsüzdür ama Poe gibi bir yazara verdiğimiz kıymeti göstermek istiyorsak ona tam aksine, ölümlü yazar mı demeliyiz yoksa?