Kafamızdaki Ses Bizi Şaşırtır mı? | Koray Sarıdoğan

/
23 dakikalık okuma

Esen Kitap etiketiyle yayımlanan “Karanlık Barselona” romanına dair Koray Sarıdoğan’ın kaleme aldığı bu kitap incelemesi, ilk olarak 221B Dergi’nin Mart-Nisan 2016 tarihli 2.sayısında yayımlanmıştır.

0000000680176-1“Seviyorum sizi. Sizden biri olmak istemiyorum, pardon, öyle demek istemedim. Sizi seviyorum çünkü onca zamandan sonra hâlâ beni şaşırtmayı başarıyorsunuz. Daha önce söylediğim gibi ben, sizi bekleyenim. Ama nadiren tam tersi olur ve sizlerden biri, beni bir süre bekledikten sonra karşılar.”
(Karanlık Barselona, s.138)

Karanlık Barselona romanının anlatıcısı Ölüm’ün sözleri bunlar; romanı okudukça kafamızda gezen ses Ölüm’ün sesi… Geçtiğimiz haftalarda başlayan Lucifer isimli polisiye dizide, artık cehennemde cezalandırma işlerinden sıkılan şeytanın, Lucifer Morningstar adıyla dünyada tatil yaparken karıştığı gönül meselesi ve cinai işlerle ilgili maceralarını izliyoruz. Yukarıdaki cümlelerin benzerini o da söylüyor dizide: “Siz insanlar  her şeye rağmen beni şaşırtabiliyorsunuz.” Türkçe tabirle “Şeytana pabucunu ters giydirebiliyoruz,” evet. Cinayetler, komplolar, katliamlar, savaşlar derken yıkım, kan ve ölüm dolu bir geçmiş yükselttik. Ölüm’ü yahut şeytanı şaşırtmak için dizilere veya kitaplara ihtiyaç olduğunu da sanmıyorum; onları duyabilsek gerçekten de böyle söyleyeceklerinden kuşkum yok. Ya da tersini düşünürsek; şeytan yahut Ölüm dediğimiz şey, romanın anlatıcısı misali, kafamızın içindeki onlarca sesten biri ve belki de çoğu zaman en ağır basanı. İnsanlık, kendi yaptıklarına kendisi şaşırmadığına göre, daha mantıklı bir ihtimal olsa gerek bu.

Bir süredir okültizm, gnostisizm, gizemcilik gibi alanlarda yaptığım okumalardan sonra, bunların polisiye edebiyat üzerindeki etkilerini yazmayı istiyordum. Lakin bir türlü notları toparlayıp bir sıraya koyamayışıma hayıflanıyordum ki Karanlık Barselona imdadıma yetişti. Zira bu yazıda, Marc Pastor’un Karanlık Barselona’sını didiklerken, romanda anlatılan ve gerçekte yaşanmış bir dizi cadılık-seri cinayet faaliyetinin sahibi Enriqueta Marti’den de bahsedebileceğiz.

Esen Kitap’ın daha önce de yayımladığı dünya edebiyatından polisiye örnekleri, konuyu ne kadar iyi takip ettiğini göstepisoded_221b ve önemsenmesi gereken çalışmalar. Geçtiğimiz yıl yayımlanan New Orleans Cinayetleri’nin ardından şehir polisiyelerine bu yıl Karanlık Barselona ile devam etmeye karar vepisoded_221b yayınevi, Gülsevim Erhan’ın tertemiz ve akıcı çevirisi, Mazhar Bilgiç’in harikulade kapak tasarımı ve editöryel ekibin titiz çalışması ile Marc Pastor’un bu çok ses getiren romanını raflara çıkardı.

[btnsx id=”1193″]

1900’lerin başında Barselona’da geçiyor hikâye. Savaşın, çatışmaların arasında halen bir şehir, bir toplum yaratamamış şehirde sokaklar karanlık, pis; insanlar yoksul ve birbirlerinin kurdu olmuş durumda. Romanın zamanı oraya yetişmiyor ancak bir iç savaşa doğru gidildiğini, savaştan haberdar olan okuyucu hissedebilir çok rahat. Dönemin politik ve sosyal atmosferi, romanımızın fonu haline geliyor. İşte bu ortamın boğuculuğu ve karanlığı yetmezmiş gibi bir de sokaklarda bir canavarın, kimine göre bir vampirin dolandığı söylentisi var. Söylentinin kaynağı ise etlerin parçalandığı, kanlarının çekildiği cesetlerden oluşan bir dizi cinayet ve kaçırılmakta olan çocuklar. Cinayetleri araştıran kahramanlarımız ise vaktiyle savaşta yer almış, şimdilerde polisliğe devam eden Moises Corvo ve onun ortağı Juan Malsano.

Cinayetin arka planında olan bitenler de büyük oranda gizlenmemiş; Enriqueta Marti isimli, çekiciliğinden kimsenin kurtulamadığı kadın, cinayetin başrolünde. Çocukları kaçırıyor, fuhuşa zorluyor, besili değillerse besliyor, öldürdükten sonra saç tellerinden kemiklerine kadar her bir parçasını değerlendirecek şekilde yemeklere yahut çaresiz yaraları, hastalıkları olan zenginlere ilaç niyetine hazırlanacak karışımlara malzeme olarak kullanıyor. Marti’nin eski ve yeni kocaları, kızı, Karaağız  isimli, sokakta yaşayan ve karnını doyuracak herkese kölelik yapabilecek yardımcısı başta olmak üzere epey kalabalık ve hiçbirinin detayları geçiştirilmeden, her birini sıkılmadan okutacak şekilde yazılmış bir kahramanlar kadrosu sözkonusu.

İdealist bir polis değil; pek de kıymet vermediği eşinden ve evinden olabildiğince kaçıp kendini ya işe ya içkiye ya da başka kadınlara vepisoded_221b, saçları boyalı, serseri yaradılışlı, deyim yerindeyse izbandut gibi bir adam Corvo. Bu özellikler, ne sığ bir antikahraman ne de abartılı bir eril karakter koyuyor karşımıza; o yüzden de roman boyunca yaptıklarına en katılmadığınız yerlerde bile bir samimiyet hissedip daha yakından tanıyarak yol alıyorsunuz kendisiyle. En kötü kahraman olan Enriqueta da dahil olmak üzere bu tanışıklığı istisnasız her kahramanda başarmış Marc Pastor.

marc-pastorYazarın eğitimine ve geçmişine baktığımızda romanın bir bütün olarak başarısını anlamak zor olmuyor. Bir yanıyla krimonoloji ve suç politikası alanında eğitimi, bir yanıyla olay yeri incelemecisi olarak deneyimi, bir yanıyla da kalem oynattığı edebiyat türüne hâkimiyeti, halihazırdaki yazma yeteneğiyle birleştiğinde romanın başarısını açıklamaya yetecektir. Pastor’un; Conan Doyle’dan Louis Stevenson’a, Poe’dan Shelley’e, Bram Stoker’dan Le Fanu’ya kadar, korku ve polisiyenin en iyilerine olan yakınlığı ve hâkimiyetini romanda da sık göndermelerle görüyoruz. Bu göndermeler, hatta yer yer ironiler, edebiyat eserleri üzerine tartışmalar, romanı bir ucundan postmodern bir niteliğe de büründürüyor. Bunu sağlamak için Pastor, kahramanı Corvo’yu 17 yaşında okumayı öğrenmesine rağmen polisiye ve korku eserlerini okuyup üzerine kafa yoran bir karakter halinde yazmış:

“Sheridan Le Fanu’nun Carmilla’sı, Conan Doyle’un Holmes Hikâyeleri, Shelley’in Frankestein’ı, Stoker’ın vampiri… Moises Corvo matbaada gizlice okuduklarıyla (Millan Astray sürekli ‘Bir polisin okuduğu nerede görülmüş?’ diyordu.) korku ve dedektif romanlarının sadık okurlarından birine dönüşmüştü.” (s.91)

Atlamamak gereken bir nokta da olayları, romanın çerçevesini oluşturan, ancak okuyucuyu içinde boğmayan politik ortam içerisinde anlatması. Bu sayede yeri geldiğinde hissettirmeden, alttan alta, yeri geldiğinde ise doğrudan polis-devlet-sistem eleştirisini kimseyi kayırmadan yapabiliyor yazarımız:

“Ama polisin işi de hiç kolay değildi çünkü kayıp kızın resmini ne kadar gösterirlerse göstersinler, yalnızca öfkeli erkek ve kadınlardan azar işitmekle kalıyorlardı. ‘Er geç böyle olacağını biliyordunuz; hiçbir şey yapmadınız! Olanların hepsi sizin suçunuz; bizi kandırıp durdunuz! Gösterileri bastırmak ve mitingleri kontrol etmek için çok işe yarıyorsunuz ama Teresina’yı kaçırırlarken nerelerdeydiniz ha, nerelerdeydiniz?” (s.229)

Romandaki Ses: Ölüm

Enriqueta Marti: Nam-ı Diğer Barselona Vampiri
Enriqueta Marti: Nam-ı Diğer Barselona Vampiri

Hem yazarın dil ve kurgusundaki inceliğe, hem de romanı postmodern yapan özelliklerine bir örnek olarak, romandaki anlatıcıdan bahsetmeden olmaz. Kahramanlarımızı tanıdık, evet; lakin anlatıcımız da kendi başına bir kahraman: Ölüm. Daha ilk sayfalardan itibaren kendini tanıtıyor anlatıcımız, bir kahraman olarak olaylara müdahalesini görmüyoruz, ancak Corvo ve ortağı olayın peşinde koştururken, diğer yanda olan bitenleri, perde arkasındaki kahramanların Ölüm’e anlattığı geçmiş olaylardan öğreniyoruz. Ölüm tebdili kıyafet halde yan karakterlerle konuşuyor ve olanları bize anlatmasını sağlıyor. Arada lafa girip bizimle konuşmayı da ihmal etmiyor:

[btnsx id=”945″]

“Hayatınızın yarısını beni arayarak, diğer yarısınıysa benden kaçarak geçiriyorsunuz. Cesetleri itip kakıyor, etlerini didikliyor, izimi taşıyan bedenlerin içinde açıklamalar arıyorsunuz. Kim? Nasıl? Neden? Yanıtlar bu adamların, bir matematik probleminin çözümünü ararmışçasına ölülerle uğraşan bu adamların elinin altında.” (s.28-29)

Söylemeden geçemeyeceğim ki romanın bir yerine kadar, bu tür bir anlatıcı seçip kurgunun sıkıştığı yerlerde anlatma işini ona yüklemesini, yazarın kolaycılığı olarak görmüştüm. Ancak özellikle finale doğru, Ölüm’ün kahramanlarla kimi diyalogları, bu diyaloglardaki felsefi altyapı ve okuyucuya karşı monologları, romanın hem karanlığını hem ince mizahını bir ton daha artıran, dolayısıyla romanı bu roman yapan özelliklerden biri olarak görünmeye başladı.

Bir Tarihi Polisiye mi?

Tarihi polisiyeden anladığımız, tarihi gerçekleri değiştirmeden, en azından can alıcı noktalarını bozmadan bir polisiye yazmaksa Karanlık Barselona’yı tam anlamıyla bir tarihi polisiye olarak göremeyiz. Çünkü vaktiyle Barselona Cadısı yahut Barselona Vampiri/Canavarı olarak nam salmış Enriqueta Marti dosyasına, yakın zamanda üzerinde çalıştığı bir başka dosyanın verilerini ekleyerek kendi kurgusunu oluşturmuş yazar.

Bu bağlamda, tarihi polisiyeyi, tarihteki gerçeklerden yola çıkılarak kurgulanmış bir tür olarak göreceksek Karanlık Barselona’yı da bu başlık altına alabiliriz. Gerçek bir tarihi karakter olan Enriqueta Marti’nin varlığı bile bunu tek başına sağlayabilir zira. Peki, romandaki Enriqueta’ya karşılık, gerçek hayattaki Enriqueta Marti kimdir, nasıl bir seri katildir, buna biraz bakalım.

O Sırada Gerçek Hayatta

Dedektifler Enriqueta Marti'nin evini araştırıyor.
Dedektifler Enriqueta Marti’nin evini araştırıyor.

Seri katil olmanın sosyolojik, psikolojik, patolojik ve bilumum -ojik yönleri, Batı dünyasında epey üzerinde kafa yorulan bir mesele. Bizdeki katil ve ölüm bolluğundan olsa gerek, bize olağan gelen öldürme güdüsü ve icraatına dünyada halen “şaşırabilen” coğrafyalar var elbet. Bu nedenle Enriqueta Marti üzerine de epey kafa yorulmuş. Hakkında yazılmış kitaplar, yazılar, akademik makaleler ve çekilmiş belgeseller var ki bunların bir kısmına malum online mecralardan ulaşmak mümkün.

Marti, 1868’de doğuyor ve bir süre sonra hizmetçi ve dadı olarak çalışmak üzere Barselona’ya taşınıyor. İlk evliliği, romanda da adı geçen Joan Pujalo ile olsa da Pujalo’nun ifadesiyle başka erkeklerle ilişkileri ve sürekli yabancı erkeklerin ziyaretleri nedeniyle bu evlilik sürekli ayrılmalı-birleşmeli bir hale gelip birkaç yıl sonra sona eriyor.

Çocukları kullanıp gündüzleri dilenerek, geceleri de onları zengin adamlarla fuhuşa zorlayarak para kazanan Enriqueta Marti, kısa sürede hatırı sayılır bir paraya sahip olur. Böyle çok kazandığı zamanlarda dilencilik kısmıyla uğraşmak yerine çocukları kullandığı diğer alana yönelir; öyle ki romanda da gördüğümüz üzere zengin para babalarının takıldığı Arrabassada adlı gece kulübüne çocukları cinsiyet fark etmeksizin satmaktadır.

Bu ana kadar bile yeterince manyak olduğuna kani olduk kendisinin, evet; ancak maalesef iş bununla bitmiyor. Çocukları fuhuşa zorladığı süreçte aynı zamanda bir tür “cadılık” faaliyeti de yürütüyor. Üstelik kitapta da anlatıldığı gibi, çocukların ölü bedenlerini kullanarak. Çocukların genç bedenlerini ve taze kanlarını, gençliğin ve sağlığın kaynağı olarak görüyor Marti ve bu yüzden de hem kendine hazırladığı hem de başkalarına sattığı envai çeşit yemekte, ilaçta ve terkipte çocukları kullanmaktan çekinmiyor. Zamanın çok korkulan tüberküloz ve benzeri hastalıklarına karşı Marti’nin ilaçlarına, malzemesini bilerek veya bilmeyerek para yağdıranlar, dönemin yoksulluğu düşünüldüğünde tahmin edileceği üzere çoğunluğu ruh hastası zenginler.

Tutuklandıktan sonra halk, Enriqueta Marti'yi linç etmek istiyor.
Tutuklandıktan sonra halk, Enriqueta Marti’yi linç etmek istiyor.

Kurbanlarının parçalarını toz veya sıvı haline getirmekteki meziyeti sayesinde cesetleri yok etmekte sorun yaşamayan Marti, en sonunda bir komşusunun şüphesi ve halihazırda devam eden çocuk kaçırma ve cinayeti soruşturması üzerine yakalanıyor. Tutuklandıktan sonra kesin bir sayı vermemesine rağmen kanıtlar ve soruşturma sonucu kesinleştirildiği kadarıyla 12 çocuğun ölümünden sorumlu olduğu anlaşılan Marti’nin 40’a yakın çocuğun katili olduğu da gayriresmi olarak tahmin ediliyor. Tutuklandığı sırada da, evinde iki çocuğu alıkoymaktadır. Birisi Angelita isimli, Enriqueta’ya anne diyen kızdır ki bunun arkasındaki ilginç hikâyeyi ve kızın polise anlattıklarını öğrenme kısmını kitaba bırakıyorum. Diğeri ise ailesine teslim edilen Teresita Guitard Congost isimli küçük kızdır. Tutuklandıktan sonra tahta bir bıçakla bileklerini kesmek istese de cezaevi yetkilileri buna izin vermemiş, ancak 1 yıl 3 ay sonra avluda bir şekilde diğer mahkûmlar tarafından linç edilerek öldürülmüş.

Gözaltındaki baskı sonucu zor da olsa kendisinin bir alternatif tıpçı olduğunu, insan bedeninin hangi kısmının hangi hastalıklara ne şekilde iyi geleceğini bildiği ve bu sayede üst tabakadan birçok insanın hastalıklarına çare olduğunu itiraf etmiş.

Enriqueta’nın Masumiyetine İnananlar

Enriqueta'nın mutfağında, kemikleri sakladığı gizli bölme.
Enriqueta’nın mutfağında, kemikleri sakladığı gizli bölme.

Bahsetmeden geçmemek gerekir ki buraya kadar anlattıklarımıza, karşısav üretenler de var. En ünlüsü Elsa Plaza isimli tarihçinin yazdığı El Cielo Bajo Los Pies (The Sky Underfoot) isimli kitap. Plaza’ya göre Marti, asla cinayetle ilgilenmemiştir. Çocuklu kadınlara para ve yardım için yalvardığı doğrudur, ancak amacı kadınlar arasında bir dayanışma topluluğu kurmaktır. Rahim kanseri olduğu ve sık sık ağır kanamalar geçirdiği halde, tutuklandığı söylenen dairede asla ona ait kan örneği bulunamamıştır. Dahası, evinde sakladığı ve çocuklara ait olduğu söylenen kemiklerin, insan değil hayvan kemikleri olmasıdır. Araştırmalarına göre kürtaj da yapılan bir genelevde, 17 yaşında bir kızı fuhuşa zorlamıştır ancak hiç kimseyi öldürmemiştir. Hatta Marti’nin tutuklanmasından birkaç gün önce polis, Botella Caddesi’nde çocuk pazarlandığı iddia edilen bir geneleve baskın düzenleyerek burayı kapatmıştır. Ancak bir çocuğun 50 pesetaya pazarlandığını söyleyen medya ve polise karşın, bu fakir mahallede bir işçinin günlük ücretinin 4 pesetayı geçmemesini, baskında mekân sahiplerinin yakalanmasına rağmen hiçbir müşterinin yakalanmamasını da şüpheli hareketler olarak kaydeder yazar. Kısaca Plaza, dönemin olaylarına karşılık Marti’nin, basının uydurmasıyla bulunan ideal bir günah keçisi olduğunu söylüyor. Kime, neye inanacağınız size kalmış tabii.

Kafamızdaki Ses Bizi Şaşırtır mı?

Toparlarsak; Karanlık Barselona tüm karanlığına, gerilimine, vahşetine, yer yer politikliğine rağmen okuru başından sonuna dek hiçbir aşamasında boğmadan götüren bir roman olmuş. Karanlık sokakları, sıradışı polisleri, kötülüğün gidebileceği uçları, büyüyü ve gizemi seven her okura bir şekilde temas ediyor. Anlatıcının Ölüm olması da hem romanı okurken hem de kitabın kapağını kapatınca aklınızda yer etmeye devam ediyor.

Çünkü ölüm de doğanın bir parçasıydı; ta ki insan türü gelip onun doğallığını bozana ve bir canlı türünden sebil gibi ölüm ve kötülük saçana dek. Bu yazıyı Ankara patlamasının olduğu akşam, iç sıkıntısıyla yazıp noktalarken sevgili editörümüz Hüseyin Çukur’un “Cinayetlerin yalnızca polisiyelerde olduğu bir dünya” dileğini düşünüyorum ve kendi kendime soruyorum: Adına “ölüm” dediğimiz, “şeytan” dediğimiz, “kötülük, karanlık, mukadderat, fıtrat” dediğimiz şeyin, çoğu kez birilerinin bilinçli yönlendirmeleriyle daha da güçlenen, kafamızdaki o ırsi ve genetik ses olduğunu fark edecek miyiz? Kafamızdaki sesin artık ışık ve iyilik saçarak bizi şaşırtacağı bir gün gelecek mi?

[btnsx id=”939″]

Editör

Türkiye'nin ilk ve tek polisiye kültür dergisi.

Önceki Hikaye

Agatha Christie'nin "Doğu Ekspresinde Cinayet"i Yeniden Beyazperdeye Geliyor

Sonraki Hikaye

Wolfgang Schorlau’dan Yine Sarsıcı Bir “Derin Devlet” Romanı

En Son Yazılar